87 entry daha
  • işte buyrun, size bir hayal gücü egzersizi: günümüzden yaklaşık kırk beş milyon yıl önce yaşamış, küçük bir kedi boyutunda, kabarık tüylü, uzun kuyruklu, vücudu maymunu, yüzü lemuru andıran memeli bir dişi hayvancığı hayal edin. hayal etmekle uğraşmak istemeyenler, şu linklerden faydalanarak yarı bilimsel çizimlere bakabilir (teşekkürler elphaba) : http://www.latimes.com/…0-2009may20,0,3564414.story) http://csotonyi.com/…rwinius_masillae_csotonyi.html

    yaratığımızı gördük ya da hayal ettik, şimdi, 47 milyon yıl öncesine gidiyoruz. işte bunu, hiçbirimiz kolaylıkla hayal edemeyiz, çünkü biyolojik saatimizin ve kısıtlı zaman algımızın tahayyülde zorlanacağı bir rakam var önümüzde: 47 milyon yıl. gelin, yine de deneyelim: bugün almanya dediğimiz ülkeye, o zamanlar (47 milyon yıl önce) yarı-tropikal yağmur ormanlarıyla kaplı olan bölgeye, frankfurt'un messel köyü civarına gidelim. çünkü yaratığımız orada yaşıyor. henüz bir yaşını bile doldurmamış, 6-9 aylık bir dişi yavru. süt dişlerinin bir bölümü hala ağzında. belki yaşını almamış ama artık annesinden ayrılmış, tek başına beslenme ihtiyacını karşılayabilecek durumda. hatta çok kısa süre önce yapraklar ve böğürtlenlerden oluşan son yemeğini yiyip karnını doyurdu. ve şimdi susadığını hissediyor. ama bir sorunu var, sol ön bileği bir süre önce feci biçimde kırıldı, hala iyileşme aşamasında. bu yüzden her zamanki gibi çevik hareket edemiyor, ağaçlara tırmanamıyor, soydaşlarının kullandığı taze kaynaklara ulaşmak için daldan dala hoplayarak tepelere çıkamıyor. daha kolay ulaşılabilir bir su kaynağına ihtiyacı var. peki şu çukurdaki göl ne güne duruyor? hayvancık, susuzluğunu gidermek için epey çukurdaki messel gölü kıyısına iniyor. göl sularına iyice sokulup burnunu uzatıyor, susuzluğunu gidermeye başlıyor. fakat o da ne? hayvancığımız birdenbire bayılıyor, hatta belki de hemen ölüyor ve cumburlop! göle düşüp sulara gömülüyor...

    çünkü messel gölünün bir sırrı var. messel gölü, aslında müthiş bir volkanik patlamadan sonra oluşmuş, zamanla çevresindeki bütün akarsuları toplayarak göle dönüşmüş derin bir krater. ve bizim küçük yaratığın yaşadığı eosen devrinde, messel gölünün çevresi jeolojik olarak hala aktif durumda, hala düzenli olarak yüzey altı hareketlenmeleri gerçekleşiyor. messel, çoğunlukla balıklara, timsahlara, su böceklerine ve başka pek çok canlıya yuva olan misafirperver bir göl. fakat tektonik hareketlenmeler sırasında adeta bir canavara dönüşerek çevresine volkanik gazlar, toksik dumanlar saçıyor. işte bu zehirli gazlar suyun içinde yaşayan canlıları, üzerinde uçan kuşları, belki yarasaları ve bizim hayvancık gibi kara hayvanlarını zehirleyerek anında öldürüyor. tam da bu dr jekyll bay hyde karakteri, onu 1900’lerde keşfeden jeoloji ve paleontoloji meraklılarıyla uzmanları için messel gölünü bulunmaz bir hazine haline getiriyor, zira burada 10 binden fazla balık fosili, binlerce su ve kara böceği fosili, yüzlerce küçük memeli fosili (bazıları hamile olan cüce atlar, sıçanlar, primatlar...), çok sayıda kuş, timsah, sürüngen ve bitki fosili bulunuyor.

    bu noktada, küçük bir çukurdan bile -çünkü messel artık bir göl değil- zibilyon tane fosil çıkıyorsa niçin şekil şekil, çeşit çeşit fosilimiz yok, niçin küçük kedi boyutunda bir tanecik memeli fosili bulunca google’a bile logo yapıyoruz diye soranlar olabilir. gayet makul bir soru. bu sorunun cevabı, fosilin ne olduğunda ve nasıl oluştuğunda, ayrıca messel gölünü özel kılan koşullarda yatıyor. ilkinden başlayalım, çabucak geçelim, fosil nedir?

