• beyin sarsıntısı geçirmenin nasıl birşey olduğunu deneyimlemenin en çabuk ve fiziksel zarar içermeyen yolu bu belgeseli izlemekten geçiyor.

    üzerine düşünmek için pek çok kitabı okurken bıraktığım olmuştu ama ilk defa bir belgesele bu muameleyi yapma ihtiyacı hissediyorum. alttan word açıp alan moore'un söylediği her kelimeyi yazmamak için kendimi dizginleyerek tuttuğum notlar aşağıda. belgeselde çok daha fazlası mevcut..

    (kendime not: daha da fazlası için alan baba'ya refik'te rakı masası donatılacak, lakerda ısmarlanacak.. konuşma tıkanırsa "haydari'nin tadına bakmadın babacım. götür götür.." denecek)

    --- spoiler ---

    • quitting my day job and starting my life as a writer was a tremendous risk, it was a fool’s leap, a shot in the dark. but anything of any value in our lives whether that be a career, a work of art, a relationship, will always start with such a leap. and in order to be able to make it, you have to put aside the fear of failing and the desire of succeeding. you have to do these things completely without fear, without desire. because things that we do without lust or result, are the purest actions that we shall ever take.

    • there is some confusion as to what magic actually is. i think this can be cleared up if you just look at the very earliest descriptions of magic. magic in its earliest form is often referred as “the art”. i believe that this is completely literal. i believe that magic is art and that art, whether that’d be writing, music, sculpture or any other form is literally magic. art is like magic, the science of manipulating symbols, words or images to achieve changes in conciousness. the very language of magic seems to be talking as much about writing or art as it is about supernatural events. a grimmoir for example, the book of spells is simply a fancy vay of saying grammar. indeed to cast a spell, is simply to spell, to manipulate words, to change people’s conciousness. and i believe this is why an artist or writer is the closest thing in the contemporary word that you are likey to see to a shaman.

    • i think that the way that people immerse themselves in alcohol, in drugs, in television, in any of the addictions that our culture throws up can be seen as a deliberate attempt to destroy any connection between themselves and resposibilty of accepting and owning a higher self and then having to maintain it.

    • (lost girls, austria 1913) the healty sexual drive that is seizing most young men when they are in their teens is perverted by older men, who perhaps lost some of their sexual drive and all of that sexual energy gets shipped over to somewhere like flanders and is perverted into killing other young men. energy that should be going into something honest like fucking is instead diverted into something appaling like killing.

    • the main thing that i learned about conspiracy theory is that conspiracy theorists actually believe in a conspiracy because that is comforting. the truth of the world is that it is chaotic. the truth is, that it is not the jewish banking conspiracy or the grey aliens or the 12 foot reptiloids from another dimension that is in control. the truth is far more frightening, nobody is in control. the world is rudderless..

    • as i understand the theory of period information doubling, this states that if we take one period of human information as being the time between the invention of the first hand axe, say around 50.000 bc and 1 ad. then this is one period of human information and we can measure it by how many human inventions we came up during that time. then we see how long it takes for us to have twice as many inventions. this means that human infrmation has doubled. as it turns out, after the first 50.000 year period, the second period is about 1500 years, say about the time of renaissance. by then we have twice as much information. to double again, human information took a couple of hundred years. the period speeds up, between 1960 and 1970 human information doubled. as i understand it, at the last count human information was doubling around every 18 months. further to this, there is a point somewhere around 2015 when human information is doubling every thousandth o f a second. this means that each thousandth of a second we will have accumulated more information than we have in entire previous history of the world. at this pont i believe that all bets are off. i cannot imagine the kind of culture that might exist after such a flashpoint of knowledge. i believe that our culture would probably move into a completely different state. would move past the boiling point, from a fluid culture to a culture of steam.

    • if you look at the very earliest cultures, some of them still extent upon the planet, the aboriginal cultures, most of their languages only have one tense. everything is subsumed within the present. they can talk about things that happened and things that haven’t happened yet, but will happen in the future, but they talk about them in the present tense. now it seems that not only have we split up our study of existence, into all these different areas, but we’ve also subdivided our notion of time into different zones. whereas once, there was this great eternal present, which i assume to be the kind of constant now that animals exist in for example. but we as concious individuals have as a species adapted this different noton of time, where we almost see time as a bead on a wire. that the now is this constantly moving, tiny little moment that we’re all in that is sliding inexorably along a wire from past to future. if you look at some of the models that people like stephen hawking have suggested for time then you find something which is actually much closer to that primitive apprehension of how time is structured, than our rather simplistic and ftalistic idea of past, present and future.

    --- spoiler ---
  • tesadüfen indirip seyrettiğimden beri aklımın gidip gelmesine sebep alan moore şeysi. halihazırda hayranı olduğum bir kişiyken bu belgeselimsinin üstüne kendisine olan aşkımı dizginlemekte zorluk çekmekteyim.1 saat 17 dakika boyunca alan moore hayat, bilinç, delilik,şamanizm,büyü,ölüm ve kıyamet hakkında ne düşünüyorsa o takip etmesi zor tarzıyla anlatıyor, niels bohr'dan, rupert sheldrake'ten, stephen hawking'den teorileri kendince yorumluyor.akıl sağlığınızla terbiyesizce dalga geçiyor.değil türk, tüm dünya erkekleri gitsin yerine sadece alan moore gelsin, hep bu ses tonuyla kulağımın dibinde hönhönhön gürlesin yeter diyorum şahsen.
  • rorschach'in gunlugunden pasajlari oylesine esasli okur ki, watchmen de arz-i endam edecek aktor konusmasin alan moore dublaj yapsin diye pankart actirir adama. yapitlarini okuyan birinin "nasil biri yazabilir ki bunlari?" sorusuna yanit veren bir dokumanter. zihin gucu ve derinligi bastan cikarici, bir o kadar da rahatsiz edici.

    soyle bir sey;

    http://www.youtube.com/…4snkro0zalk&feature=related
  • ohhh, akşam akşam iyi geldi. bu psychedelic belgesel-gibimsiyi en güzel anlatan ifade ingilizce olduğundan britanyanın köpeği olmak durumundayım: mind fuck

    alan moore kısa bir kariyer özeti geçtikten sonra bize öyle şeyler anlatıyor ki, "vay anasını" demekten başka bir şey gelmiyor elden. "adam aşmış abi" ile yapılan final zaten allahın emri. esasında ne çok karman çorman bir üslup kullanıyor, ne de hiç duyulmamış şeyler anlatıyor. kafayı bu kadar karıştırmasının nedeni önümüze gayet düzgün ifadelerle o kadar farklı alanlardan mevzuyu mantıklı bir biçimde koyuvermesi, kapasite aşıyor bir yerden sonra.

    neyse, özetle: "adam aşmış abi"

    o değil izleyeliden beri herifin sesi gitmiyor kafamdan, ben de ağır ağır konuşan northampton kökenli alan moore aksanı istiyorum ulan!
  • üstteki arkadaş bana yazacak quote bırakmamış, hemen hemen aynılarını kaydetmişim ben de, bir tane daha ekleyelim madem:

    "the one place in which gods and demons inarguably exist is in the human mind where they are real in all their grandeur and monstrosity"
  • the mindscape of alan moore (2005)
    80 dk
    yönetmen:dez vylenz, moritz winkler
    senaryo:dez vylenz, moritz winkler
    ülke:ingiltere
    tür: belgesel, biyografi
    vizyon tarihi:21 ağustos 2005 (danimarka)
    dil:ingilizce
    müzik:bill laswell, drew richards, rza
    çekim yeri:northamptonshire, ingiltere, birleşik krallık
    oyuncular:glenn doherty, florian fischer, alan moore,
    hakkında
    alan moore hayat, bilinç, delilik, şamanizm, büyü, ölüm ve kıyamet hakkında ne düşünüyorsa onu anlatıyor. niels bohr'dan, rupert sheldrake'ten, stephen hawking'den teorileri kendince yorumluyor.

