• atatürkün hayatı diye gittiğim film.. çıka çıka ne çıktı..
  • gişe yapmasından on sene sonra izlediğim; mükemmel bir hayatın bir anda tepetaklak olması hakkında, zeki ve aşırı kontrollü bir adamın yaşadığı tek bir olay sonucu kafayı yeme hikayesini anlatan film. son söyleyeceğimi ilk başta söyleyip, en çok beğendiğim birkaç türk filminden biri olduğunu itiraf etmeliyim. bu diyarlarda efsaneleştirilen gemide, ağır roman gibi filmlerden pek de bir eksiği olmayıp bunun yanında teknik olarak artıları olan, konu ve tarz olarak farklı olsa da genel kalite olarak tabutta rövaşata ayarında bir film olarak görüyorum ben bunu. konunun derinliği, anlatılmak istenen nokta, karakter analizi gibi şeyleri atlayıp, film hakkındaki güzel ayrıntılar ve hoş repliklerden bir demet sunmak istiyorum şimdi:

    --- spoiler ---

    filmin en can alıcı kısımları, iki adamın evde konuştukları olduğu için alıntıların çoğu da bu kısımdan olacak.

    > mustafa fikret'i mahallede kaçırdığı sırada fikret ellerini kaldırıp ilerlerken mustafa "indir lan ellerini. kovboy filmi mi çekiyoruz burada" diyerek klişelere güzel bir gönderme yapılıyor.

    > hemen ardındaki sahnede arabada giderlerken fikret "aşk olsun be abi, bizde yalan olmaz" deyince mustafa'nın* öyle bir bakışı var ki, "bana kimler ne yalanlar söyledi" diye haykırıyor adeta. aynı bakışı, göl evine gittiklerinde mustafa fikret'e "bana yalan söylemeye kalkarsan hemen anlarım. karımı çok iyi tanırım çünkü" dedikten sonra nejat işler'in şaşkın bakışına karşılık da atıyor fikret kuşkan.

    > mustafa göl evinden iş yerine telefon açtığında; göl evinde arkada fikret sandalyeye bağlı bir şekilde tutsak rölünde, ajansta ise iş arkadaşının arkasında kafeste bir köpek var tutsak olarak.

    > stanley kubrick yapsa öve öve bitiremeyeceğimiz bir ayrıntıyla devam etmek istiyorum. mustafa, fikret'i sandalyeye bağlayıp markete çıkıyor. çıkarken de fikret'i, onun için kazdığı çukura* doğru konumlandırıyor ki fikret kendi mezarını izleyip acı çeksin. fakat o konumdan çukuru görmek zor olsa gerek ki, fikret'in sandalyesini bir yığın kitabın üzerine oturtuyor. bu bir saniyelik ayrıntıdan "kitap okumak ufkumuzu genişletir", "mustafa, fikret'in cahilliğini yüzüne vurmak istiyor", "tıpkı 'cehalet mutluluktur' sözünün anlattığı gibi, kitaplar bize kötü sonumuzu* gösterebilir" fikirlerinden size uyan istediğinizi çıkarabilirsiniz.

    > fikret'in mustafa'ya bu aldatmayı anlatmaya ilk başladığı anlarından bir repliği: "sen bi sebep arıyon dimi? ille de bi sebep... kafanın içinde dönüyor: 'neden? neden?' sana bişiy diyim mi beyim? nedeni yok. kadın da aldatır erkek de. öyledir işte bu işler. bu kadar da basittir aslında. birbirini beğenirsin, sonra da gider sevişirsin. karın senden intikam mintikam almadı. eğer neden ararsan, binlerce yıllık insanlık tarihine bakıver. nedeni yok."

    > fikret ile ceren'in ilk sevişmesinden sonra fikret tek seferde iki sigara birden yakıyor ve birini ceren'e veriyor. ağır roman'daki bu tarz ayrıntıları övüyorsak, sırf aralarında 8 yıllık fark var diye bunu da boş geçmemeliyiz.

    > ceren'in fikret ile buluşmalarından birinde boğaz kıyısında simit yerken "öğrenciliğimden beri ilk defa yiyorum" demesi aslında mustafa'dan o kadar da farklı olmadığını, ya da belki de git gide mustafa'ya benziyor olduğunu gösteren bir ayrıntı.

