• kurtler ve aleviler ile ilgili calismalariyla avrupa'da cok iyi taninan fakat turkiye'de pek bilinmeyen yazar. fransa'da akademik faaliyetlerini surdurmektedir.
  • "türkiye' nin modern tarihi" adlı kitabı okunmalıdır. gündemi yakalamak isteyenler için güzel bir kaynak.
  • "ortadoğu: bir şiddet tarihi" isimli eserinin önünde saygıyla eğilmek istediğim yazar. bir insan bu kadar karmaşık ve geniş bir konuyu ancak bu kadar güzel özetleyebilirdi yani.

    ortadoğu'yla ilgili okuduğum en iyi türkçe kitabın yazarıdır diyerek tanım vermek isterim bu noktada.
  • hamit bozarslan: islamcılıktan gelen hareketler neoliberalizme kaydı
    arap âlemini, ülkelerin özgün koşullarını göz önünde bulundurarak inceleyen hamit bozarslan'la ortadoğu'yu ve islamcılığa dair bazı meseleleri konuştuk

    asım öz/ dünya bülteni

    arap isyanlarının öncesine ve sonrasına dair hem temel bir bilgi hem de önemli bir yorum sunan ortadoğu'nun siyasal sosyolojisi, osmanlı imparatorluğu'nun sınırları içindeki arap bölgelerinin birinci dünya savaşı ertesinde bölünmesi, 1948'de israil devletinin kurulması, 1979'da sscb'nin afganistan'ı işgali ve iran devrimi, 1980-1990 arasında çıkan bölgesel savaşlar ve son olarak 11 eylül 2001 saldırısından sonra başlayan "teröre karşı savaş" gibi olguların, meydana geldikleri yerlerden çok uzaklarda bile siyasal dinamikler yaratabileceğini ortaya koyuyor.
    önemli bir değişime sahne olan arap âlemini, ülkelerin özgün koşullarını göz önünde bulundurarak inceleyen hamit bozarslan, türkçe baskıya özel "önsöz"le 2011 sonu itibariyle ortadoğu'nun siyasal portresini çiziyor ve karmaşık değişimleri anlamlandırmamızı sağlıyor. bozarslan'la kitabından hareketle ortadoğu'yu ve islamcılığa dair bazı meseleleri konuştuk.
    asım öz: ortadoğu'nun siyasal sosyolojisi kitabınız yayımlandı. önce genel olarak ortadoğu çalışmalarına haklim olan modernist, islamcı, iktidar doktrini ve aşiret yapısına odaklanan paradigmalardan söz edelim. bu paradigmaları indirgemeci buluyorsunuz. niçin?
    hamit bozarslan: bu soruya cevap vermeden önce, daha 30 yıl önce kimsenin anlamını bilmediği "paradigma" kavramının bu denli yaygın bir şekilde kullanılmasından duyduğum rahatsızlığı dile getirmek istiyorum. bir paradigma, araştırmacının bir olguyu ya da bir sahayı araştırmak için kendi tercihi sonucu kabul ettiği genel bir çerçeveden çok, bir bilim dalının tümünü sarsan ve yeniden kuran bir sarsıntı olarak tanımlanmalı.
    bu genel yorumun dışında yukarıda bahsettiğiniz "paradigmalar"ın ya araştırmayı tam anlamıyla tıkadıklarını, ya ortadoğu'ya has süreçlerin ele alınmasına imkân tanımadıklarını, ya da, tam aksine, ortadoğu'yu tamamen bir öznellikler ağı içinde hapsettiklerini görmekteyiz. örneğin, modernist "paradigma" iktidar ilişkilerini tümüyle gözardı ederken, islam'a ağırlık veren paradigma, tam aksine, iktidar dahil her şeyi bir "islamî öznellik" ya da istisnadan yola çıkarak açıklamaya çalışmakta. kalkış noktaları ne olursa olsun, bu yaklaşımların çok-verili ve muhtelif gözlemlere dayanan tarihsel sosyolojik bir okuyuşa imkân bırakmadığını görmekteyiz.
    sizin ortadoğu'yu irdeleme sürecinde önerdiğiniz farklı bir paradigma var mı?
    tam aksine: dileğim, toplumların ve sosyal olguların paradigmatik çerçevelerin dışına çıkılarak, birbirleriyle ihtilaflı ama eşzamanlı süreç ve dinamiklerin aynı anda ele alınması yoluyla okunması. paul feyerabend'in yıllarca önce dile getirdiği önerilerden de yola çıkan bu arzu, toplumların kompleksitesinin anlaşılmasının zorunlu koşulu olarak ortaya çıkmakta.
    çalışmalarınızda kullandığınız belli başlı kaynaklar neler?
    sunduğum ortadoğu okuyuşları daha çok makro düzeyde olduğu için, çalışmalarımda, özellikle monografi ağırlıklı olmak üzere ikinci el kaynaklardan yola çıkıyorum. bu çalışmalara son yıllardaki savunulan ve seviyeleri son derece yüksek olan doktora tezlerini ve son on yılda epeyce ziyaret ettiğim ortadoğu ülkeleriyle ilgili kişisel gözlemlerimi de eklemem şart. örneğin, kitapta "yenişehirler"le ilgili yazılan sayfalar hemen hemen tümüyle kendi gözlemlerime dayanmakta.