    filmden
    yazar olarak, çalışmalarımda kurguyu dolaşıma sokarım, yalanlarla işim olmaz.
    yine de arada hoş bir nüans olduğunu kabul ediyorum meslekten olmayanların kolayca fark edemeyecekleri bir nüans bu.
    kurmaca yazında, sanatta ve yazıda fantezinin en uç alanlarında dolanırken bile duygusal bir tınlamanın olması önemlidir.
    bir öykünün insani düzeyde makul ve doğru olarak algılanması önemlidir.
    bu öykü hiç gerçekleşmemiş olsa bile.
    1953 yılında northampton’da doğdum.
    the burrows denilen bölgede hayata başladım.
    burası northampton’ın hem en eski hem de en yoksul bölgesiydi.
    burası, sanayi devriminin imalat bantlarını döndürmek için şehirlere sürüklenen kırsal nüfusun son durağıydı.
    önceden, hendeklerden ve hisarlardan oluşan bir sistem northampton kalesinin çevreliyormuş.
    bu sistem sonradan yıkılmış.
    bu nedenle bütün caddelere hendek meydanı, hisar yolu zindan geçidi ve benzeri isimler konulmuş.
    burası son derece kasvetli, tümüyle tekrenkli bir bölgedir.
    şimdi bakıyorum da, aile içi evlilik muhtemelen çok fazlaydı.
    öyle ki, ailenin köpeğinde bile aynı yarık dudak olurdu.
    kendimi, sınırlı fırsatların olduğu tekrenkli bir dünyayla çevrelenmiş buldum.
    bu kısıtlayıcı dünyadan dışarıya açılan tek pencere, okuduğum mitolojik masallar ya da dört renkli parlak kağıda basılmış süper kahraman öyküleriydi.
    hiçbir kısıtlamaya tabi olmayan insanların maceraları.
    evlerin çatılarının üstünde uçabilen görünmez olabilen insanların maceraları.
    bu, çok önemli bir kapıyı açan çok önemli bir anahtardı.
    bu anahtar, hayal gücünün koridorunu açtı.
    böylelikle, kendi kökenlerimin kısıtlamalarını aşmam ve bu kısıtlamalardan kurtulmam mümkün oldu.
    çizgi romanlar, okumayı bildim bileli sürekli okuduğum bir şey haline gelmişti.
    çizgi romanlar işçi sınıfının varoluşunun ayrılmaz bir parçasıydı.
    raşitizm gibi, öylesine sizde oluveren bir şeydi.
    ilk başta ingiliz çizgi romanlarının çoğunu okudum.
    bunlar, genel olarak işçi sınıfı çocuklarını işçi sınıfı ortamlarında resmediyorlardı.
    genellikle de ebeveynlerin ya da öğretmenlerinden dayak yiyen çocuklar.
    çocukluğumun ingiliz çizgi romanlarının değişmez konusuydu bu.
    bu çizgi romanların gösterdiği dünyanın içinde yaşadığımdan dünyadan neredeyse hiç farkı yoktu.
    bu nedenle, bunun kaçabileceğim en egzotik dünya olduğunu hiç düşünmedim.
    yedi yaşına geldiğimde ilk amerikan çizgi romanlarımı edinmiştim.
    bunlar parlak, dört renkli, janjanlı şeylerdi.
    ingiltere’nin kuzeyinde, adı sanı duyulmamış bir yerde değil new york gibi şehirlerde geçiyorlardı.
    bu yerler benim için mars kadar egzotikti.
    bu boyutta devasa binalar fikri, her tarafı kaplayan böylesi bir modernlik fikri.
    bu, geleceğe ait bilim kurgu dünyasıydı.
    ve bu fonun önünde inanılmaz renkli karakterler vardı.
    bu karakterlerin şaşırtıcı güçleri vardı.
    insanın sınırlarını aşıyorlardı.
    zaten mitolojiden ve peri masallarından hoşlanıyordum.
    insanların uçabildiği ya da ya da görünmez olduğu ya da büyük dağları kaldırabildiği ya da tanrılara ya da kahramanlara özgü tüm o kahramanca şeyleri yapabildikleri her şey hoşuma gidiyordu.
    bu yüzden, amerikan süper kahraman çizgi romanlarını keşfettikten sonra oldukça doğal bir geçiş yaşadım.
    burada aynı masalları tekrar tekrar okumak zorunda değildim.
    her ay superman ya da flash hakkında yeni bir şeyler okuyabiliyordum.
    temel meşgalem bu oldu.
    önceleri muhtemelen karakterlere kafa yoruyordum.
    batman’ın bu ay ne yaptığını bilmek istiyordum.
    yaklaşık 12 yaşına geldiğimde, belki de çok daha erken yaşlarda, çizerlerin ve yazarların o ay yaptıkları şey daha fazla ilgimi çekmeye başladı.
    öykülerin kendi kendine çizilmediğini nihayet anlamıştım.
    birileri o öyküleri çiziyordu, birileri yazıyordu.
    farklı çizerlerin tarzları hakkında epeyi bilgi sahibi oldum.
    iyi bir öyküyle kötü bir öykü arasındaki farkı ciddi biçimde ayırt edebiliyordum.
    çizgi romanlar hayatımın önemli bir parçası olmaya devam ediyordu.
    hayatım da fiziksel anlamda hızla değişiyordu.
    o yaştaki herkesin başına gelen şeyler, malum.
    ilkokuldan sonra doğduğum işçi sınıfı bölgesinden ayrılarak liseye başladım.
    isterseniz bana saf deyin, ama liseye başladığımda orta sınıfın var olduğunu gerçekten ilk kez fark ettim.
    öncesinde, sadece ailemin ve aileme benzer insanların var olduğunu düşünüyordum ve bir de kraliçe’nin.
    bu iki konum arasında bütün bir insanlık katmanının olduğunun farkında değildim.
    liseye başladığımda, işçi sınıfından çok az kişinin liseye gidebildiğini fark ettim.
    11+ sisteminin ve yarattığı tüm o güçlüklerin neden olduğu bir şey.
    ve oradaki çocukların çoğunun benim aldığım eğitimden daha iyi bir eğitim alma şansı olmuştu.
    böylece, okuduğum ilkokulun yıldız öğrencisiyken her yıl sınıf birincisi olurken küçük, yeşil, parlak bir rozet takılarak sınıf başkanı yapılırken birden sınıfın 19.
    su oldum.
    inanılmaz ölçüde şişmiş olan egoma muazzam bir darbe oldu bu.
    sanıyorum bunu hiçbir zaman tam olarak atlatamadım.
    elbette, bir sonraki sömestrde sınıfın 25.
    siydim.
    sonraki birkaç yıl boyunca da sondan ikinciydim.
    sonunda fark ettim ki önümde açılan akademik dünyaya girmeyecektim.
    genel olarak yaptığım üzere kazanamayacağım oyunu oynamamaya karar verdim.
    kaybetmeye dayanamayan o huysuz çocuklardan biriydim.
    monopoly, cluedo türünden oyunlarda kaybetmeye dayanamazdım.
    böylece, şuna karar verdim: akademik başarı için daha fazla mücadele etmek istemiyordum.
    ya da o türden başka bir şey için.
    17 yaşında okuldan atıldıktan sonra önümdeki ufkun hızla daraldığını gördüm.
    okuldan atılmam için uğraşan müdürün beni kişisel bir dava haline getirdiğini sanıyorum.
    başvurmayı düşünebileceğim tüm kolejlere ve okullara mektup göndermişti.
    hiçbir şekilde beni öğrenci olarak kabul etmemelerini istiyordu.
    diğer öğrencilerin ahlakını bozuyordum.
    mektubun bir yerinde beni “sosyopat” olarak adlandırdığını sanıyorum.
    bence bu çok aşırıydı.
    aynı şey iş için de geçerliydi.
    başvurduğum her iş için okuldan referans almam gerekiyordu.
    okuldan aldığım referanslar da referans denen şeyin anti-madde eşdeğeriydi.
    bu nedenle, bulabildiğim işler kimin çalıştırıldığının hiç dert edilmediği işler olabildi ancak.
    böylece, tabakhanede çalışırken buldum kendimi.
    tabakhane, northampton’da bedford caddesinin sonundaydı.
    burası, hayatımda gördüğüm en iç karartıcı yerlerden birisiydi.