    > mustafa ile ceren'in düğün gecesi yataktaki ilk öpücükten sonra mustafa'nın kalkıp dişlerini fırçalaması onun bir soğukluğu olarak lanse ediliyor da... o gerekli bişey be şimdi. yapmayınca da "türk erkeği pis" oluyor.*

    > "kapari ne abi?" - guy ritchie'nin yönettiği bir filmde buna aşağıdan yaklaşan replikler sayfalarca övülüyorsa bunun da o kadar övgüyü görmesi lazım.

    > "bana abi deme" lafından sonraki bir sahnede fikret'in mustafa'ya gene abi dedikten sonra "haa, abi demiyorduk değil mi?" demesi ve filmin sonuna kadar da abi demeye devam etmesi... enfes.

    > mustafa'nın abisini önce sokakta bir yerde ve sonra karabasan olarak gördüğü sahneler de enfes yönetmenlik hünerleri.

    > kazanın olduğu an dinlenen şarkının (ceren, bunun mustafa'nın en sevdiği şarkı olduğunu söylemişti) hangisi olduğunu bulmaya çalışırken mustafa'nın heyecanlanması ve sonunda "hangisiydi be fikret?" diyerek adama ismiyle hitap etmesi, mustafa'nın ne kadar da ben merkezci olduğunu gösteriyor tüm çıplaklığıyla. hikaye boyunca fikret'i itin götüne sokuyor; ama konu mustafa'nın favori şarkısını bulmaya, "ceren mustafa'nın favori şarkısını biliyor mu?" sorusuna gelince mustafa'nın nasıl da aciz bir şekilde fikret'i adam yerine koyduğu çok etkileyici. zaten mustafa'nın arabasının plakasının 34 mst 91 olması da bunun başka bir göstergesi.

    > "geçmiş sen nasıl hatırlamak istersen öyledir bazen."

    > son olarak da film hakkında genel bir yorumda bulunacağım ve bir açıdan da eleştireceğim böylece filmi. filmin genelinde net birer iyi karakter ve kötü karakter olmaması, insanların sebeplerinin olduğu gerçeği üzerinde durulması güzel bir özellik. ancak mustafa'nın olay olmadan önce ılımlı, sıcak, iyi aile babası olarak sunulurken, fikret'in anlattıklarından sonra soğuk, kibirli, aşırı kontrolcü imajında çizilmesi; ve bu imajın, mutsuz evliliğe ve dolayısıyla ceren'in bir ihanet arayışına sebep olarak gösterilmesi pek hoşuma gitmedi. halbuki olay fikret'in önceden de söylediği gibi; "nedeni yok".

    --- spoiler ---
  • taksicilerin izlemesinin sakıncalı olacağı film.. artik dakka başı ani fren yapar dururlar..
  • --- spoiler ---
    'düşündüm de,aşkın verdiği mutluluğu evlilik hayatı boyunca sürdürmek mümkün olsaydı,cennet yeryüzünde olurdu. bunun mümkün olmakla beraber pek uygulanmadığını biliyoruz. fakat siz ikiniz,herkesin yapamadığı bu örnek davranışı sergileyecek donanıma sahipsiniz. erkeklerin genellikle kadınlardan daha az vefalı oldukları ve mutluluğun kaynağı olan aşktan daha çabuk usandıkları görülür. kadın,uzaktan erkeğin vefasızlığını keşfeder ve endişeye kapılır. bunu şöyle ifade edebiliriz,kadınların mizaçları hafif olduğundan ve genellikle iltifatlara rağbet ettiklerinden,kocasından bu iltifatların kesildiğini gören kadın,erkeğe olan saygısını çabuk kaybeder. bu şekilde aralarındaki sevgi bağı zedelenir. bazı durumlarda kadın isteklerinin fazlalığından dolayı erkeği bıktırdığından, o da kadına olan sevgi ve saygısını yitirir. bu durum sürdüğü müddetçe ne kadar uğraş verseler de aşkın verdiği mutluluğu yakalayamazlar.'(246:rousseau)

    mustafa'nın belgeseline hoşgeldiniz,mutlu bir aile tablosuyla başlıyor çağan ırmak'ın etkileyici filmi. dubleks bir ev,büyük ekran bir televizyon,rahat koltuklar, karısını ve çocuğunu kollarının altına almış gerinen bir aile babası...