    ortadoğu'yu tanımlamak güç. sizin ortadoğu tanımınız oldukça geniş bir alanı kapsıyor. şunu sormak istiyorum: ortadoğu kavramının oluşumunda islâm'ın rolü nedir?
    bu soruya net bir cevap verebilmek çok zor. ihtilaflı, gergin bir ortadoğu okunuşunun önemi burada bariz bir biçimde ortaya çıkmakta. bir yandan tarihsel olarak, yahudiliğin ve hıristiyanlığın da beşiğini oluşturan ortadoğu sadece islam'la belirlenmiyor; örneğin, 1950'lerde, araştırmacılar mısır'ı hindistan'la, türkiye'yi güney kore'yle karşılaştırmaktaydılar. dünya sol hareketine model oluşturan filistin hareketi, che guevara'yı kendisine bir model olarak almaktaydı. ama diğer yandan da, tarihsel olarak islam'ın hem bir din, hem de hukuksal, eğitim ve idari kurumlar bütünlüğü ve bir kültürel anlamlar haritası olarak ortadoğu toplumlarının oluşmasında son derece önemli bir rol oynadığını da görmemek mümkün değil. aynı şekilde, 1979'den sonra islamcılığın, bütün iç nüansları ve ihtilaflarıyla birlikte bir ideoloji ve bir ütopya olarak ortadoğu'nun hegemon aktörü olarak ortaya çıktığı ve belli bir ölçüde ortadoğu'yu "islamlaştırdığı" da açık.
    ortadoğu'daki tarihsel, sosyolojik, siyasi ve ekonomik değişimleri ele alan incelemenizi 1919-1979 ve 1979-2010 olmak üzere iki tarihsel döngü üzerinden gerçekleştiriyorsunuz. ortadoğu'yu tarihsel döngülere ayırarak incelemenin sunduğu imkânlar nelerdir?
    aslında üç tarihsel döngüden bahsetmek gerekli: osmanlı imparatorluğu'nun çöküşü ve arap isyanlarıyla başlayan ve israil'in kuruluşuyla sona eren 1918/1919-1948 dönemi, israil'in kurulmasından iran islam devrimi, camp david antlaşmaları ve afganistan'ın işgaliyle belirlenen 1979'a kadar gelen ikinci bir dönem ve 1979-2011 dönemi.
    bu tür bir yaklaşımın getirdiği avantajların başında, tarihin tek bir sahanın ötesinde sarsıcı ve dönem kurucu, makro düzeyde ağır sonuçları olan olaylardan yola çıkılarak okunması gelmekte. ikinci avantaj, bu olayların yeni ve uzun vadeli sübjektivitelerin (öznellikler), bölgenin tümünde paylaşılan, milliyetçilik, sol ya da islamcılık gibi yeni siyasi sentaksların oluşmasını mümkün kılması. üçüncü olgu ise, ibn haldun'un asırlar önce önerdiği gibi, 30-40 yıllık bir döngünün toplumların değişmesinin ve yeni nesillerin yükselişinin ve tükenişinin anlaşılmasını mümkün kılacak ölçüde anlamlı bir zaman dilimine tekabül etmesi.
    ortadoğu'da meydana gelen 'olay'lar hakkında farklı adlandırmalar var. bazıları bahara vurgu yapıyor. bazıları tarihin uyanışı diyor. siz nasıl adlandırıyorsunuz? olup bitenleri devrim kavramı çerçevesinde adlandırmak mümkün mü?
    ne "bahar" algısı ne de "uyanış" teşbihi analitik olarak pek büyük bir anlama haiz değil. en azından 2011 itibariyle söz konusu olan, bir "ihtilal konfigürasyonu". norbert elias'tan yola çıkarak arap alemindeki ihtilalci krizleri yorumlamak için kullandığım "konfigürasyon" sözcüğü, iktidarların çökmediği ama artık gündemi belireleyemedikleri ve topumsal itaatı yeniden üretemedikleri, direnen "sokağın" ise gündemi tümüyle belirlediği, ama henüz "saray"a hâkim olamadığı anı belirlemekte.
    arap aleminde kopuş beklentisinin 2011'de son derece yoğun olarak yaşandığı kesin. ama bir ihtilâl konfigürasyonu, aynı zamanda değişik, birbirleriyle ihtilaflı ve öngörülemeyen süreçlerde bir arada gelişen dinamiklerin de ortaya çıktığı bir an olarak algılanmalıdır. daha 2011'den itibaren, hem tunus'ta, hem de mısır'da kopuş ve restorasyon dinamikleri bir arada gelişmekteydi. bu süreç, "ihtilalci" sokağın giderek zayıflaması ve muhafazakâr, islamcı muhalefetten gelen, eski iktidar odaklarıyla yeni bir zeminde buluşan bir iktidar blokunun oluşmasıyla belirlendi.
    libya, yemen ve özellikle de suriye'de ihtilalci konfigürasyonun, en azından ilk günlerde, tunus ve mısır'dakilerle benzer özellikler taşıdığını görmekteyiz. ama, bu ülkelere has sosyal yapılar ya da iktidar ilişikleri nedeniyle, kısa bir zaman içerisinde ihtilal dinamiğinden bir sosyal çözülme ve son derece yaygınlaşmış bir şiddet olgusuna geçildiğini söyleyebiliriz.