    sabah 07:30’da işte olup kan, sidik, su ve dışkının birbirine karıştığı teknelerden sırılsıklam bir koyun derisi alıp yerde sürüklemeye başlardınız.
    buradaki tek eğlence toplama kampı mizahıydı.
    monotonluğu kırmak için, kesilmiş testisleri birbirimize fırlatırdık.
    gerçekten de çok monoton bir işti.
    birkaç hafta sonra yemek odasında esrar içtiğim için bu işten çıkartıldım.
    bu durumun kariyer eğirimi iyileştirdiğini söyleyemem.
    bundan sonra bulabildiğim iş, bir otelde tuvalet temizlemekti.
    en nihayetinde çizgi roman yazarı olana dek, benzer işlerle bayır aşağı iniş sürdü.
    düzenli işimden ayrılıp yazarlık hayatıma başlamak, çok büyük bir riskti.
    aptal adımıydı, karanlığa nişan almaktı.
    ancak, hayatımızda bir değeri olan herhangi bir şey --bu ister meslek olsun, ister bir sanat işi ya da bir ilişki-- her zaman bu tür bir adımla başlar.
    bunu yapabilmek için, başarısız olma korkusunu ve başarma arzusunu bir kenara koymanız gerekir.
    bu tür şeyleri korkudan ve arzudan bütünüyle arınmış olarak yapmalısınız.
    sonuca ulaşmayı arzu etmeden yaptığımız şeyler hep yapmamız gereken, en saf ve temiz eylemlerdir.
    ilk başka, sanatçı olarak yeterli olduğum kuruntusuna sahip olduğumdan birkaç çizgi öyküyü hem yazdım hem de çizdim.
    bir müzik dergisi ve yerel bir gazetede yayımlandılar.
    birkaç yıl sonra, yeterince iyi ya da yeterince hızlı çizemediğimi fark ettim.
    bu şekilde bu işte bir kariyer yapamazdım.
    böylece, başka insanların çizmeleri için çizgi öyküleri yazmanın mümkün olup olmadığına bakmaya başladım.
    ilk işlerimi almaya başladım.
    o dönemde yayımlanmakta olan 2000 ad ve british doctor who aylık ve haftalık dergilerinden iş aldım.
    3 ya da 4 sayfadan oluşan çok kısa öykülerle hüner kazandım.
    herhangi bir şekilde yazma işini öğrenmenin en mükemmel yoludur bu.
    birkaç dizi yazarak materyalin niteliğine dair biraz daha fazla şey söyleyebilir hale geldim.
    ve biraz daha deneysel takılabildiğim birkaç fırsatım oldu.
    bunlar britanya’da ödül kazanmaya başladı.
    amerikalılar hemen bundan etkilendi.
    amerikalılar her ödülün bir oscar olduğunu düşünme eğilimdedir.
    çizgi roman sektöründe ödüllerin parka giyen ve sosyal hayatları korkunç 30 kişi tarafından oylandığının farkında değillerdi.
    onlara göre, ödül alan biriysem, bu benim dahi bir ingiliz olduğumu gösteriyordu.
    beyin göçüyle beni amerika’ya aldırdılar.
    dc comics’in swamp thing serisinde çalıştırmaya başladılar.
    bu çalışmalar biraz ilgi çekti.
    en azından, dc’nin bana yeni işler verecek kadar güvenmesini sağladı.
    bu işlerde de, kendi istediğim şeyleri yazmama az çok olanak tanıdılar.
    böylece, 80’lerin ortasında watchmen ortaya çıktı.
    watchmen, ve diğer birkaç kitapla başlayan saçma tanıtım atağı sayesinde çizgi kitaplar ya da resimli romanlar --o dönemde pazarlama bölümündeki birileri böyle adlandırılmaları gerektiğine karar vermişti-- popüler hale geldi.
    1980’lerin başında yazarlık kariyerimde dönüm noktasına girdim.
    bu dönem siyasi açıdan son derece karanlıktı.
    liberal dünyanın büyük çoğunluğu, sağcı reagan-thatcher sikiş koalisyonunun amansız yükselişini dehşetle izlemekteydi.
    aynı dönem, faşizmin unsurlarının britanya sokaklarına hakim olmaya başladığı bir dönemdi.
    ulusal cephe güç kazanmaya başlamıştı.
    nihayetinde her şey oldukça kasvetli görünüyordu.
    bu korkunç şimdiki zaman hakkında yazmaya karar verdim.
    bunu yapmanın en iyi yolu gelecekte geçen bir öykü yazmaktı.
    ki bu yeni bir icat değildi.
    distopyan bilim kurgu öykülerinin çoğu aslında gelecek hakkında değildir yazıldıkları zamanı anlatırlar.
    sonuçta yazdığım v for vendetta da bu duruma bir istina değildi.
    o dönemde erişilmeyecek kadar uzak görünen bir gelecekte, 1997’de geçiyordu.
    britanya, faşist gruplardan oluşan bir koalisyon tarafından ele geçirilmişti.
    ziyadesiyle romantik bir anarşist maceracı da bu duruma muhalefet ediyordu.
    faşizm fikrini aktarabilmek için, okurları faşist bir polis devletine baktıklarına ikna edecek bir simgeye ihtiyacım vardı.
    en sonunda, her köşe başına monte edilmiş güvenlik kameraları fikrini işlemeye karar verdim.
    bu kameralar her hareketi izliyordu.
    bunun eylem halindeki faşizme ziyadesiyle benzediğini düşündüm.
    okurlar da aynı şekilde etkilendi.
    anlaşılan bunu okuyan devlet görevlileri de etkilenmişti.
    1990’ların sonunda ihtiyaç duyduğumuz şeyin şehrin her köşesine yerleştirilmiş güvenlik kameraları olduğuna hükmetmişlerdi.
    iyi akşamlar, londra.
    saat 9:00.
    burası, kaderin sesi.
    orta dalga 275-285 frekans aralığından yayın yapıyoruz.
    bugün 5 kasım 1997.
    londra halkına duyuru: brixton ve streatham bölgeleri bugünden itibaren karantina bölgesi olarak ilan edilmiştir.
    sağlık ve güvenlik açısından bu bölgelerden uzak durulması önerilir.
    sabah erken saatlerde polis birmingham bölgesinde 17 eve baskın düzenledi.
    baskınlarda önemli bir terör şebekesi ortaya çıkartıldı.
    8’i kadın 20 kişi yargılanmak üzere tutuklandı.
    bugün kraliçe zara, plaistow’daki yeni atık işleme fabrikasının açılışına katıldı.
    hazirandaki 16.
    yaş gününden sonra kraliçe halk içine ilk kez bugün çıktı.
    kraliçe, şeftali renginden ipek bir elbise giymişti.
    bu giysi, kraliyet terzileri tarafından bugün için özel olarak dikildi.
    watchmen de 1980’lerin puslu siyasi havasından esinlendi.
    soğuk savaş muhtemelen son yirmi ya da otuz yılın en sıcak dönemindeydi.
    topyekun nükleer imha birden çok gerçek bir olasılık olarak belirmişti.
    watchmen, süper kahraman formatının klişelerini kullanarak gitgide karmaşıklaşan dünyada iktidar ve sorumluluk mefhumlarını zorlamaya ve tartışmaya çalıştı.
    oldukça saçma süper insan tiplemelerini süperden ziyade insan olarak ele aldık.
    bu tiplemeleri farklı süper varlıklardan ziyade sıradan insanların farklı türlerini anlatmak için simge olarak kullanmıştık.
    watchmen’de zamanın ruhuna çok denk düşen birkaç şey vardı muhtemelen.
    ama bence, en önemli şey bizzat öykü anlatımıydı.
    watchmen’de sunulan dünya, doğrusal neden sonuç ilişkisi bağlamında pek bir yere oturmuyordu.
    bunun yerine dünya, rastlantısal ve senkronize bağlantıları olan muazzam karmaşıklıkta, eşzamanlı bir olay olarak sunuluyordu.
    bence, okuyucularda karşılık bulan şey de muhtemelen böylesi bir dünya tasviriydi.
    önceki dünya görüşlerinin o dönemde girmekte olduğumuz karanlık ve korkutucu yeni dünyanın karmaşıklıklarını anlamak için yeterli olmadığını fark etmişlerdi.