    'tanrılara kurbanlar gerekir ki tanrı kalabilsinler.'

    düzgün bir traş,göz alıcı bir takım elbise, etkileyici ve iş bitirici bir üslüp... işte mustafa tüm varlığıyla toplantıda; o kadar çabuk sonlandırabiliyor ki iş arkadaşının hayatını, o kadar acımasız halde ki... baloncuklar beliriyor kafamda içlerinde 'neden?' olan.

    've bir telefon...'

    dubleks evindeki rahat koltuğundan eşinin cesedini gördüğü morga.. hayat o kadar sınırlarda seyredebilir ki sen de sınırlarda yaşamaya gösteriyorsan özeni, eşinle öpüşürken dişlerine gösterdiğin özen gibi.. 'özen' o zaman yıkıcı olabilir derinden derine...senin gösterdiğin özen dönebilir sana 'sır tutmadaki özen' olarak...

    'hayatıma nasıl girdiniz? siz kimsiniz?'

    evladının yaralanma haberini alan acılı bir anne sadece,eşini koluna takmış hastane koridorlarında geziniyor,oğlunun yattığı odayı soruyor. mustafa'nın 'özenden çıkmış' nefreti bu masum anayı buluyor anında,daha evvel de masum insanların canını yakmamış mıydın mustafa? makarnana nasıl bir sos arzu edersin?

    'dünya yalan söylüyor'

    baba bir kamyon şöförü,annesi cahil bir köylü ve anasının biricik yavrusu mustafa.. o kapıda neyin nesi? yoksa senin korkularına mı açılıyor çocuğum? her karanlıkta, her yatağa uzanışında onun ardındakini mi görüyorsun mustafa? bunca sene kendine söylediğin yalanlar sence insanların sana söylediklerinden daha mı masumdu? dubleks bir evde koltuğuna yayıldığında kaçacağını mı sandın? baban gibi insanları aşaladığında babanı mı cezalandırıyordun? annen sence o mektupları sana 'yalan' olsun diye mi yazıyordu,babandan senin şu anda ettiğinden daha fazla nefret ederken..

    'sit-com ailesi'

    rousseau'nun feministleri celallendiren şaheserinde açıkça belirttiği durum burda da sarih bir şekilde karşımızda: ceren mustafayı herzaman çok sevmiş bir eş,mustafa da ona son derece aşık.. evliliğin ürünü güzel bir velet de var ortada.. herşey ne kadar da yolunda gözüküyor aslında..

    'kırmızı kazak'

    sevginin varoluşu ve zedelenişine dair ifade edilen şeyler,mustafa'nın ailesinde de kendini o mutlu tablonun ardından gösteriyor.. restoranda verdiği hayat dersi,iş hayatında geçen günlerle birlikte artan hırsı,kendini dağın kralı zannetmesi,sevişirken bile korumak istediği imajı ve karısına artık bunca şeyin ardında hissettiremediği aşkı.. bu hissizlik ceren'de başlatıyor soru işaretlerini.mustafa'nın geçmişten kalan hesapları ceren'in aldığı kırmızı kazağın her örgüsüne karışıyor.. ceren alırken biliyor onun bunu bir kenara atacağını; artık ona ulaşamadığını...

    'hey taksi!'

    belki aklında yok böyle birşey,sadece 'öylesine sürdürüp gözünü kestirdiği bir yerde taksiyi durduran,parasını verip inen bir müşteri' hanımkızımız.. gözü yaşlı müşteri kendisini dikiz aynasından hayranlıkla süzen taksici gence sığınıyor bu seferde; tıpkı yarım saat öncesinde taksiyi bir kaçış yolu olarak gördüğü gibi yaşaran gözlerini silecek bu genci de buluyor taksinin sürücü koltuğunda. anlatamadıklarını anlatıyor ona,genelde mustafa'dan konuşuyor,korkularını dışa vuruyor. ihtiyacı olan da zaten bu.