    milyonlarca yıl önce yaşamış bir canlının, bitki ya da hayvanın yerkabuğunda, kaya oluşumları veya çökelti katmanları arasında korunmuş kalıntısı ya da izi fosildir. işte hepsi bu. fakat 550 milyon yıllık canlı hayatının çok, çok küçük bir bölümü fosil olarak günümüze ulaşabilmiş, çünkü fosilleşmek öyle her babayiğidin harcı değil. organik maddenin fosil haline gelebilmesi için yaşayan varlıkların öldükten sonra yapmayı pek sevdiği üzere hemen çürümemesi, leş yiyen her türlü yırtıcı hayvan ve organizmadan uzak kalması ve mümkün olduğunca çabuk havayla bağlantısının kesilmesi gerekiyor. bunun için hemen çamurun altına gömülmek şart değil, ölür ölmez kendinizi buz veya reçineyle kaplatırsanız, on milyonlarca yıl sonra siz de bir fosil olabilirsiniz! en azından gövdenizdeki fosilleşmeye uygun sert kısımlar kesinlikle fosilleşecektir, saçlarınız, deriniz, organlarınız için garanti verilmiyor, çünkü yumuşak dokunun korunması çok daha zor. ama sert doku başka: kemik, taş ve kabuk gibi sert dokularda, minicik hava boşlukları bulunuyor. bunlar, diyelim ki bizim küçük hayvancık gibi suyun dibine gömülüp çamurla kaplandığında, içinde çözülmüş mineraller olan su bu boşluklara sızıyor, mineral tuzları sert yüzeyin gözeneklerini dolduruyor ve birikerek kristalleşiyor. bazen sıkışıp katılaşarak orijinal formu alıyor, bazen baştaki organik maddeler, kabuk ya da kemik milyonlarca yıl içinde çözülüyor ve geride, çevresindeki kayaya sirayet eden, minerallerden oluşan bir kopyasını bırakıyor. bir anlamda, orijinal hayvan ya da bitki, kayalaşarak sonraki yüzyıllara binyıllara milyonyıllara ulaşıyor. kara canlılarının fosilleşmesi daha zor, çünkü kuru koşullarda fosilleşme için gereken mineraller ıslak ortamdaki gibi gözeneklere kolayca işleyemiyor. bir de şunu düşünün: fosilleşme için en uygun koşulu oluşturan okyanus ortamlarının çoğu, hâlâ milyonlarca yıl önceki gibi devasa su kütleleriyle kaplı! kolaysa sen git kilometrelerce derinlikte fosil ara bakalım! sonuç olarak, taphonomi denen fosilleşme süreçleri gösteriyor ki, sert bölümleri (kemik, kabuk, sağlam cırnak) olan canlılar, yaygın canlılar (ne kadar çok canlı o kadar çok fosilleşme şansı ya da ne kadar ekmek o kadar köfte) ve soyları tükenmeden önce uzun zaman yaşamış olan canlılar fosilleşme sürecinde daha şanslıdır (her canlı ölümü tadacaktır ama fosilleşmek piyangoda yılbaşı ikramiyesi).

    işte bu sebeplerden dolayı fosilleşmek zor, fosil olarak kalmak da zor, çünkü diğer yandan yerküre hareket etmeye, ezmeye, gömmeye, yok etmeye devam ediyor. (fosilleşme çeşitleriyle ilgili kısa ve süper bir ingilizce yazı için: http://www.colostate.edu/…0/papers_1998/spriggs.htm)

    gelelim messel’i özel kılan koşullara: öncelikle, messel’in zaman zaman zehirli gazlar saçarak adeta bir seri katil gibi her türlü hayvanı topluca öldürüp yuttuğunu anlatmıştık. bir de gölün fosilleşme açısından fiziksel koşullarına bakalım. messel’in derinliği ve derinlerindeki oksijen azlığı, gölün dibine sürüklenen yaratıkların ve bizim minik hayvanımızın naaşını rahatsız edecek, ham hum şurulop yapacak büyük canlılar bulunmadığı anlamına geliyor. sadece bakteriler, minik yaratığımızı ağır ağır yiyip bitiriyorlar. fakat diğer yandan, bakteriler normalde çürüyüp gidecek olan dokuların kalıbını çıkararak, fosilin korunmasına yardımcı oluyorlar: sonunda fosilleşen, yaratığımızın tüyleri, derisi değil, bakterilerin çıkardığı mineral atıkları oluyor: bu mineral atıkları, bakterilerin yalayıp yuttuğu yumuşak dokular biçiminde detaylı gölgeler bırakıyorlar ve bu sayede, paleontolojistler normalde göremedikleri detayları inceleme olanağı buluyorlar.

    ve işte bu detaylar, su içerken zehirlenerek gölün dibini boylayan minik yaratığımızı şimdiye dek messel’de (ve bazılarının iddiasına göre dünya üzerinde) yapılmış en büyük paleontolojik keşiflerden biri haline getiriyor. ve işte bu detaylar sayesinde, ayrıca bugün eski bir maden çukuru, 47 milyon yıl önceyse bir volkanik göl olan messel hakkındaki jeolojik veriler sayesinde, en baştaki hikayeyi gözlerimizle görmüş gibi anlatabiliyoruz.