    bence, eğer herhangi bir katkısından söz edeceksek, watchmen’in katkısı bizi çevreleyen ortamı ve bu ortamdaki insanların etkileşim ve ilişki biçimlerini algılayışımıza dair yeni olasılıklara işaret etmiş olmasıydı.
    rorschach'ın günlüğü
    12 ekim 1985.
    bu sabah sokakta bir köpek leşi var patlak karnında lastik izi.
    bu şehir benden korkuyor.
    bu şehrin gerçek yüzünü gördüm.
    sokaklar geniş birer yağmur oluğu ve oluklar kanla dolu ve sonunda şebeke pıhtılaşıp tıkandığında bütün haşerat boğulacak.
    tüm seks ve cinayetlerinin biriken pisliği köpürerek bellerine dek çıktığında bütün fahişeler ve siyasetçiler yukarıya bakıp bağıracaklar: “kurtar bizi!” ben de aşağı bakıp fısıldayacağım, hayır.
    alevlerin ışığında dikilmiş kan lekeleri, terli göğsü vahşi yeni bir kıtanın haritasına benzetmiş.
    temizlenmiş hissediyorum karanlık gezegenin ayaklarımın altında döndüğünü hissediyorum ve kedilerin kendilerini geceleyin bebekler gibi bağırtan şeye dair ne bildiklerini biliyorum.
    insan yağıyla ağırlaşmış dumanın içinden gökyüzüne baktım ve tanrı orada değildi.
    soğuk ve boğucu karanlık sonsuza dek gidiyor ve biz yalnızız.
    bu başsız dünyayı anlaşılmaz metafizik güçler biçimlendirmiyor çocukları tanrı öldürmüyor, onları parçalayan şey yazgı değil onları köpeklere atan şey de kader değil.
    biziz.
    yalnızca biz çizgi roman hakkında konuşan biri genellikle çizgi roman ile film arasında benzerlikler kurma eğilimde olur.
    sinema tekniklerinden anlayan çizgi roman yaratıcısının bu teknikleri bilmeyene göre daha başarılı bir üretici olacağı düşüncesine ben de katılıyorum.
    ancak, çizgi romanlara salt filmler bağlamında baktığımızda onları en fazla hareket etmeyen film olarak adlandırmamız mümkün olur.
    80’lerin ortalarında sadece çizgi romanlarda yapılabilecek şeyleri denemeyi ve bu şeylere odaklanmayı tercih ettim.
    her bir panele yoğun bir bilginin görsel olarak nasıl sığdırılabileceğine bir karakterin söylediği şeyle okurun baktığı resim arasında ne gibi çakışmaların olabileceğine odaklandım.
    bu anlamda, 80’lerden bu yana yaptığım çalışmaların çoğunun filme çekilemeyecek şekilde tasarlandığını söyleyebilirsiniz.
    bunu terry gilliam’a da açıklamak zorunda kaldım.
    o dönemde ağızlara sakız olan watchmen filmini çekmek için seçilen ilk yönetmendi.
    ünlü olmaya başladığımı fark ettim.
    bu benim hiç beklemediğim bir şeydi.
    mesleğe başladığımda, çizgi roman yazarlığı dünyanın en karanlıkta kalan işlerinden biriydi.
    günümüzdeki anlamıyla şöhret 20. yüzyıldan önceki dönemde var olmayan bir şeydi.
    daha önceki çağlarda, çok tanınan biri kişi muhtemelen en fazla bin kişi tarafından biliniyordu o da eğer papaysa filan.
    20. yüzyılda ise iletişimdeki devasa artışla birlikte birden yeni bir şöhret türü mümkün oldu.
    bence şöhretin yaptığı şey şu oldu: önceden maceraya atılmak için genç insanların tercih ettikleri denizin yerini şöhret aldı.
    19. yüzyılda cesur genç bir adam olsaydınız muhtemelen kaçıp denize açılmayı tercih ederdiniz.
    aynı şekilde, 20. yüzyılda evden kaçıp bir pop müzik grubu kurmaya karar verebilirsiniz.
    arada şöyle bir fark var: 19. yüzyılda denize kaçmadan önce denizde başınıza neyin gelebileceğini az çok bilirdiniz.
    ve muhtemelen yüzmeyi öğrenmiş olurdunuz.
    şöhretle baş etme yollarına dair bir el kitabı yok.
    öyle ya da böyle beğenilebilecek bir genç iyi tek bir çizgi roman, iyi tek bir film, iyi bir plak çıkarttığında birden bu gencin dahi olduğu söylenmeye başlıyor.
    o da dahi olduğuna inanmaya başlarsa gülmeyi ve dalga geçmeyi unutup şöhretin şişirdiği yelkenle dalgalara karışıyor ve birkaç hafta sonra, eroinle boğulmuş cesedi boyalı basının sığ sularında kıyıya vuruyor.
    hiçbir zaman şöhret olma niyeti gütmedim ve hiçbir zaman şöhreti içime sindiremediğimi fark ettim.
    şöhretin bir tür sanayi; şöhretli kişilerin de bir tür mahsul olduklarını fark ettim.
    rupert murdoch gibi medya baronlarının ya da büyük yayın şebekelerini yöneten insanların düzenli bir şöhret akışına ihtiyacı var.
    gazete köşelerindeki boşluğu, tv şovlarında zamanı doldurmaları gerekiyor.
    şöhretli kişiler genelde hızla yanıp tükendiğinden sürekli yeni şöhretler yaratmanız gerekiyor.
    bu sürecin bir parçası olmak istemedim ve northampton’un göreli loşluğuna çekildim.
    kırkıncı doğum günümde arkadaşlarımı alelade orta yaş kriziyle sıkmak yerine bütünüyle delirip onları dehşete düşürmenin çok daha ilginç olacağına karar verdim ve büyücü olduğumu ilan ettim.
    bir süredir aklıma gelen bir şeydi bu.
    yazarlık mesleğimde mantıken son adımın bu olduğunu düşünüyordum.
    büyüle ilgili sorun şuydu ki pek çok anlamda dilin bilimi olan büyüde söylediğiniz şey konusunda çok dikkatli olmalısınız.
    tekabül ettiği şeye dair hiçbir fikriniz yokken birden kalkıp büyücü olduğunuzu beyan ederseniz günün birinde uyandığınızda tam da o ilan ettiğiniz büyücü olduğunuzu keşfedersiniz.
    büyünün gerçekte ne olduğuna dair biraz kafa karışıklığı var.
    buna açıklık getirmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.
    büyüye dair en eski tanımlamalara bakabilirsiniz.
    en eski biçimiyle büyüye genellikle “sanat” denilmektedir.
    bunun kelimesi kelimesine uygun bir tanım olduğuna büyünün sanat olduğuna ve sanatın da --edebiyat, müzik, heykel ya da başka herhangi bir biçimin-- tam anlamıyla büyü olduğuna inanıyorum.
    sanat da, büyü gibi, bilinçte değişim sağlamak üzere simgeleri sözcükleri ya da imajları kullanmanın bilimidir.
    büyünün dilinin doğaüstü olaylar kadar yazından ve sanattan söz ettiği görülmektedir.
    örneğin, tılsımlar kitabı anlamına gelen grimmoir dilbilgisi demenin janjanlı bir yoludur.
    büyü lafzdır, kelimeler kullanılır.
    insanların bilincini değiştirmek amacıyla kelimeler telaffuz edilir.
    bu nedenle, bana göre sanatçılar ya da yazarlar çağdaş dünyada şamana en yakın kişilerdir.
    tüm kültürün kökeninin tapınç [kült] olduğuna inanıyorum.
    ister sanat alanında ister bilimde olsun tüm boyutlarıyla kültürümüz başlangıçta şamanın alanıydı.
    günümüzde bu büyü gücünün yozlaşarak ucuz eğlence ve manipülasyon düzeyine gerilemiş olması bence çok trajik bir durum.
    şu anda kültürümüzü biçimlendirmek için şamanlığı ve büyüyü reklamcılar kullanıyor.
    bu kişilerin şamanlığı insanları uyandırmak yerine sersemletiyor, insanları uyuşturup kullanılmaya daha da müsait hale getiriyor.
    sihirli televizyon kutularıyla sihirli laflarıyla ve reklam müzikleriyle ülkedeki herkesin tam da aynı anda aynı kelimeleri akıllarına getirmesini aynı bayağı düşünceye sahip olmasını sağlayabiliyorlar.
    büyüyle ilgili her şeyde dilin inanılmaz büyük bir yeri vardır.
    büyünün ozanlık geleneğinde ozanın yeri büyücüye göre daha üsttedir ve ozan daha korkutucudur.
    bir büyücü size beddua edebilir.
    bu bedduayla elleriniz çarpılabilir ya da çocuğunuz yumru ayakla doğar.
    bir ozan beddua etmez, ama sizi hicvederse bu sizi yok edebilir.
    akıllıca yapılan bir hiciv sizi arkadaşlarınızın gözünde bitirmekle kalmaz ailenizin gözünde de bitirir.
    sizi kendi gözünüzde yok eder.
    zekice kaleme alınmış bir hiciv varlığını sürdürebilir; on yıllar ve hatta yüzyıllar boyu hatırlanabilir.
    ölümünüzden yıllar sonra da insanlar bu hicvi okumaya itibarsızlığınıza ve abesliğinize gülmeye devam eder.
    yazarlar ve sözcüklere hükmetmeyi bilen kişiler saygı görürdü ve bu kişilerden korkulurdu.
    bu kişiler, büyü yapabilen kişilerdi.
    sonraları, bence sanatçılar ve yazarlar köle gibi alınıp satılmaya izin vererek kendilere ihanet ettiler.
    yaygın kanaati benimseyerek sanatı, yazıyı salt bir eğlence biçimi olarak gördüler.
    yazı ve sanat bir insanı, bir toplumu değiştirebilen dönüştürebilen birer güç olarak algılanmıyor.
    basit bir eğlence olarak görülüyorlar.
    ölmeyi beklerken yirmi dakikamızı yarım saatimizi geçirten şeyler.
    sanatçıların işi izleyiciye izleyicinin istediği şeyi vermek değildir.
    eğer izleyiciler ne istediklerini bilselerdi izleyici olmazlardı.
    sanatçı olurlardı.
    sanatçıların işi izleyiciye izleyicinin ihtiyacı olan şeyi vermektir.
    büyücülük kariyerimin evrimi devam ediyor.
    sanatın ve büyünün bir ölçüde birbirinin yerine geçebildiğini düşünüyorum.
    bu nedenle, büyü çerçevesinde fikirlerimi ifade etmek için seçtiğim aracın sanat olması doğaldır.
    düzyazılarımda bu biçimi bir şekilde kullandım.
    örneğin, voice of the fire gibi çalışmalarımda.
    performans çalışmalarında ise bunun daha da görünür olduğunu düşünüyorum.
    son 8 yıldır çeşitli yerlerde bu performansları yapıyorum.
    kendi başlarına küçük, güzel, saykidelik bu çalışmalar birer anlatı yolculuğu.
    bu performanslarda, dinleyiciyi de performansın bir parçası kılmaya dinleyicilerin duyarlılıklarını etkilemeye onları bir tür saykidelik duruma sokmaya çalışıyoruz.
    böylelikle, fiilen bilinçlerini değiştirmeyi bilinçlerini farklı yerlere, farklı düzeylere ve mümkünse yeni ve büyüsel alanlara yönlendirmeyi ümit ediyoruz.
    kendi gerçek benliğimizin isteğini yerine getirirken kaçınılmaz olarak evrenin isteğini yerine getiririz.
    büyüde bunların arasında bir fark yoktur.
    tüm insanların ruhu aslında tek bir insan ruhudur.
    bu, bizzat evrenin kendi ruhudur ve evrenin istencini yerine getirdiğiniz sürece yanlış bir şey yapıyor olamazsınız.
    cinayet, çeşitli biçimlerde ve karmaşık biçimlerde toplumla ilişkilidir.
    from hell’de [cehennemden gelen] “kim yaptı” sorusuna işaret eden bir şeyden ziyade “ne oldu” sorusunu soran bir şey yaratmaya çalıştık.
    böylelikle, tüm bu karmaşık bağlantıların izini cinayetin tam göbeğinden sürmeye başlayıp bu bağlantıların bizi hangi alanlara götürdüğünü görebildik.
    tarih alanı, okültizm, mitoloji, mimari toplumsal düşünceler alanı.
    tüm bu alanlar, suçun gerçekleştiği dünyanın biçimlenmesinde bir rol oynadı.
    tüm bu olasılıkları sorgulamanın bir olay haritası çıkartmaya çalışmanın bu haritaya da tüm bu yabancı alanları dahil etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
    cinayet söz konusu olduğunda bu alanlar genellikle hiç dikkate alınmıyor.
    “kim yaptı” sorusu meselem değildi; bir vakada ‘ne oldu’ meselesiyle ve ‘neden oldu’ meselesiyle ilgilendim.
    tanrıların ve şeytanların tartışmasız var olduğu tek yer insan zihnidir.
    orada, bütün azametleriyle ve canavarlıklarıyla, gerçektirler.
    bana göre, batı okült geleneğinde büyünün önemli bir kısmı büyük harfle başlayan benlik arayışıyla ilgilidir.
    bu benlik, büyük eser olarak adlandırılan şeydir; simyacıların aradığı altındır iradedir, ruhtur aklın, bedenin, rüyaların ötesinde, içimizde var olan şeydir.
    içimizdeki dinamo da diyebiliriz, dilerseniz.
    kendi benliğimizin bilgisi, elde edebileceğimiz en önemli, yegane şeydir.
    buna karşılık, korkutucu ölçüde çok sayıda insan sadece benliğini yok sayma eğiliminde olmayıp fiilen kendilerini de yok etme itkisine sahip gibi görünmektedir.
    bu korkunç, ama neredeyse anlaşılır bir durum.
    bu farkındalığı tamamen silip yok etme arzusu neredeyse anlaşılır bir şey.
    bir ruha, böylesine değerli bir şeye sahip olmak çok büyük bir sorumluluk.
    peki ya kırılırsa?
    ya kaybedersen?
    onu uyuşturmak, öldürmek, imha etmek onu saf tutmaya çalışmanın acısıyla yaşamak zorunda olmamak, en iyisi değil mi?
    bana göre insanların kendilerini alkol uyuşturucu, televizyon ya da kültürümüzün önümüze attığı diğer her türlü bağımlılığa boğması kasıtlı bir eylem olarak görülebilir.
    bu eylem, insanların kendileri ile daha üst bir benliğin sorumluluğunu kabul etme ve sahiplenme, sonrasında da bu benliği muhafaza etme sorumluluğu arasındaki bağa ve ilişkiye zarar vermeye yönelik, kasıtlı bir eylemdir.
    görünürde bir korku çizgi roman olan swamp thing’i yaptığım dönemde okuyucuları her sayıda korku batağına atmanın o kadar da etkili olmadığını fark ettim.
    başka şeyler yaparak korkunun kendini tekrar eden özelliklerini hafifletmeniz bunu tek sesli bir anlatının ötesine taşımanız gerekiyordu.
    bunun için, hayal gücümüzün ürünü fantezi korku öğelerini; örneğin, kurt adamları vampirleri, zombileri gerçek hayata ait korkularla birleştirmenin iyi olacağını düşündüm.
    ırkçılık, cinsiyetçilik, kirlilik, çevrenin çöküşü gibi korkular.
    böylelikle de, bu sosyal meselelere fantezi kurgunun sunabileceği ölçüde bir ağırlığı kısmen verebilirdim.
    birçoğumuzun vampirlerden korkmak için hiçbir sebebi yok aslında.
    bu tür korkunç doğaüstü güçlerin olmamasına rağmen, içinde yaşadığımız kültür her bir parçasıyla, en az onlar kadar tehlikeli.
    swamp thing’in erotik olasılıklarını araştırdığımız bir bölüm yapmıştım.
    eğer bir çizgi romanın her sayısını her ay kavga dövüşle doldurabiliyorsan en az bir sayısını da cinsellikle doldurabilmelisin.
    cinselliğin de en azından kavga kadar ilginç olduğu kesin.
    bu sayı oldukça olumlu tepkiler aldı.
    bu durum beni ciddi bir şekilde erotikanın olanaklarını düşünmeye sevk etti --ya da benim tercih ettiğim söylenişiyle, pornografinin,-- çünkü bu iki sözcük arasındaki farkın büyük ölçüde okuyucunun gelir düzeyine bağlı olduğunu düşünüyorum.
    1990’larda melinda gebbie’yle karşılaştım.
    ve birlikte büyük bir erotik kurgu üzerinde çalışmak istediğimize karar verdik.
    çalışmamız, yakında yayımlanacak olan lost girls ile sonuçlandı.
    bütün bu drama avrupa arkaplanında ve özellikle 1913 avusturya’sında sahnelendi.
    bu yıl, her şeyin tam da seksin anti-tezine hızla yöneldiği bir yıldı.
    bu dönem, insanların enerjilerini sekse yöneltmediklerinde yaptıkları şeye birbirlerini öldürmelerine gebeydi.
    birçok genç adamın onlu yaşlarında sahip oldukları sağlıklı cinsel dürtülerin muhtemelen cinsel dürtülerini kısmen kaybetmiş yaşlı adamlar tarafından saptırılması.
    tüm bu seksüel enerjinin örneğin flanders gibi bir yere sevk edilip diğer genç adamları öldürmek üzere saptırılması.
    sevişmek gibi dürüst bir şeye harcanması gereken enerji bunun yerine, öldürme gibi dehşet verici bir şeye yöneltiliyor.
    akıllı pornografi yazımının önüne geçebilen bir beyin-penis kan oranı var.
    .
    eğer pornografide fazla akıl varsa kanın tümü beynine hücum ediyor ve ereksiyonu kaybediyorsun.
    eğer seksüel açıdan fazla heyecan verici olursa bu sefer de onun estetik değerini takdir edecek durumdan çıkıyorsun.
    bu dengeyi kurmak güç bir iş.
    pornografiyle ilgili düşüncelerim şu olgu etrafında dolanıyor: aslında çok azımız zombiyiz detektifiz, kovboyuz ya da uzayadamıyız.
    buna rağmen, ortalıktaki sayısız kitapta bu yaşam biçimleri tekrar tekrar anlatılıyor.
    halbuki, hepimizin seksle ilgili birtakım duygu veya düşüncesi vardır.
    ancak, seksi şu veya bu şekilde tartışmaya açan ya da tarif eden tek sanat biçimi kesinlikle hiçbir standardı olmayan bu açgözlü, kirli, tezgah altı sanat biçimidir.
    lost girls’ün niyeti bu duruma karşı çıkış üretmekti.
    bütünüyle seksle ilgili, ateşli bir edebiyat parçasının herhangi bir kurmaca kadar güzel ve anlamlı olmaması için kendine çeken karakterleri barındırmaması için hiçbir neden yok.
    büyü düşüncesinin tarihini ve sapmanın hangi noktada başladığını araştırıyorum.
    büyüdeki sapmanın tektanrıcılıkla başladığına kalıbımı basarım.
    büyünün tarihine baktığınızda kökenlerinin mağaralarda olduğunu görürsünüz.
    büyünün kökenlerini şamanlıkta animizmde; yani, sizi çevreleyen her şeyde, her ağaçta, her kayada, her hayvanda muhtemelen iletişim kurulabilir bir tür öz, bir tür ruh olduğu inancında bulursunuz.
    bu inancın merkezinde bir şaman ya da hayalci vardır.
    bu kişi, hayatta kalmak için gerekli fikirlerin aktarılmasından sorumludur.
    klasik medeniyetlere geldiğinizde bunun bir ölçüde sistemleştirildiğini görürsünüz.
    şaman, sadece ruhlarla insanlar arasında aracılık yapıyordu.
    köyde ya da toplulukta spiritüel bir tesisatçı işlevini gördüğünü düşünüyorum.
    bilirsiniz, toplulukta herkesin oynadığı bir rol vardı.
    avcılıkta iyi olan birisi avcılık yapardı.
    ruhlarla en iyi konuşan kişiler de --ki bu kişiler muhtemelen biraz deliydi ya da normal maddi dünyadan biraz kopuk kişilerdi-- bu kişiler de şamanlık yapardı.
    bu kişiler gizli bilgilerin ustası filan da değildi.
    sadece bildiklerini topluluğa dağıtırlardı.
    bunun da topluluğa yardımcı olduğu düşünülürdü.
    klasik olarak bilinen kültürlere geldiğinizde bunun sistemleştirildiğini görürsünüz; artık tanrılara ait panteonlar vardır.
    bu tanrıların her birinin bir rahip sınıfı vardır.
    bu kişiler belirli bir ölçüde aracılık yaparak o tanrıya nasıl tapılacağını size öğretir.
    burada insanlarla tanrıları arasındaki ilişki; yani, insanlarla en üst benlikleri arasındaki ilişki yine de çok doğrudan bir ilişkidir.
    hıristiyanlık geldiğinde, tektanrıcılık geldiğinde birden bire, bir rahip sınıfının tapınan kişi ile tapınç nesnesinin arasına girdiğini görürsünüz.
    rahip sınıfı, bir tür spiritüel orta kademe yönetim haline gelmekte insanlık ile insanlığın aradığı, bizatihi kutsal olan varlık arasına girmektedir.
    artık uluhiyetle doğrudan bir ilişkiniz kalmamıştır.
    rahiplerin de uluhiyetle herhangi bir ilişkilerinin olması gerekmemektedir.
    çok uzun zaman önce yaşamış ve uluhiyetle doğrudan ilişkisi olan birtakım insanları size anlatan bir kitapları vardır yalnızca.
    bu da yeterli olmaktadır.
    mucizevi şeyler görmeniz gerekmez tanrılarla konuşmanız gerekmez.
    bu tür şeyler yapıyorsanız muhtemelen akli dengenizi yitirmişsinizdir.
    malum, modern dünyada bu tür şeylere yer yoktur.
    bir tek rahiplerin tanrılarla konuşmasına izin verilir.
    o da ziyadesiyle tek taraflı bir konuşmadır.
    bana göre tek tanrıcılık müthiş bir basite indirgemeciliktir.
    kabala’da müthiş bir tanrı çokluğu vardır ancak kabalistik diyagramın --hayat ağacının-- en üst sefirasında mutlak tanrı yer alır.
    monad, tek.
    bölünemez bir şey, malum.
    diğer bütün tanrılar ve hatta evrendeki diğer her şey bir şekilde bu tanrı’dan türemiştir.
    tamam, bunda bir mesele yok.
    ancak, şunu söylemeye başladığınızda insanlığın erişebileceği yüksekliğin ötesinde sadece tek bir tanrının olduğunu ve arada başka hiçbir şey olmadığını iddia ettiğinizde olayı sınırlandırmış ve basite indirgemiş olursunuz.
    yani, paganizmi bir tür alfabe bir dil olarak görme eğilimindeyim.
    sanki bu dilde tüm tanrılar birer harf gibidir her biri nüansları fikirlerdeki anlam tonlarını ya da farklı incelikleri ifade etmektedir.
    tektanrıcılık ise tek bir sesli harf gibidir.
    sanki şöyle bir sestir: oooouh.
    bu maymunun çıkarttığı sestir.
    tanrılardaki hayal kırıklığını küçümsemeyi hayal bile edebilirsiniz, isterseniz.
    böylesi bir spiritüel kavram zenginliği varken bu zenginliğin sesi çıkartanın anlamını dahi bilmediği, şikayet dolu tek bir notaya indirgenmesinin hiçbir anlamı yok.
    simyacıların felsefesinin iki bileşeni vardı.
    bunlar, solve et coagula [ayır ve tekrar birleştir] ilkeleriydi.
    solve [ayır] analizin eşanlamlısıdır.
    nasıl işlediklerini görmek için şeylerin parçalanmasıdır.
    coagula [tekrar birleştir] basitçe sentez anlamına gelir.
    ayrılmış parçaların yeniden bir araya getirilmesidir.
    böylelikle, bu parçaların daha etkili çalışmaları sağlanır.
    bu ilkeler çok önemlidir.
    kültür içerisinde neredeyse her şeye uygulanabilirler.
    edebiyatta son dönemde, örneğin post-modernizm dalgası var, yapısökümcülük.
    bu solve’dir.
    sanırım sanatta coagula’ya biraz daha fazla yer vermenin vakti geldi.
    artık her şeyi yapısöküme uğratmışken belki de her şeyi yeniden birleştirmeyi düşünmeye başlamamız lazım gerçekten.
    spiritüelizm, rönesansa ve onu izleyen akıl çağına dek insan düşüncesinin doğal durumuydu.
    başlangıçta dünyayı tümüyle ruhların yaşadığı bir yer olarak görüyorduk.
    bu dünyada her şeyin içinde bir öz varlığını sürdürüyordu.
    bizler de dahil, her şey bir ölçüde kutsaldı.
    akıl çağı bunu bütünüyle değiştirdi.
    aklın yararlı pek çok şeyi beraberinde getirdiği gelişimimiz açısından gerekli bir aşama olduğu tartışma götürmez.
    ancak, maalesef bu süreç materyalizme yol açtı.
    fiziksel maddi dünya varlığın tek ve en önemli biçimi olarak görüldü.
    kaçınılmaz olarak bizler de, herhangi bir spiritüel boyutu olmayan, ruhu olmayan bir yaratık olarak görüldük.
    ölü maddeden oluşan, ruhsuz bir evrende yaşıyorduk.
    1980’lerin ortasında christic ınstitute adlı amerikan hukuk örgütü bir çizgi roman hazırlamamı istedi. cıa’nin 2. dünya savaşı’ndan başlayıp günümüze dek gelen süreçteki karanlık tarihini ayrıntılarıyla işleyecektim çizgi romanda vietnam savaşı sırasındaki eroin kaçakçılığı orta amerika’daki savaş sırasındaki kokain kaçakçılığı kennedy suikastı ve diğer önemli olaylar işlenecekti.
    bunu başarabilmek için büyük çaba harcayarak yapmam gereken ve gerçekten de korku veren araştırma sırasında şunu öğrendim: evet, bir komplo var.
    hatta, her biri bir diğerine karşı olan çok sayıda komplo var.
    ve tüm bu komplolar paranoyak hayalperestler ve beceriksiz soytarılar tarafından yürütülüyor.
    cıa tarafından hedef alınan bir listedeyseniz endişelenmeniz için gerçekten de hiçbir neden yok.
    ancak, cıa tarafından hedef alınan bir listedeki biriyle isim benzerliğiniz varsa, o zaman öldünüz demektir.
    komplo teorisi hakkında öğrendiğim temel şey şu oldu: komplo teorisyenlerinin komploya inanmalarının nedeni komplo düşüncesinin aslında daha avutucu ve rahatlatıcı olması.
    dünyanın gerçeği ise, kaotik olmasıdır.
    gerçek şu: dünyayı kontrol altında tutanlar yahudi bankacılığı komplosu ya da gri renkli uzaylılar ya da başka bir boyuttan gelen 3,5 metrelik sürüngenler değil.
    gerçek çok daha korkutucu: hiç kimse kontrol sahibi değil.
    dünya başsız ve dümensiz bir yer.
    kültürümüzü ve yaşamlarımızı en fazla etkileyen madde bütünüyle görünmez olan bir madde.
    sadece etkilerini görebiliyoruz.
    bu madde enformasyondur.
    bilim, büyünün yan dalı olarak başladı.
    sonradan birbirlerinden tamamen ayrıldılar ve birbirlerinin azılı düşmanı oldular.
    bununla birlikte, günümüzde bu ikisinin yine birleşmeye başladıklarını düşünüyorum.
    son dönemde okuduğum bazı şeylere göre kuantum fiziğinde ileri düzeydeki kişiler enformasyonun “süper tuhaf madde” olduğuna inanıyor --kullandıkları ifadeyi aynen tekrarladım.
    bu madde, evrendeki her şeyin temelini oluşturuyor.
    ve yerçekiminden ya da elektro-manyetizmadan ya da iki nükleer kuvvetten daha temel bir nitelikte.
    bu önerme tüm fiziksel evrenimizin ikincil yan ürün olduğuna; birincil bir enformasyonun yan ürünü olduğuna işaret ediyor.
    büyü açısından daha kabul edilebilir bir ifade kullanmak gerekirse: “başlangıçta söz vardı” enformasyonun belirli bir dönem içinde ikiye katlandığı teorisinden şunu anlıyorum: ilk el baltasının icat edildiği yaklaşık i.ö. 50,000 ile i.s. 1 arasını bir dönem olarak alalım.
    bu, insan enformasyonunun bir dönemi olsun.
    bu dönemi, dönem içerisinde ürettiğimiz insan icadı sayısı ile ölçebiliriz.
    sonra, bu dönemdekinin iki katı icada ne kadar sürede ulaştığımıza bakabiliriz.
    bu, insan enformasyonun iki katına çıktığı anlamına gelir.
    buradan hesapla, ilk 50.000 yılın ardından ikinci dönem yaklaşık 1500 yıl sürdü.
    bu da yaklaşık rönesans dönemine denk geliyor.
    o döneme dek enformasyon ikiye katlanmıştı.
    yeniden ikiye katlanması birkaç yüzyıl sürdü.
    sonra süreç hızlanıyor.
    insan enformasyonu 1960 ile 1970 arasında ikiye katlandı.
    anladığım kadarıyla, son hesaplamalara göre her 18 ayda bir insan enformasyonu ikiye katlanıyor.
    bu çizgiden bakarsak, 2015 yılında bir yerde insan enformasyonunun saniyenin binde birinde ikiye katlanacağı bir nokta olacak.
    yani, her bir saniyenin binde birinde biriktireceğimiz enformasyon tüm dünya tarihi boyunca biriktirdiğimiz enformasyondan daha fazla olacak.
    bana göre bu noktada her şey belirsizleşecektir.
    bu denli büyük bir bilgi patlamasından sonra var olabilecek bir kültürü hayal dahi edemiyorum.
    kültürümüzün bütünüyle farklı bir varlık durumuna geçeceğine inanıyorum.
    kaynama noktasını aşıp akışkan bir kültürden buhar kültürüne dönüşecek.
    başlangıçta varlık bilimi tekti.
    dünyaya bakışımızı büyü biçimlendiriyordu.
    yaptığımız her şeyin, olan biten her şeyin şamanik, sihirli bir anlamı ve önemi vardı.
    bir kısmı hala bu gezegende varlığını sürdürebilen ilk kültürlere, aborjinal kültürlere bakarsanız çoğunun dilinde sadece tek bir zaman vardır.
    her şey şimdiki zamana dahil edilmiştir.
    önceden olmuş ya da henüz olmamış, gelecekte olacak şeylerden bahsederler ama tüm bunları şimdiki zaman içerisinde anlatırlar.
    anlaşılan, sadece varlığımızı ve varlık bilgimizi bölüp farklı alanlara dağıtmakla kalmadık.
    ayrıca zaman kavramımızı da bölüp farklı zaman dilimleri oluşturduk.
    bir zamanlar büyük, sonsuz bir şimdiki zaman vardı.
    bence bu, hayvanların içinde var oldukları sabit ‘şimdi’ye benziyordu.
    ama bilinç sahibi bireylerden oluşan türümüz farklı bir zaman kavramını türetti.
    zamanı neredeyse bir tel üzerinde kayan boncuk gibi görmeye başladık.
    şimdi, hepimizin içinde olduğu küçük, minicik bir an haline geldi.
    bu an, bir tel üzerinde geçmişten geleceğe doğru dur durak bilmeden kayıyor.
    stephen hawking gibi insanların önerdiği zaman modellerine bakarsanız bu modellerin bizim kaderci ve oldukça basit geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek tasavvurumuzdan ziyade ilkel zaman algısına çok daha yakın olduklarını görürsünüz.
    hawking’in uzay-zamanı bir tür devasa, yıldızlarla dolu bir futbol ya da rugby topu olarak tasvir ettiğini düşünüyorum.
    bu topun bir ucunda büyük patlama varken diğer ucunda büyük çöküş ile her şey yeniden birleşiyor.
    ancak futbol topu her zaman var olmaya devam ediyor.
    devasa bir hiper an var ve her şey bu anın içinde oluyor.
    buna göre, sadece bizim bilinçli zihinlerimiz şeyleri geçmiş, şimdi ve gelecek olarak tasnif ediyor.
    alpha centauri’den uçan dairelerin şimdi ya da geçmişte bir zamanda bizi ziyaret etmesi düşüncesi akla uygun bir düşünce değil.
    yine de, makineleri warp motorlarını ya da benzeri sözde bilimsel kavramları içerdiğinden batı’da yaşayan bizler bu konuya ciddi kafa yoracağız.
    van danicken’e de ciddi kafa yorduk.
    öte yandan, diğer kültürlerin spiritüel yaklaşımlarının tümüyle saçma olduğunu düşünmeye devam edeceğiz.
    bu, batı düşüncesinin sınırlılıklarının bir örneğidir.
    tüm bir evreni anladığımıza inanıyoruz.
    gerçekte anladığımız şey ise kendi kafamızın içindekiler.
    bunu da oldukça kötü beceriyoruz.
    fizikçi niels bohr da kuantum fiziğine dair kopenhag yorumunda bunu söylüyor.
    bohr’a göre, uzak olaylardan bahsederken ya da bu olayları tanımlarken --bunlar ister en uzak yıldızdaki ister en küçük ve uzak kuanta düzeyindeki olaylar olsun-- yaptığımız tek şey kendimiz ve kendi süreçlerimiz hakkında konuşmaktır.
    yani, gördüğümüz tek şey kendi algılarımız ama biz bunlara gerçeklik diyoruz.
    sonuçta, gerçeklik algımız konusunda fanatik bir tutum takınıyoruz, sanki tek gerçeklik buymuş gibi.
    bu nedenle de başka kültürleri ilkel ya da gaflet içinde henüz hiçbir şey öğrenmemiş kültürler olarak görüyoruz.
    bu yaklaşımla, enformasyon açısından kendimizi ürkütücü düzeyde yalıtıyoruz.
    kendi değerlerinde ısrar eden kültürümüz körleşiyor daha köklü diğer kültürlere ait ve çok da yararlı olabilecek kavram ve düşünceleri görmüyor.
    halbuki bu kültürler, dünya hakkında, soğuk davranışçı bilimin yorumlarından muhtemelen daha zengin yorumlar üretti.
    bilim sadece ampirik kanıtlarla ilgilendiğinden bilinç hakkında bir şey söyleyemiyor.
    bilim sadece laboratuar ortamında tekrarlanabilen şeylerle ilgilidir.
    düşünceler bu kategoriye girmemektedir.
    bu nedenle bilim genel olarak bilincin varlığını reddetme eğilimindedir.
    bilincin biyolojinin bir kazası olduğunu kimyasal süreçlere dayandığını, bu süreçlerin de fizikle ilgili olduğunu dolayısıyla bilincin normal rasyonel çerçevede bütünüyle açıklanabildiğini söyleyeceklerdir.
    biraz heretik bir bilim adamı olan rupert sheldrake morfogenetik alan teorisini ortaya atmıştır.
    bu teoriyle, bilincin acayip bazı etkilerini ele almaya ve anlamaya çalışmıştır.
    muhtemelen aşırı basite indirgiyorumdur; bana göre bu teorinin temel kavramı şu: ister fiziksel bir biçim ister fikir ya da düşünce türü bir biçim olsun, bir kez bir biçim oluştuğunda bunun tekrarlanması çok daha olası ve mümkün hale gelmektedir.
    sheldrake, morfogenetik alan nedeniyle bunun mümkün olduğunu söylemektedir.
    bu alan her şeyi birbirine bağlamaktadır.
    bir fikir ya da düşünce mevcudiyet kazandığında bir şekilde bu morfogenetik alanda var olmaktadır.
    bu düşünce beni çarptı.
    insan zihninin çalışma biçimi hakkında pek çok şeyi açıklayabileceğini fark ettim.
    hatta, örneğin buhar makinesinin nerdeyse aynı zamanda beş ya da altı farklı kişi tarafından icat edilmiş olması gibi şeyleri dahi açıklayabilir.
    buhar makinesi yüzlerce, binlerce yıl boyunca icat edilmemişti.
    ama birden, birkaç hafta içerisinde sanki herkes aynı düşünceyle buharlı motor vakti geldi, demeye başladı.
    herkesin aklına buharın itme gücü olduğu düşüncesi geldi.
    bu, benim düşünce uzayı olarak adlandırdığım şeye benziyor.
    içinde zihinsel olayların gerçekleştiği söylenebilecek bir tür uzay bu.
    belki de evrensel boyutta bir düşünce uzayı.
    her birimizin bilinci bu evrensel uzaya erişebiliyor.
    şöyle düşünün: her birimizin evi kendisinindir ama ön kapının ötesindeki sokak herkese aittir.
    sanki tüm fikirler, düşünceler bu uzayda önceden mevcutlar, varlar.
    insanlar olarak bizler farklı ve birbirinden ayrı iki dünyada iki düzeyde yaşıyoruz.
    fiziksel dünyada yaşıyoruz.
    ama aynı zamanda gerçekten deneyim edebildiğimiz tek şey bu dünyaya ilişkin kendi algımız olduğundan daha ziyade sadece bilinç ve düşüncelerden oluşan bir dünyada yaşadığımızı söylemek doğru olacaktır.
    zihin uzayında bütünüyle fikirlerden ve kavramlardan oluşan adaların var olabileceği düşüncesi bana çok çarpıcı geliyor.
    yani, bu uzayda kıta ya da adaların yerine büyük inanç sistemleri ya da felsefeler olabilir.
    marksizm bu uzayda bir ada olabilir.
    yahudi-isevi dinler bir başka kara parçasını, belki bir kıtayı oluşturabilir.
    zihinlerimiz, sınırlı ve zayıf biçimde de olsa günün her anında bu fikir uzayla etkileşim içerisindedir.
    böylelikle günlük yaşantımızı sürdürebiliriz.
    gerçekten benzersiz fikirler istiyorsanız sanatçıysanız, mucitseniz ya da benzersiz ve taze düşüncelerle ilgilenen herhangi biriyseniz o zaman bu düşünce uzayının diplerine doğru dalmanız daha önceden gidilmemiş tespit edilmemiş alanlarda bu türden düşünceleri bulmanız gerekir.
    fikir uzayının ya da buna benzer bir şeyin olduğunu varsaymaya başlarsak o zaman bu uzayı keşfetmeye de karar verebiliriz.
    sanatsal ve belki de bilimsel nedenlerle bunu yapabiliriz.
    ya da büyücüler olarak, okültistler olarak bu keşfe karar verebiliriz.
    bu varsayımsal, henüz tümüyle bilinmeyen alanı keşfetmeye kalkışacaksak önceki kaşiflerin üretmiş olabilecekleri yol haritalarını bulmamız ve bu haritaların izinden gitmemiz daha anlamlı olacaktır.
    şimdi, zihnin ve belki de ruhun alanı söz konusu olduğunda mevcut tek yol haritası antik uygarlıkların ürettiği büyü sistemleridir.
    kabala gibi, insanın hayal edilebilen her durumuna dair haritası olan sistemlerden söz edebilirsiniz.
    arketipik imaj panteonu tarot gibi insanlık durumunun haritasını çıkartmak için bir çizim bilimi sunan sistemlerden söz edebilirsiniz.
    çoğu insan, apocalypse [kıyamet] kelimesinin korkutucu bir kavram olduğunu düşünür.
    sözlüğe baktığınızda sadece aydınlanma [diriliş] anlamı vardır elbette bir de dünyanın sonu anlamına gelmektedir.
    dünyanın sonunun anlamı ise, bana göre, dünya derken neyi kastettiğimize bağlıdır muhtemelen.
    ben bunun gezegen ya da gezegenin üstündeki yaşam formları anlamına geldiğini düşünmüyorum.
    ben dünyanın tamamen düşüncelerden oluşan bir yapı olduğunu düşünüyorum.
    sadece fiziksel yapıları değil inşa ettiğimiz zihinsel yapıları, ideolojileri içeren şeyi dünya olarak adlandırıyorum.
    siyasi yapılarımız, felsefi yapılarımız ideolojik çerçevelerimiz, ekonomilerimiz.
    tüm bunlar gerçekte hayali şeyler.
    yine de, tüm dünyamızı bu hayali şeylerden oluşan çerçevenin üstüne kurduk.
    yeterince güçlü bir enformasyon dalgasının tüm bunları alaşağı edip yok edebileceği düşüncesi bana çok çarpıcı geliyor.
    kim olduğumuza ve nasıl var olduğumuza dair bütün bakış açımızı değiştirebilecek ani bir idrak ve kavrama durumu.
    tarih bir ateş.
    birikmiş enformasyonun ve birikmiş karmaşıklığın ateşi.
    kültürümüz ilerledikçe giderek daha fazla enformasyon topladığımızı görüyoruz.
    toplumsal kaynama noktasının mutlak karmaşıklığına ulaşmaya başladıkça yavaşça, neredeyse akışkan bir durumdan buhar haline geçmeye başlıyoruz.
    kültürümüzün buhara dönüşmekte olduğuna inanıyorum.
  • abi sen ne yaptın. filmi izlesek daha kısa sürerdi. okumaktan gözlerim yer değiştirdi.
hesabın var mı? giriş yap