    'taksinin penceresinden'

    her taksicinin sahip olduğu gibi sıradan bir hayat,hani hollywood filmlerinde ya bir kiralık katilin yoldaşı olurlar, ya da fransız filmlerinde son teknolojinin ürünü modifikasyonlarla yolların canavarı haline gelirler.. aslında yurdumun taksicisinin de pek de sıradan bir hayatı yoktur başta söylediğimin aksine,göz altlarına biriken karaların dibinde, o uykusuz gecelerde öyle şeyler saklıdır ki 'gerçekliğin dehşeti' şişirilmiş hollywood filmlerini de,fransız mutfağından çıkmış 'absurde' koşuşturmacaları da geride bırakır.. genç taksicimiz halinden memnun güzel müşterisine sahip olduğunu sanarken.. ceren'in mustafa'ya olan aşkına önem vermiyor gözüküyor. kendi mezarının başında bile inkar edecek kadar takmış olsa ceren'in sevgisine, mustafa'ya gram huzur vermeyecek kadar takmış... belki de kendi aşkına küfür edemeyecek kadar cesur bir taksici bu... 'onu' öylece dinlemeyi ne kadar da çok seviyordu,narin vücudunda tekrar hissetmişti parmaklarını. çocuğunun olması,dokuz yıllık evliliği,eşine beslediği duygular önemli değildi onun için... ne de olsa böyle hususlarda alan-satan memmuniyet dengesi iyi kuruluyor değil mi? kamyonun altına girene kadar herkes razı... derken 'ailevi bir susurluk' çıkıyor karşımıza iki kahramanıyla, mustafamımızın hesabını göreceği...

    'sen bilirsin deyince kavga çıkmazmış...'

    bir evladının kaybıyla sarsılmış,diğer evladına ise 'suçlama' dışında bir duyguyla bakmaya çalışırken yorulan bir anne. ne yaptığını bildiği halde, bu birşey değiştirmiyor onun için, rousseau'nun dediği gibi: '... onları büyütürken sabra,şefkate,gayrete,'hiçbirşeyin' kıramadığı bir sevgiye sahip olması lüzumludur;fakat tüm aileyi devamlı bir birlik içinde yaşatabilmek için ihtiyaç duyduğu şefkat ve kuvvet kadının içindedir;birilerinin ona annelik görevinin kutsallığını hatırlatmasına gerek duymaz. eğer kadın çocuk yetiştirmeyi bir üstünlük olarak görmeseydi insan nesli çoktan sönmüş olurdu. anne ayrıca çocukların birbirleriyle ve babalarıyla olan iletişimlerini de düzenlemek gibi bir görevi de üstlenir.' ünlü yazarın birkaç yüzyıl evvel gözlemledikleri mustafa'nın ailesinde de gözüküyor,annenin kutsallığı da bir kez daha ortaya çıkıyor... özürlü evladına bakacak bir dirayet,kocasının kaçışını çocuğuna yansıtmama düşüncesi,katil olan evladını bağrına basabilme gücü ve yıllar sonra bile aynı evladından yediği zılgıtlarda dahi koruduğu sabrı... mustafa'nın annesi iyice bir düşününce 'sen bilirsin' diyen bizim annemiz...

    'sen hiç ateş böceği gördün mü?'

    aylarca oynayan bir tiyatro oyunu... tiyatro kelimesinin yaptığı ilk çağrışım, ben ilkokuldayken babamla gittiğimiz ilk iki( aynı zamanda son iki...) oyun oluyor hep ama isimler silinmiş,konu,oyuncular da aynı kaderi paylaşmış geçen yıllarla hafızamda... kalan şimdi hayal meyal hatırladığım bir-iki köstüm ve oldum olası hoşuma giden loş ışığın gizemi salonları aydınlatan... ve taksicimiz mezarının başında şimdi, madem orman ora, efendi senin aklın nerdeydi de bunca sene görmedin o böcekleri? ''abi ne kadar da güzeller değil mi?''( hani 'abi' demeyecektin?) taksicimizle beraber farkına varıyor mustafa o zamana kadar kafasının loş ışığın aydınlatmaya yetmediği bir tarafına ittiklerini... hayat dünün pişmanlıklarıyla,gelecek kaygılarıyla geçerken; yavrusu da büyürken tüm bunların arasında,sit-comların karşısında;anlıyor ateş böceklerini görmenin ne kadar önemli olduğunu. ihaneti kaldırmanın gereğini ve 'dağın kralı' olmanın anlamsızlığını nefesin-sesin kırlara inmedikten sonra...

