• dün gece bir rüya gördüm...

    stüdyodayız, parlak ışıkların altında dört koltukta dört adam oturmuşuz. sağımda ssg solumda aethewulf var. onun da sağında guru. karşımda kocaman bir kamera, üstünde kırmızı ışık var. "yeşil yanınca mı yayına giriyorduk yoksa kırmızı mı lan" diye bir düşünce geçti o an içimden. şayet kırmızıysa sıçtık. zira rüyada olduğumun o an için farkına varamadığımdan; altımda beşiktaş eşofmanı, yırtık sabo terlikler ve üstümdeki hapishane kaçkını kırmızı çizgili pijamamla sağ işaret parmağımın desteğiyle burnumdan eşeğin siki kadar bir tatak çıkarmakla meşgulüm. haliyle temsil etmiş olduğum görüntünün her yaştan insanın ruh sağlığını etkileyeceğini düşünüyorum.

    o esnada papyonlu bir garsonun biz konuklara çay servisi yapması içimi ferahlatıyor. ufak bir ihtimal dahilinde de olsa şayet ilker yasin'in fantastik pavyon düzeneğindeki 3. devre program şablonuna dönmediysek şu an yayında değiliz. zat-ı şahaneleri geçmiş dönemde hikmet karaman assolistinin katılımıyla böyle bir program denemesinde bulunmuştu. pofuduk yastıkların içinde gömülen koca koca adamlar çin çaylarını, hindistan cevizli sütlerini içe içe futbol konuşuyorlardı. resmi kıyafetiyle seyrek saçlı bir ademoğlu garson da bunlara "canlı yayın" esnasında servis yapıyordu. işte tam da böyle bir sürünceme içerisindeyken rejiden gelen küfürle iyice ferahladım. teknik elemanlardan birisinin yanlış ışık ayarına sinirlenen yönetmen, personelinin anasıyla girdiği halveti bütün alemlere duyuruyordu. yok artık dedim, böyle bir ortamda canlı yayında olmamız mümkün değil.

    şimdi en başta (ne başı lan? paragraf üstüne paragraf açtın çikobaş?) şunu söylemek lazım, rüyaların ilginç bir yapısı vardır. uzay yolu serisinden aşina olduğumuz ışınlanma hadisesinin aynısını bizzat rüyalarımızda tecrübe etme şansını buluyoruz. hepimizin de bildiği üzere rüya dediğimiz şey nihayetinde ikinci sınıf bir alman porno kasedi gibi bir şeydir. hızlandırılmış kurgusu, üst üste binen sahneleri ve kumandada iflahı sikilen rewind-forward tuşlarıyla özdeşleşen bu filmler gerek arz eden bir konunun algılanmasından öte, flasback misyonunu şiar edinmiş anlık sahnelerin izleyicide kalıcı olmasına sebep verir. o yüzdendir ki bir dakika içerisinde izleyicinin lüks bir villanın teras katında sandviç yiyen bir hanım kızımızın görüntüsünden hastane koridorlarında doktorculuk oynayan çıplak vatandaşlara ışınlanması mümkündür. bu bağlamda rüyalarda da belirli bir girizgah-gelişme-sonuçlama dizilimi bulunmadığından, papatya tarlasında kendinizi deli danalar gibi böğürüyor ve koşuyor görürken bir anda bo derek ile tayland'ın egzotik bir otel odasında yatakta kahvaltı yaparken görebilirsiniz. aklı başında hiçbir insan "niye buraya geldim lan" demez.

    sonuçta ben de neden böyle bir ortamın içine düştüğümü gördüğümü hiç sorgulamadım. rüya olduğunu fark ettikten sonra bile sorgulamadım. (yeri gelmişken buradan bu yazıyı okuyanlara sesleniyorum, gecenin köründe yine bana geldiler. paragraflar boyunca saçmalamayı düşünüyorum. bu yazının mantıklı bir düzleme oturacağını, elle tutulur bir mana üzerinden bir yere bağlanacağını düşünenler en kısa zamanda başka başlıklara ve yazılara yönelerek hayatlarının o değerli dakikalarını daha manidar bir şekilde değerlendirebilirler. sözünü ettiğim bu makul topluluğun haricinde kalan siz değerli manyaklar, size ancak şunu söyleyebilirim. önümüzde uzun ve salak bir yazı var. burak kut estetiğinde bizi umarsızca ve hayasızca kelimelerden ibaret satırlar bekliyor peşinen haber vermiş olayım)