    küçük yaratığımız, ya da evrim teorisinin babasının adıyla fosil halinde bulunduğu yerin adını bir arada taşıyan darwinius masillae, gerçekten heyecan verici bir varlık, çünkü şimdiye dek bulunmuş en eksiksiz primat fosili: iskeleti, yumuşak dokulu bedeninin ana hatları ve çerçevesi, hatta -artık karbonlaşmış olsa da- son yemeği dahi, çıplak gözle bile görülebiliyor. tek eksiği, sol dizinden aşağısı: onun da topraktan çıkartılırken kırıldığı tahmin ediliyor, çünkü yaratığımız, 1983 yılında, uzmanlar değil, fosil meraklıları tarafından bulunmuş. topal olmasına rağmen, %95’i tamam bir fosil o. (1975’te bulunan 3.2 milyon yıl yaşındaki hominin atamız lucy bile % 40’ı tam bir iskeletti.)

    fakat koparılan kıyametin tek nedeni darwinius masillae’nin neredeyse eksiksiz bir primat fosili olması değil. yaşadığı dönem de onu bir o kadar özel kılıyor. dinozorların soyu bundan 65 milyon yıl önce tükenmiş, yeryüzünde sürüngenler çağının sonu gelmişti. peki jurassic park üçlemesine konu olan canavarlar saltanatı devrildiğine göre, dünyaya kim hükmedecekti? bundan 55 milyon yıl önce, eosen dönemin başında ortaya çıkmaya başlayan modern primatlar tabii. antropoidleri, prosimiyenleri karıştırmayalım: modern primatlar iki ana gruba ayrılıyordu: bir tarafta lemurlar, lemurgiller, diğer tarafta maymunlar ve zoolojik açıdan, biz. ilk primatlar 70 milyon yıl önce ortaya çıkmıştı, ama lemur soyuyla maymun-insan soyunun dinozorlarların yok oluşundan kısa süre (kısa dediysek milyon yıllar) sonra, 60 milyon yıl önce ayrıldığı düşünülüyor. iki grubun hâlâ pek çok ortak yönü vardı fakat aralarında önemli farklar da gelişmişti.

    işte bizim cüce, eosen döneminin ortalarının başında, dinozorların tarih olduğu, memelilerin yeryüzünde cirit atmaya başladığı dönemde yaşamıştı. yani, evrim tarihindeki –bizler, homo sapiens için– büyük bir ayrım noktasından kısa süre sonra fosilleşmişti. bu da onu, evrim tarihinde, aynı soydan gelen iki büyük primat ailesi arasındaki ayrım dönemine yakın bir yere koyuyor. daha da basiti: darwinius masillae ilkel primatlarla homo sapiens arasındaki bağlardan biri oluyor.

    ilk bakışta ilkel bir lemur sanılan bu yaratığın iki anatomik özelliği: alt çenesindeki eksik dişleri ve ayağının ikinci parmağının kısalığı onu lemurlardan ayırıyor. yüzü lemurlar gibi uzun değil, düz ve gözleri önde. beş parmağı olması, bizimkine benzeyen, diğer dört parmakla karşı karşıya gelebilen kavrayıcı başparmağı -yani primatların alameti farikası olan opposable thumb- ve ayak bileği kemiği de onu bizim en eski atalarımızdan biri yapıyor. bir baculumu ya da penis kemiği olmadığı için, dişi olduğuna hiç şüphe yok. ayrıca, kocaman göz çukurları ve kocaman gözleri büyük olasılıkla gece karanlığında iyi gören nokturnal bir yaratık olduğu anlamına geliyor, salata ve böğürtlenlerden oluşan son yemeği –ve dişleri– de vejetaryen olduğunu gösteriyor: bunlar onu lemurgillerden mi yoksa simian mı yapar bilemiyorum ama sempatik yapıyor, o kesin.

    adı şimdiye dek tam 1350 kere keşfedilen farklı türlere verilen nomenclature rekortmeni charles darwin bu yaratık için ne derdi bilemiyoruz, ama şunu biliyoruz: bugünkü medya çılgınlığı bir yana, bu, darwinius masillae’nin adını son duyuşumuz olmayacak. o cüce kadar boyuyla başımıza ne çoraplar örecek, üzerinden ne tartışmalar yapılacak, kim bilir bize neler öğretecek. açıl lucy, çekil ambulocetus, yol ver tiktaalik! aranıza yepyeni, fıstık gibi bir kardeş geldi: popüler adıyla ida. belki de o, “heyvan” diye elimizin tersiyle bir kenara ittiğimiz dünyadaşlarımızı farklı gözlerle görmeyi biz insanlara öğretebilir.
135 entry daha
hesabın var mı? giriş yap