    ateş böceklerini seyretmeyi geri kalan herşeye değişmek çok mu 'polyannacılık' oluyor bilmem; ama insanın evladının gülüşüne tanık olması,annesinin sıcak ellerini tutması,eşinin mis kokulu saçlarını koklaması gibi bazı anlar var ki daha mühim şeyle var diyen varsa beri gelsin hemen.. gel gör ki biz de tam bunları ıskalıyoruz nedense...

    unutma ki mustafa her musibet zaten baktığın şeyleri görmene yardım eden bir ışık gibidir,loşken aydınlanan bir oda gibi olur hayat o zaman... bir kabus gibi gözükse de rüyadan uyandırır onlar insanı... onlar sahneden indirip hayatı daha gerçekçi bir yere koyar...
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    fikret kuşkan'ın "vivaldi! antonio vivaldi! hiç sevmem!" repliğiyle birlikte sergilediği yüz ifadesi ve verdiği hissiyat itibariyle "baban da mı oyuncuydu, yürü bee!" naraları atmama sebebiyet vermiş filmdir.
    --- spoiler ---
  • fikret kuşkan'ın yani mustafa'nın ekmeğe zeytin ezmesi sürerken taşan zeytin ezmesini düzelttiği sahne, çağan ırmak'ın mustafa karakterini seyirciye anlatma çabasının küçük bir örneğidir. bu ufacık detay, mustafa'nın mükemmeliyetçiliğini seyirciye gösterir.
  • ben bu filmi izlediğimde 16 yaşımdaydım. bunun yanında bir de kelebek etkisini izlemiştim. sonra 8 yıldır görmediğim annemi aradım, biliyordum çünkü bir derdim vardı. sonrasında ne mi oldu?
    annemle geçen 3 yıl..
    yeni bir okul, yeni bir isim, yeni bir yaşam
    mükemmel bir üvey baba,
    insanların edebime adabıma hayran kalışları...-ki bunun sebebinin sonradan onlarda bu eksikliğin olması durumu olduğunu anladım-
    doktorun annemin karnından çıkartıp avuçlarıma bıraktığı bir bebek
    ve daha 40ı çıkmadan babamın dönmezsen üniversiteye gidemezsin tehditleri..
    tüm bunların üzerinden 3 yıl geçti. ve ben kendimi bir gün mustafa'nın yerinde bulacağıma inanıyorum. daha şimdiden ona olduğu gibi herkes bana yalan söylüyor, ve daha şimdiden ben en zor anlarımda hep o şarkıyı söylüyorum ; erbarme dich,
    mein gott, um meiner zähren willen
    merhamet tanrım, merhamet gözyaşlarıma !
  • kadınların paralı erkekle de parasız erkekle de ayrı mutsuzluk hikayeleri yaratıp, onların ardına sığınıp ruhlarındaki gizli orospuluğu kapatmakta ne kadar usta olduklarını bir kere daha yüzüme tokat gibi çarpmış film... üzerine sanatsal çıkarımlar yapmaya gerek görünmeyecek basitlikte şeyler işte... hayatında kendine yer açtırdığın adamdan ayrıl ve cesur bir aşık gibi git aşkını yaşa... o an hayattaki konumun neyse ne... cesur bir aşıksan, anlaşılmadığını düşünüyorsan, mutsuzsan cesur bir aşık ol ve sorununu kökten bitir... hepsi bu kadar...

    hayatımdaki adamı aldattım çünkü o faturaları ödeyemiyordu...
    hayatımdaki adamı aldattım çünkü zengindi, her şeyim vardı ama ruhuma hitap edemiyordu...

    hep bir mazeret var... hep...

    korkak kadınlar ruh orospularıdır... erkeğin ruhunu emerler...
    o an neye ihtiyaçları varsa kendilerini onun kollarına bırakırlar...
    tek amaçları istediklerini onlara verecek bir adamdır... sonunu düşünmezler...
    ne kendi sonlarını ne de hayatlarına aldıkları erkeklerin...

    ceren'in ne zengin bir yaşam içinde annelik yaptığı sahnelerde
    ne de tüm bunlardan uzaklaşıp simit yediği zaman çocuk gibi sevindiği sahnelerde hüzünlenmedim...