    yine bu adına rüya dediğimiz şeyin temel hareket noktalarından biriyle devam edelim. yazının başında tablosunu çizdiğim ortam, normal hayatta doğal karşılanacak bir görüntü arz etmiyor. bir televizyon stüdyosunda, zevksiz bir giyim tarzıyla endam ettiğim o anı kısa bir süreliğine de olsa aklınızda canlandırmanızı rica ediyorum. bu komik, absürd, saçma görüntünün nihayetinde bünyemde şaşkınlık hormonunu harekete geçirmesi lazım. fakat öyle olmuyor. tam tersine sanki her gün yapmış olduğum bir şey gibi algılıyorum o anı. çünkü rüya, benim o an hissettiğim duyguları yansıtan bir mekanizmaya sahip değil. tam tersine, aklımın nakliyesinin orta yerine çömelmiş bir başka güç beni istediği şekilde yönlendiriyor. sanki bir film çekiminde bütün benliğini yönetmene adamış bir oyuncu gibi, madden ve manen hissedebildiğim her şeyi o güce teslim etmiş durumdayım. ve işte o muazzam güç, rüyada bulunduğum o durumu bana normal bir seyir gibi aksettiriyor.

    yeri gelmişken, konu rüyadan açılmışken daha başka bir şeyden de bahsetme gereği duyuyorum. bazı insanlar, rüyada olduklarının farkındadırlar. gördüklerinin bir rüya olduğunun idrakinde oldukları için yaşadıkları o ambiyanstan tam anlamıyla bir haz duyamazlar. bu aslında biraz da sixth sense, usual suspects minvalindeki bir filmi ikinci kez izlemeye benziyor. lan oğlum filmin bütün kurgusu finaldeki sürpriz üzerine kurulmuş. sen de bu filmi daha önceden izlemişsin. bruce willis filmin başından beri aynı leş kıyafeti giyen salak bir ölü, keyser soze aslında bu numaracı pezevenk. ama yine de izliyorsun.

    halbuki içinde bulunduğun atmosferin bir rüya olduğundan haberdar olmamak bambaşka bir zevk unsuru. bir uyanıyorsun bakıyorsun ki rüyaymış. hay amına koyim ya diyorsun uyanır uyanmaz. az önce rüyanda seviştiğin manken hatun gerçek değilmiş. sen onun memelerine hiç şokella sürmedin, o da sana unutamayacağın bir oralet keyfini hiç yaşatmadı aslında. ya da bunun tam tersi. rüyanda seni karanlık ormanda kovalayan canavar hiç var olmamıştı. uyandın ve kallavisinden bir oh çektin. sağına döndün bir baktın bööaaaaaaaahhhhh canavar orda! lan hemen heyecan yapma. rüya içinde rüya görüyordun aslında. bak şimdi uyandın ve normale döndün. çektiğin oh seni gerçek aleme götürdü. rüyanın da tadı burada zaten. uyanıp yataktan kalktığında gerinirken yaşadığın o hayalden gerçeğe geçişte yaşanan afallama hissini bu hayatta sana hiçbir şey sana veremez. portakal suyunu almak için açtığın buzdolabında gördüğün kanlı kesik baş...böööaaaahhhhhh! hahahaha şaka lan şaka bu kadar da olmaz tabi. neyse daha fazla uzatmayalım, işte bu yüzden rüya denen nevalede o anın bilincine varmamak önemli bir yer teşkil ediyor.

    işte ben de tam bu sisteme uyan bir rüyanın içindeydim dün gece. bulunduğum ortam bende şaşkınlık yaratmıyordu ve o an için rüyada olduğumun farkında değildim. bu bilinçsizlik salıncağında sallanıp giderken, sunucu hanımın aramıza katılması yaşadığım tecrübeyi daha da başka bir boyuta taşıdı. zira rüyamdaki programı sunmaya gelen kadın rahmetli neriman köksal'dan başkası değildi. üzerinde allı pullu kırmızı bir gece kıyafeti vardı. sapsarı saçlarını topuzlamış, yanaklarına elbisesine denizden esen bir izmir akşamı rüzgarı gibi eşlik eden allıklarını sürmüştü. müthiş bir nezaketle yanıma oturdu. rahmetlinin gözleri ne de güzel gülüyordu. işte o an, zihnimi baskı altına alan bilinmez güç bana şaşkınlık sinyallerini gönderdi. kibarca kulağına eğildim hanımefendinin. "ama efendim siz ölmüştünüz" diyebildim sadece. hafifçe kaşlarını çattı. "ne münasebet" diyerek beni tersledi. sonra tekrar o zarif gülümsemesi yerleşti yüzüne. o kadife yumuşaklığındaki nadide dudaklarıyla kulağıma fısıldadı. "ben öyle bir rüzigarım ki hiç gitmem, hep aynı ağacın altında eser dururum..."