    arap dünyasındaki halk ayaklanmalarından önce kaleme aldığınız kitabınıza yazdığınız sunuşta, kitabı yazarken bu tür bir patlamanın olabileceğini düşünmediğinizi ifade ediyorsunuz. meydana gelen halk ayaklanmalarını nasıl yorumladınız?
    kitapta, "doğal olarak öngörülemez ihtilâl ya da büyük ölçekli şehir ayaklanmaları dışında" mevcut sistemlerin devam edebileceğini belirtmiştim. iktidarların ne kadar çözülmüş, hegemonya kurabilmekten uzak iktidarlar olduğunu bilmeme rağmen, halk ayaklanmalarını tüm meslektaşlarım gibi ben de bir sürpriz olarak yaşadım. ama aynı zamanda, bunlardan yola çıkarak hem genel hem de öznel bazı sonuçlar çıkarmaya çalıştım. bunlardan genel olanı, ihtilallerin sosyolojisi ile ilgili. ihtilallerin temelinde ağırlıkları ancak kopuş sonrası anlaşılabilen yapısal krizler bulunmakta, ama bu krizler kaçınılmaz bir şekilde bir ihtilalci kopuşa yol açmamaktalar. ihtilal süreci genellikle son derece kısa bir zamanda hem nesnel hem de öznellikler düzeyinde niteliksel bir kopuşa, daha önce büyük bir kanıksamayla ya da kadercilikle normal olarak algılanan iktidar ilişkilerinin aniden, toplumsal düzeyde kabul edilemez olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. bu "hızlanma" olgusunda iktidarın kriz mühendisliğinin önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekli. iktidarlar, genellikle toplumlara bir sistem olarak dayattıkları rutinlerin kurbanı olmakta, patlayan krizin vahametini algılamakta zorlanmaktadırlar. iktidarların bu "epistemolojik krizi" aynı zamanda kaçınılmaz olarak onları bir atalete itmekte ve böylece de krizin ağırlaşmasına sebep olmalarına yol açmaktadır.
    öznel sonuçlara gelince: tunus başkaldırısından sonra, ortadoğu ile ilgili sınıf tahlilleri konusunda ne kadar cehalet içinde olduğumuzu bir kez daha anladım. örneğin, ortadoğu toplumlarının temel dayanaklarından birini oluşturan enformel sektör hakkında, ya da başkaldırılarda belirleyici bir rol oynayan orta sınıflar hakkında elimizde hiç bir bilgi yoktu (ve hâlâ da yok). oysa ki, ağır bir marjinalliğe mahkûm bulunan enformel sektörün iç dayanışma ve mobilizasyon kapasitesi, en azından tunus'ta başkaldırıyı tetikleyen ve nispeten uzun bir zaman dilimine yayılmasını sağlayan faktörlerin başında gelmekteydi.
    aradan geçen süreçte belirsizlikler devam etse de sözgelimi tunus'ta bazı noktalarda kısmen "durulma "meydana geldi gibi. ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte gelinen durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
    bu konuda nispeten nüanslı davranacağım. 2011-2012'de hem değişim hem de istikrar talebi bir arada dile getirilmekteydi. bugün, kesif iktisadi bir krizle karşı karşıya bulunan mısır ve tunus'ta istikrar bekleyişinin bu denli güçlü olarak ifade edilmesine şaşırmamak gerekiyor. ama, aynı zamanda, 1918/1919, 1948 ya da 1979 kopuşlarının da gösterdiği gibi, her önemli kopuş en azından on yıllık, belirsizliklerle dolu yeni gelişmeleri de beraberinde getirmekte. "gelinen durum"un daha başındayız ve önümüzdeki yıllarda hangi dinamiklerin ağırlıklı olarak öne çıkacağını, ülkelerin iç gelişmelerinin, ve özellikle de bölgesel düzeyde makro gelişmelerin nasıl seyredeceğini bilemiyoruz. bunu geçmişe yönelik bir örnekle dile getirebiliriz: 1979'da hiç kimse afganistan savaşının 1990'larda cezayir'in gelişimini belirleyebileceğini ya da lübnan iç savaşı'nın türkiye'de pkk'nin gerilla savaşının temelini oluşturacağını tahmin edemezdi. en azından kara afrika'da son aylarda olup bitenler, 2011'in etkilerinin önümüzdeki yıllarda ne kadar önemli olacağını göstermekte, ama gelişmeleri öngörebilmemize yetebilecek verileri sunamamakta.
    tunus ve mısır'da ordunun protestoları doğrudan bastırmak için ortaya çıkmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
    burada bir kartel haline gelen devlet içinde ordunun göreceli bir özerkliğe sahip olması son derece önemli bir rol oynamaktadır. kriz karşısında artık yeniden aday olmayacağını vaad etmekten başka bir çözümü kalmamış olan liderlerin bu şekilde gayrı-meşru olduklarını itiraf etmeleri ve orduya bir ufuk sunamamaları da askerlerin devrim sahasında, kerhen de olsa, baskıya katılmama yoluyla bir rol oynamalarını sağlamış bulunmaktadır.