    ama hem mustafa için hem de fikret için çok üzüldüm...
    ikisi de cesur aşıklar...

    biri sevdiği kadını hayatına dahil ederek, ona sadık kalarak ve sorgusuz güvenerek, anne ve eş rolünü emanet ettiği için,
    diğeri ise tüm riskleri göze alarak, seviştikten sonra evli olduğunu öğrenmesine rağmen ona gözü kara bir aşk beslemeyi sürdürebildiği için...

    son bir teşekkür ise ceren'e...
    kadına has basit ruhsal gelgitler esnasında iki kocaman bir de küçük adamın hayatını sikmeyi başarabildiği için...

    mustafa ile bir aile bireyi olma, sosyal statü (bir bakıma paralı erkek=güçlü erkek) ihtiyaçlarını,
    çocuğu ile annelik içgüdüsünü,
    fikret ile de tüm bunlardan sıkıldığı noktada yoksul ama bir o kadar gamsız ve umarsız bir aşk ihtiyacını karşıladı,
    ruhlarını emdi ve siktir olup dünyadan gitti işte...
  • şu saatten sonra hakkında ne yazsam boş dedirten film. gişede pek bir başarı elde edememiş, eleştirmenlerden fazla ilgi görmemiş, köşe yazarlarının "hadi patlatalım şu yeşilçamı" gazından faydalanamamış bir film. sözlükte ise garip bir durum oluşmuş. hemen hiçbirimiz diyememişiz güzel olmuş diye. bir yeri öven hemen başka tarafı yermeye girişmiş. belki afişin köşesinde ki ans ye bir tepki bu belki de gelmiş geçmiş en popüler dizinin (hatırladıkmı. asmalı şey. evet bende izlemiyorum canım gözüm takıldı geçen.) yönetmeni çağan ırmak 'a biz küçük burjuvadan bir uyarı. neyse ki mor ve ötesi henüz o kadar meşhur değildi o zaman yoksa bi darbede ordan yiycekti zavallı film. burdan hergün küfrediyoruz popüler kültüre. o kadar inanmışızki farklılığımıza hepimiz aynı olup çıkmışız. sosu olmuşuz tiksindiğimiz şeylerin. sen devam et yoluna çağan abi. nasılsa dışardan birileri farkettiğinde seni bizde bağrımıza basarız.
  • ilk kez 2006 yılında izlediğimde çok sevmiştim. dün akşam izleyince de yine çok sevdim ve etkilendim...
    mükemmeliyetçiliğin sonunun "idare edilmek" olduğunu çok güzel bir şekilde gösteriyor bence...
    sen inandıklarının mutlak doğru olduğunu düşünürsün, insanları tanımadan kategorileştirir, hor görürsün... insanlar işini kaybetmemek için, bir nedenle çok sevdiği için(anne), uymayalım şu deliye demek için(yemekteki arkadaşlar) ses çıkarmaz sana, gerçekleri söylemez, hatalısın demez. idare eder seni... çok acı ama idare eder... sen de kurduğun idealar dünyasında aslında tek başına yaşarsın. samimiyetle sana yaptığının yanlış olduğunu söyleyecek, ya da söyleyemediği gerçekleri söyleyecek insan olmaz ya da böyle insanlar varsa sen onlara bunu söyleme imkanı tanımazsın. bu şekilde kendi kurduğun küçük idealar dünyasında tek başına yaşarsın...

    --- spoiler ---

    filmin senaryosu bence çok orjinaldi. oyunculuklar da güzeldi. ancak senaryo biraz daha işlenebilirdi bence. ceren'in mustafa'dan uzaklaşması ve aldatmasının sebepleri yeterince işlenmemiş bence.
    filmlerde en çok takıldığım nokta yapaylıklar ve klişe olmasına rağmen başındaki sit-com aile gösterisi dışında hiçbir replik ve sahne yapay gelmedi bana açıkçası. benim bokum kokmaz lafı bile yapmacık gelmedi bana. mustafa üstünde çok doğal durmuş bence. öyle bir insan çünkü mustafa.

    --- spoiler ---

    edit : spoiler
hesabın var mı? giriş yap