    bu şaşkınlık hengamesinin tam ortasında, sağıma soluma baktım. biraz önce yanımda oturan sözlük adamlarının hiçbiri kalmamıştı. sandalyeler boştu. daha ne olduğunu idrak bile edemeden bir anda yönetmen yardımcısının sesi duyuldu. ondan geriye doğru sayılmaya başlandı. o anda bütün vücudumun gerildiğini hissettim. meme uçlarım sertleşti, tüylerim cezaevi dikenli tel örgüleri gibi oldu, çüküm büzüldü içeri kaçtı. şimdi o kocaman stüdyoda yapayalnız kalmak, az sonra başlayacak olan canlı yayında konuk olarak tekil durumda görünmek bana tarifi imkansız bir acı yaşatıyordu. neriman köksal japon kadınların sırayla dizildiği bir resmi barındıran şahane yelpazesini gülerek bana sallıyordu. saniyeler dakikalara dönüşmüştü. amına koyduğumun on saniyesi bir türlü geçmek bilmiyordu. ssg, aethewulf, guru nereye gittiniz? beni niye yalnız bıraktınız?

    ve bir anda gümbür gümbür bir aksiyon filminden apartılmış jenerik müziği dalgalandırdı stüdyoyu. kalbim yerinden çıkacak gibiydi, meme uçlarım balon gibi olmuştu, çüküm nereye gitti lan?!

    ve program başlamıştı. neriman köksal o her zamanki naifliğiyle açılış konuşmasını yaptı. programın konusunun ekşi sözlük olduğunu ve 4 saat sürecek (obareyyyy) canlı yayın boyunca sözlüğün enine boyuna tartışılacağını dile getirdi. acaba ekrandan nasıl gözüküyordum? evet, üstüm başım yarak gibiydi ama beni daha çok gıdım ve saçım ilgilendiriyordu. çenemi mümkün olduğunca yukarıda tutarak kat kat olması muhtemel gıdımı ekrandan uzak tutmaya çalışıyor bir yandan da sabah uyandığımda aynada beni bile yusf yusf ettiren saç dağınıklığımın şu an canlı yayında da aynı şekil ve şeraitte olmadığını düşünerek strese giriyordum. neriman abla da paso konuşuyordu. saatime baktım tam 25 dakika olmuş, halen ağdalı bir türkçe eşliğinde açılış konuşmasını yapmaya devam ediyordu.

    açılış konuşmasının sona ermesinin ardından, yöneltilecek ilk soruyu düşünmeye başladım. ulan jokond dedim kendi kendime, ilk soru feci önemli. güzel başlarsan aynen gidersin. ama olur da sıçarsan 15 kilo ultra prima bile yetmez temizlemeye. o yüzden aman dikkat, oharey aha da konuşması bitti derken aha da soru geliyor piyuuuuv diye celallenirken neriman abla enteresan bir şey yaptı. izleyicilere beni bile tanıtmadan, hemen bir telefon bağlantısına merhaba dedi. ulan kameranın stüdyoya yansıyan ekranına bir baktım ki ssg telefonla yayına bağlanmış. ya iyi de kardeşim sen az önce buradaydın? niye şimdi içeri geçip telefonla yayına giriyorsun ki?

    ssg yaklaşık 45 dakika telefonla konuştu. ben sağ elimi koltuğa koyuyorum olmuyor, bacak bacak üstüne atayım diyorum aklıma apış arasındaki yırtık geliyor geri vazgeçiyorum. topu topu iki tane ayağım ve kolum var ama sanki o an fazlalık gibi duruyorlar. hiçbir yere ait durmuyor bu iflahını siktiğimin organları. ssg de hababam konuşuyor telefonda. bende de bir pişmanlık duygusu yok değil aslında. oğlum baktın adamlar kalkmış gitmiş sen niye yerinde sik gibi kalıyorsun? sen de çıkıp gitsene içeri hayret bir şey yani. aha! neriman abla hafiften sağ gözünü bana mı seyirtti yoksa ben mi yanlış gördüm? her an bana soru gelebilir. abooov, ya ssg'nin konuştuklarından yola çıkarak bana bir soru sorarsa? son on dakikada ben hiç adamı çüküme takmadım ki? neyse, bari bundan sonrasını dinliyormuş gibi yapayım...derken ssg nazik bir dille amerika'dan iyi akşamlar diliyor ve telefonu kapatıyor.