    suriye'deki rejimin muhalefete karşı sert bir tavır geliştirmesinin sebebi ne? buradaki geçişin suriye içerisine değil aynı zamanda dışarıya doğru bir patlama halinde olacağına dair yorumlar yapılmıştı..
    suriye'deki devlet kartelinin niteliği mısır ya da tunus'takilerin oranla çok daha değişik: resmi-devlet gerçek-gizli devletin, resmi ordu iktidarla organik olarak içiçe geçmiş milis ordusunun, resmi ekonomi, iktidar tarafından kontrol edilen predatör ekonominin paravanasını oluşturmakta. türkiye'de de ittihad ve terakki'den bu yana örnekleri görülen bu organik çete yapısının intiharî bir baskıdan başka bir tercihi bulunmamaktaydı. iktidarın temel nüvesinin nüsayri bir azınlıktan gelmesi de bu imha senaryosunun sahneye konulmasını hızlandırdı. bugün rejim üçlü bir baskı yöntemine başvurmakta: sünni sahanın fizikî imhası, kürtler ve hıristiyan azınlıklar nezdinde korku mekanizmasının kullanılması ve nüsayri cemaatinin sadakatini sağlamaya yönelik yoğun bir iç baskı. iktidarın düşmesi durumunda bu cemaatin zor bir durumda kalacağı açık.
    rusya'nın ortadoğu'ya tekrar dönüşü suriye'de yaşanan gelişmelerde daha da belirginlik kazandı. rusya'nın ve çin'in ortadoğu'daki varlığı bölgedeki gelişmelerin aynı zamanda yeni soğuk savaş çerçevesinde okunmasını mümkün kılar mı?
    bu soruya, "henüz değil" diyerek cevap vereyim. ama önümüzdeki belirsizlikler son derece kesif. yarın iran'ın ve parçalanmış toplumlar olan irak'ın ve lübnan'ın nasıl bir konumda olabileceklerini bilemiyoruz. aynı şekilde, her şeye rağmen abd ve batı'ya muhtaç olan ama ortadoğu ile ilgili olarak radikal bir tutuma sahip olan rusya, ve "dünyanın ikinci büyük gücü ve asya'da abd'nin rakibi olmakla birlikte ortadoğu'da doğrudan büyük bir nüfuz sahibi olmayan çin'in ne tür stratejiler geliştirebileceklerini bilemiyoruz.
    iran ve suriye özelinde somutlaşan ortadoğu antiemperyalizminin latin amerika'dan farklı olduğunu belirtiyorsunuz. hangi noktalarda farklılaşıyor bu iki bölgedeki antiemperyalizm?
    yaklaştıkları noktalar hemen hemen sıfıra yakın. popülist tandanslara rağmen latin amerika, yeni, plebiyen kökenli elitlerin dile getirdikleri sosyal adalet (ve buradan yola çıkarak, çok kültürlülük, azınlık ve birey haklarının savunulması...) ve bağımsızlık gibi temalarla belirlenen bir anti-emperyalizme sahne olmakta. ortadoğu'daki devlet tekelli anti-emperyalizmlere gelince, bunlar, iktidardaki elitlerin iktidar olma sıfatlarıyla kurumsallaştırdıkları diktatörlüklerin sınırsız egemenliğini savunan bir anti-emperyalizm haline gelmiş bulunmakta. türkiye'de ulusalcılık gibi bir akımın savunduğu anti-emperyalizm de bu türden bir anti-emperyalizm.
    islamcı hareketlerin yaşadıkları dönüşümlere de değiniyorsunuz. islamcılık doğup geliştiği ülkelerin yabancılaşma sorununu aşmak için "özgün" bir yol önerebildi mi? yoksa bütün iddialarına rağmen daima eklektik mi kaldı?
    islamcılığın "özgün" bir düşünce geliştirdiğini ya da "özgün" bir yol önerebildiğini söyleyebilmek mümkün değil. bu yüzden de, 1979'dan 35 yıl sonra islamcılığın ya hedefleri belli olmayan bir şiddet girdabında boğulduğunu ya da "ihtilalci" bekleyişlerinden kopup son derece muhafazakâr, ama aynı zamanda da ekonomik olarak neo-liberal bir konuma geldiğini görmekteyiz. bu nedenle de islamcılığın negatif, vülger bir eklektisizmden kurtulamadığını ve giderek baskıcı bir ortopraksinin ötesinde kendine has bir kimlik oluşturamadığını söyleyebiliriz.
    halbuki çok daha gergin, ve bu nedenle verimli bir eklektisizm de mümkün olabilirdi. arkoun, suruş, sarfi ve sarfi, ya da filaly-ansari gibi düşünürler, entelektüel islami gelenekler ve hıristiyanlık ve yahudilikten, hatta ateizmden gelen gelenekler arasında bir diyalogun oluşabileceğini, bu şekilde insanlığın koşulunun sorgulanamasının, yarılmalarla belirlenmiş bir düşüncenin ortaya çıkabilmesinin mümkün olabileceğini göstermişlerdi.
    islamcılığın bir ulusal güç üretme noktasında başarısız olduğu tespitini yapıyorsunuz. ulusal güç üretmek nedir?
    ortadoğu'da otoritariyanizm her zaman güce tapma ile eşanlamlı oldu. 1950'lerin sol ya da sağ arap milliyetçilikleri otoritariyanizmi arap âleminin zaafiyetinden kurtulmanın koşulu olarak meşrulaştırmaktadaydılar. islamcılar da aynı yola başvurdular. "güç oluşturulması", islam'ın bir din olarak değil de uluslararası arenanın aktörü olarak güçlendirilmesinin yolu olarak algılandı. türkiye'de de bugün akp'yi belirleyen bu. örneğin, akp kendisine (ve insanlığa) "2030'da nasıl bir dünya istiyoruz" gibi bir soru sormuyor, ama 2023'da türkiye'nin ne kadar "güçlü" bir ülke olacağını tartışıyor.
    yaşanan dönüşüm sürecini adlandırmak için post-islamcılık kavramı da kullanılıyor.bu kavram hangi durumları ifade etmek için kullanılıyor?
    aslında bu kavram neredeyse 20-25 yıldır kullanılıyor. kavramın dile getirmek istediği ihtilalci tutku ve dinamiklerini kaybetmiş (ya da onlardan kurtulmuş) islamcı hareketlerin sıradan ve "tehlikesiz" siyasi aktörler haline gelmesi. benim açımdan önemli olan, islamcılıktan gelmiş ve bugün muhafazakârlıkla belirlenen hareketlerin giderek ortadoğu siyaset sahnesinin sağ cenahını oluşturmaları. aynı zamanda, arap aleminin marjlarında ya da diğer islam ülkelerinde radikal bir islamcılığın daha son derece dinamik olduğunu unutmamak gerekli.
    islamcılık ve neoliberalizm konusu son dönem türkiye ve ortadoğu konulu çalışmalarda üzerinde durulan konulardan biri. yetmişli yıllardan itibaren yükselişe gören islamcı hareketleri neoliberalizmin bir sonucu olarak ele alan araştırmalar var. islamcılık ve neoliberalizm tartışmalarına siz nasıl yaklaşıyorsunuz? islamcı hareketlerin yaşadıkları değişimler bu hareketlerin siyaset anlayışlarına ve gelecek perspektiflerine nasıl yansıyor?
    dediğim gibi, radikal islamcı hareketlerin geçmişte kaldığını düşünmüyorum (ya da, bu sonuca varabilmek için biraz beklemek gerekli), ama meanstream islamcılıktan gelen hareketlerin (türkiye ve fas akp'leri, en-nahda, müsülman kardeşler...) neolibarlizme kaydıkları, sosyal adalet kaygılarını bir yana bıraktıkları ve giderek sosyal sorunları siyasal olmayan, zekatla çözülebilecek sorunlar olarak değerlendirdikleri açık.
    ama bu, islamcılığın temelinde neoliberalizmin bulunduğu anlamına gelmemekte. islamcılığın neoliberalizme geçmesinin temelinde bir yandan ortadoğu ve dünya düzeyinde sol hareket ve anlamların tükenmesi, diğer yandan da islam alemindeki sınıf farklılaşmalarının giderek ağırlaşması, ama bununla paralel olarak islamcı militanlık içinde de bir püriten burjuvalaşma olgusunun yaşanması. islamcılığın gücü, muhafazakârlaşmış, geleceklerinden korkan topluluklara, sınıf atlama yoluyla sosyal yükseliş kapısını kapatmadan muhafazakâr bir program sunabilmesi. ortadoğu'da solun en zayıf olduğu nokta da bu.
    bugün islamcı hareketlerin bir gelecek perspektifi olduğunu söyleyebilmek çok zor. el-kaide ya da radikal hareketler sadece askeri anlamda ele aldıkları "cihad"ı "an"da yaşayan, stratejiyi bir yana bırakalım, bir taktik bile geliştiremeyen, ama geniş bir faaliyet sahasına sahip olan hareketler. islamcılıktan gelen akp, müslüman kardeşler gibi hareketler ise, sahip oldukları toplumsal hegemonya kurma kapasitelerini muhafazakârlık, ortopraksi, sosyal disiplin ve güç ütopyasına borçlu olan hareketler.
    ortadoğu'da devletin bir organ değil bir alan olarak ele alınması gerekir diyorsunuz. niçin?
    weberyen devlet tanımlamasına her zaman temkinli yaklaştım. hem ortadoğu'da, hem de dünyanın her yerine, devlet bir organ olmaktan çok, toplumla geçişkenli, kendi içinde ihtilaflı bir iktidar ve iktidar ilişkileri alanını oluşturmakta. bu, hem devletin topluma nazaran gerekli ama göreceli bir özerkliğe sahip olmasını, hem de toplumdan, toplumun eşraf, ulema, entelijensiya, hatta bazı anlarda "silahlı çeteler", "kabadayılar" gibi katmanlarından beslenmesini ve bu şekilde kendisini yenileyebilmesini mümkün kılabilmekte.
    totaliter yapılar (nazi almanya'sı, stalin'in sovyetler birliği, kültür devrimi'nin çin'i, kızıl kmerler'in kamboçya'sı, saddam hüseyin'in irak'ı, ya da kuzey kore), bu genel modelin istisnaları olarak tanımlanabilirler.
    ortadoğu'da devletin toplumu harekete geçirici bir ideolojiyi gündeme getirme muktedirliğine sahip olmadığını belirtiyorsunuz. ayaklanmalar sonrasında iktidara gelen veya gelecek olan yönetimler bu ideolojisizliği aşabilirler mi? ortadoğu'nun akp tarzına yakın siyasal rejimlere evrilmesinin muhtemel sonuçları neler olabilir? ortadoğu halkları pasiflikten çıkarak " bir gelecek ütopyası" oluşturabilir mi?
    henüz değil. toplumlar parçalanmış, yarılmış, ve son derece ciddi iktisadi problemlerle karşı karşıya olan toplumlar. yeni rejimler bu toplumlara ne tür tahayyüller sunabilecek? en azından 2012 itibariyle en-nahda ya da müslüman kardeşlerin israil ya da abd'ye karşı radikal bir hat izleyebilmeleri mümkün değil. ideolojik radikalleşmeyi göze alabildikleri tek alan, ortopraksi alanı (görünürlük sahasının, sosyal davranışların, kadın bedeninin, çocukluğun .. kontrolü), ama 1979, ve özellikle de iran-irak savaşı sonrası iran'da mümkün olan bu stratejinin ise karın doyurabilmesi mümkün değil.
    bu perspektiften yola çıktığımızda, akp'nin türkiye'si ve arap ülkeleri arasındaki farkı hem görebiliyoruz: 20-25 endüstri sitesine sahip olan türkiye'de, en azından şimdilik akp'yi besleyebilen püriten bir burjuvazi var. aynı şekilde, istanbul belediyesinin bütçesi 7 milyar liraya, bursa belediyesinin bütçesi 800 milyon liraya yakın. mısır, tunus, hatta fas'taki islamcılıktan gelen aktörler, ciddi sosyal programların geliştirilmesine ve sosyal sorunların yapısal sefalet pahasına da olsa belediye subapları yoluyla asgariye indirgenmesine imkan tanıyan bu tür kaynaklara sahip değiller.
    peki hem mevcut diktatörlükler hem de islamcılık karşısında bir alternatif olabileceği iddiası ile yola çıkan liberal ve sosyalist hareketlerin ortadoğu'daki geleceğini nasıl yorumluyorsunuz?
    ortadoğu'da nasıl tanımlayabileceğimi bile bilemediğim sol son derece ciddi bir kriz içinde. 1950 – 1070'lerde sol hareketler hem plebiyen hem de entelektül bir sosyal temele sahiptiler ve anti-emeperyalist bir söylem yoluyla toplumsal bir hegemonya kurabilmekteydiler. ilerleme, sosyal adalet ve bağımsızlık birbirlerini tamamlayan programlardı. oysaki son yirmi-otuz yıl içinde, "orta sınıflaşan", daha doğrusu kendisini hor gören devletin maaşlı rantiyeri haline gelen solun sosyal tabanı hemen hemen tümüyle erimiş bulunmakta. mahalle al-kubra gibi işçi hareketinin yoğun olduğu yerlerde bile, sol, bir akım olarak yer tutamamakta. son on yıllarda solu belirleyen sosyal, siyasi bir programdan çok, ya savunduğu ama genel toplumsal muhafazakârlıkla tezat içinde olan yaşam tarzı, ya da hem otoritariyanizmi hem de islamcılığı eleştiren ama toplumsal bir tabana hitap edemeyen söylemleri. bu gözlemler tabii ki solun önümüzdeki yıllarda yeniden canlanamayacağı anlamına gelmemekte.
    ortadoğu'da yaşanan gelişmeler karşısında ortaya atılan çözüm önerilerinden birinin edebiyat ve sanat olduğunu ifade ediyorsunuz. son yıllarda sanata ilişkin tartışmaların artmış olması bununla mı ilgili?
    sanıyorum evet. toplumların tarihleriyle, koşullarıyla, yaşadıkları şiddetle ve korkularıyla ilgi dile getiremedikleri konular, son derece çıplak, bazen de haşin bir dille bu eserlerde dile getirilmekte.
    son olarak şunu sormak istiyorum. ortadoğu'da islamcılık konusu üzerine yapılan çok çalışma olduğundan söz ediyorsunuz. son yıllarda islâmcılık üzerine yapılan çalışmalarda öne çıkan temalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
    bu konuda beni en çok rahatsız eden ya bir tıkanma –ve kendini tekrar- ya da tarihsel-sosyolojik yaklaşımlardan çok güvenlik kaygılarından ya da "jeostrateji"den yola çıkılarak sunulan okumalar. bu çalışmaların çok önemli bir kısmının "son kullanış tarihi" yayınlanmalarından sonraki bir iki haftayı aşmamakta.

    kaynak: http://www.dunyabulteni.net/…haber&articleid=221748
  • bir önceki entrymde bozarslan ile ilgili, eski bir yazısına dayanarak, eleştirmiştim. son dönemde, daha doğrusu kısmen kobane ama özellikle 7 haziran seçimleri sonrası ve öz yönetim tartışmaları, türkiye'deki kürt hareketine daha soğukkanlı bakmaya başladığını görüyorum. ortadoğu'ya esirgemediği akademisyenliğini türkiye'deki kürt hareketine de bahşetmeye başladı. sanırım son dönemde kürt meselesi üzerine yazan genç kürt akademisyenler ve dahi türkiye'deki kürt hareketi üzerine içeriden bakan entelektüel ilgiden beslenmiş. bir de yıllardır tutunduğu barzani'nin, iyice görünür olan despotluğu da onu başka arayışlara itmiş.

    ayrıca ortadoğu çalışmaları kürt hareketi ile ilgili karşılaştırmalı ve hakkaniyetli tartışma yapmasına zemin olmuş (iletişim yayınlarından çıkan kitapları).

    pkk için fanoncu bir orijine sahip demiş ama kendi analizleri de fena halde fanoncu: "bu süreç [karşı şiddet pratikleri], aynı zamanda özneleşme, yani devletin ya da bir iktidar erkinin bir “nesne” ya da “yığın” olarak gördüğü grubun aktörleşmesi sürecidir. kolektif bir aktör olarak şiddete başvuranlar, kendilerine artık hükmedilemeyen, bir geçmiş, içinde bulunulan an ve gelecek okuyuşuna ya da tahayyülüne sahip, başka bir meşruiyeti savunan aktörler olarak ortaya çıkmaktadırlar".

    kürt hareketi bozarslan'ı da dönüştürdü ya :)

    analizlerinden bir kaçını buraya alacağım:

    -" o hendekle anlatılan bir şey var. “serhıldan” (başkaldırı) geleneği oluşuyor koca bir coğrafyada. ölenler oluyor, soğukkanlılıkla gerekirse yenilerinin de olacağı biliniyor. şifreler çözülmüş, karamsarlık geçmiş ama acı çekme devam ediyor. binlerce insan cenazelerini kaldırıyor ve oradaki tek ses diyor ki: pkk, halktır. halk burada. aralarından biri alınmaya kalkışılırsa, öz savunmaya geçiyorlar. devlet mekanizmasının dişleri, bir yerde takılı kalıyor. karşılıklı öğütme başlıyor ve biz izleyenler “şiddet” deyip geçiyoruz. 35 günlük ölü bir bebeğe baktığınızda, bayatlaşmış bir savaşın bu zamana kadarki şiddeti üzerine uzun tahliller yapmaya hacet duymadan, “dursun artık” diyoruz ama bir yandan yakın zamanlarda durmayacağı da aşikar."

    -"güney ve rojava pratikleri bile, çok kısa bir zaman içerisinde gerilla dönemi şiddetinden “iktidarlaşma” sürecinin bir parçası olarak “ordulaşma”ya, yani şiddetin çok daha üst bir düzeyde örgütlenmesine geçildiğini gösteriyor."

    -"şiddet ancak nadiren özerk bir “aksiyon repertuvarı” olarak çıkıyor. ibn haldun’un daha 14. asırda belirtiği gibi, salt bir tepki olarak ortaya çıkan bir şiddet hareketi tarihselleşemiyor, zaman ve mekanı belirleyici bir olgu olarak ortaya çıkamıyor. şiddet, ancak şiddete dayanmayan repertuvarlarla birleşebildiği, iktidar ilişkilerini değiştirebildiği ya da yeni iktidar dengeleri kurabildiği oranda siyasi açıdan bir önem kazanabiliyor".

    -"doğuş aşamasında pkk, “fanoncu” olarak değerlendirebildiğimiz bir yapıya sahipti. şiddeti, sadece kürdistan’ın kurtuluşunun değil, yeni bir kürt insanının, yeni bir kürtlüğün oluşturulmasının koşulu olarak görüyordu. bu -özgürleştirici ve yüzyılların kirliliğini temizleyici- şiddetin, aynı zamanda kürtlüğün ortadoğu’da sosyalist devrimin ana halkasını oluşturmasını sağlayacağı düşünülüyordu. bugün, pkk kürtlüğe yine evrensel bir rol biçmeye devam etse de, bu artık şiddetle belirlenen bir rol değil. aynı zamanda kürt toplumunun ne kadar zenginleştiği, farklılaştığı, dinamikleştiği ve hem siyasi hem de kültürel sahalarda ciddi bir birikim yarattığı ortada".

    -" şiddet, devletin “kahredici”, “te-miz-le-yi-ci” olarak sunduğu zorun işlevsizliğini, hatta, devletin “kendi” sokaklarına tanklar eşliğinde girmeye mecbur kalacak kadar “yabancılaştığı”nı gösteren bir araç haline gelebiliyor".

    -"hendek pratiği da, gerilla ya da serhıldan olguları gibi binlerce yıllık tarihi olan, “korunmayı” mümkün kılan askeri bir pratik. “hendek” kazma, aynı zamanda devletin güçlerine “mekana sahip olamadıkları”nın ve dolayısıyla bir “işgal ordusu”, bir “işgal polisi” olarak değerlendirildiklerinin hatırlatılması" fanon vol. 2.

    hamit bozarslan: şiddet ve devlet zoru arasında diyalektik bir ilişki oluşabilir; http://m.bianet.org/…yalektik-bir-iliski-olusabilir
  • güvenmiyorum.

    http://www.ozgurlukcusol.com/…ik-bir-tarih-cokuyor/

    semptom okuması niyetine birkaç not.

    # şu anda medeniyet diye siyasi veya sosyolojik literatürde itibar edilen bir kavram yok. bunu ısıtıp sunmanın hangi gündemden, konumdan ve siyasi ittifaktan geldiğini gayet biliyorum.

    # dünyanın dört bir yanında söylemlerin, sermayenin örgütlenme biçimlerinin hızla dolaştığı, savaşların adete tek dağınık bir meydanda birbirini etkileyerek tarihsel enkazların üstünde devam ettiği dünyada bugünlerde 'sosyolojik ayrışma' demek ne demektir?

    erdoğanı erdoğanla anlamak ve yine kendi söylemleriyle eleştirmek bunların bir dışı olmadığını ve bunların etkin olduğu kabulüne dayanıyor, yok sayıyor, inkar ediyor, geliştiriyor birçok şeyi. erdoğan'ın hareketlerinin mümkantını yine erdoğan'da bulmak ne kadar yanlış, ayıp ve kötü say say bitmez.

    "sınırlı bir gerçek" neden? "şu ya da bu nedenle"
    "gezi aynı zamanda ciddi bir toplumsal tabanı olmayan bir çıkıştı"
    (dede edit: korkut boratav: (bkz: #35014805) @sozluk)

    katman, katmanlar. .. katmanlarımız...
    'cılız tepkile'rimiz...
    'değişik katmanlar'ımız..
    'fragmantasyon süreçleri'miz...
    işbirlikçilik nedir usta? bu süreçte hangi işbirlikler vardır ustaaa...
    'türkiye zgökalpçılın bedelini ödüyor.' :) tarih ötesi söylemin hakimiyeti. silah gibi siz de kulanıyorsunuz onlar da budur işbirlilçilik işte. bizse tarih a la benjamin. shame on you:(

    "ülkeler ancak birlikte yaşama iradesini, birlikte yaşama tahayyülünü gösterebildikleri ölçüde güçlü olabiliyorlar"
    ahahaaahahahahaaa

    format için üzgünüm, gerçekten, vakit yoktu.
  • darbe sonrası hakkında konuşmuş;

    http://www.gazeteduvar.com.tr/…in-rehinesi-turkiye/
  • birikim ekim sayısında ahmet insel ve tanıl bora kendisi ile bir söyleşi gerçekleştirmiş, birikim bi güzellik yapsa da bu söyleşiyi siteden yayınlasa...

    http://www.birikimdergisi.com/…saldiri#.wbxpedzr1jo
hesabın var mı? giriş yap