    telefonun kapanma sesiyle birlikte tekrar üstüme başıma bir çeki düzen veriyorum. e artık sıra geldi bana, her an ilk soru gelebilir. fakat o da ne? bu neriman adlı kadın iyice işin tadını kaçırdı. yine bir telefon bağlantısı, bu sefer aethewulf konuşmaya başlıyor. şayet diyorum ssg 55 dakika konuştuysa, aethe 2 saat konuşur. geçen televizyonda izledim, felaket hızlı konuşuyor adam. bülbül gibi şakıyor maşallah. olur da bir kelimeyi kaçırırsam yarraa yedim. çünkü her an bana soru gelebilir. gelirse ceza sahasına gelen ortayı göğsümde güzelce yumuşatmalı ve o meşin yuvarlağı doksana çakmalıyım.

    telefon bağlantısı devam ederken bir şey daha dikkatimi çekiyor. neriman köksal, sorulabilecek her türlü soruyu o ana kadar sordu zaten. bütün kolay sorular geçildi, aha diyorum yine içimden feci sıçtık. bize çalışmadığımız yerden gelecek. yine böyle dalıp gitmişken saatime bakıyorum ve görüyorum ki bu seferki bağlantı tam 1 saat 48 dakika sürmüş. neriman abla yine her zamanki gibi güzel sözlerle telefondaki konuğunu uğurladıktan sonra yavaşça oturduğu yerden kalkıyor. şşşt neriman abla, nereye? ablacım reklam mı girecek? hakkaten bu arada ne reytingsiz programmış arkadaş, üç saattir yayındayız bir tane bant reklam bile geçmedik. neriman abla nereye gidiyor? yürüyor ama nereye yahu?

    işte o an benim kafayı yediğim andır sedat abi. zira neriman abla, mutfak tezgahının arkasına geçmiş günün yemeğini ve aşçıbaşını anons ediyor. ve tekrar bir titreme geliyor vücuduma. gadanallah neler görüyorum, koskocaman guru bağlamış yemek önlüğünü önüne stüdyoya geliyor. la noliy?

    amına koyim, on saniyede hemen ortama adapte oluyor bizim guru. soğanları ince ince kıyıyor keskin bıçağıyla. oturduğum yerden göz göze geliyoruz. "hayırdır abi" diye soruyorum, "yemek tarifi falan?"

    "sözlük benim için bitti" diyor. gözlerinde hafiften bir buğu var sezebiliyorum. "artık kendimi yemeğe verdim, şanımı, şöhretimi buradan yürüteceğim" diyor parmak sosisleri fritözün kızgın yağına atarken. bu enteresan yemek tarifi de nereden baksan 40 dakika sürüyor. neriman abla tekrar gelip yerine oturuyor ve bana dönüyor. bekliyorum ne soracak, ne diyecek. hafifçe bir gevelemeden sonra soruyu yapıştırıyor:

    -efendim öncelikle programımıza hoşgeldiniz. konunun uzmanı olarak size şunu sormak istiyorum...

    vay diyorum o an içimden. assolisti sona saklamışlar ehehe. uzman jokond, ekşi sözlük uzmanı jokond joko eheheh...

    -sorum şu jokond bey. kadın izleyicilerimiz merak ediyor. erken menopozun belirtileri nelerdir? erken menopoza giren bir kadın çocuk sahibi olabilir mi? antalya'dan okşan taraksever soruyor, 37 yaşındayım, ev hanımıyım, üç aydır adet olmuyorum. kullandığım diane bende erken menopoz oluşturur mu?
    -...
    -jokond bey?
    -efendim canım?
    -soruyu tekrar edeyim mi? anladınız mı?
    -soruyu anladım da ne alaka lan? ben de ekşi sözlük yazarıyım?
    -anlamadım?
    -ben de ekşi sözlükte yazıp çiziyorum. eşeğin siki gibi burada dört saattir oturuyorum, bana niye sözlükle ilgili soru sormuyosunuz?

    işte o anda neriman köksal yüksek sesle kahkahalar atmaya başlıyor. sonra kamera arkasındakilerin tempolu kikirdemelerine, guru'nun bıçak bileme sesleri eşlik ediyor. ssg'nin gözlerinden yaş gelmiş parmağıyla beni gösteriyorken bir yandan da diğer eliyle karnını tutuyor, aethe yerde dombalak açıyor. kahkahalar, kahkahalar, kahkahalar. ve ışıklar sönüyor...

    iyi, hoş, güzel, fevkalade ama tekrar soruyorum siz de gülmeyin lütfen, yanlış mı söylüyorum? ben de ekşi sözlük yazarıyım?
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap