• elçin ilyasoğlu efendiyev'in bir romanı.

    "bu roman, sovyet devrine siyasî, iktisadî ve sosyal bakımdan ışık tutan çok yönlü bir eserdir. azerbaycan'daki 70 yıllık sovyet rejiminin zulümle, adaletsizlikle, ahlaksızlıkla dolu uygulamalarını bütün somutluğuyla gözler önüne sermektedir. elçin bu eserinde ayrıca zengin şuuraltına sahip kahramanlarıyla psikolojik olguları da gayet güzel şekilde aksettirmekte, felsefî düşüncelere de yer vermektedir." (tanıtım yazısından)
  • sanırım şöyle bir soruyla başlamak yerinde olacak: elçin efendiyev'in ölüm hükmü'nde okuduğumuz kadarıyla, sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği nasıl bir yerdir?
    romanın aynasından bize yansıyan, devlet aygıtının -en küçük bürokratları bile kapsayacak biçimde- bir mafya örgütüne dönüştüğü bir ülkedir. görevleri yasaları uygulamakken, 'yasa benim!' diyen bu insanlarındır bütün haklar: çok odalı bir ev, bir araba, seyahatleri için pasaport, çocukları için iyi bir eğitim, karıları için mücevher, metresleri için lüks oteller, düşmanları için ölüm. en büyük makam, subaşını tutmuşlardan birinin akrabası olmaktır sovyetler birliği'nde.
    torpil gibi rüşvet de devlet aygıtının işleyişinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. rüşvetsiz ve torpilsiz üniversiteye gidemez, işe giremez, girseniz yükselemez, hatta mezarlıkta yatacak yer bile bulamazsınız. rüşvet için gereken paraysa mafya-devlet ağının dışına çıkmaz. yeraltı ekonomisinin çarklarını döndüren bu insanlara, şahsi teşebbüs ve sermaye birikimi kanalları da açıktır bir bakıma ne de olsa...
    insanlar muhbirleşmiştir. üstelik salt başkalarının değil, kendi kendilerinin de muhbiri, kurdu haline gelmişlerdir. devlet ideolojisine ya da büyüklerine mugayir herhangi bir düşünce uyansa içlerinde, kafalarından öyle bir geçse, korku ve telaş içinde kovalamaya çalışırlar onu alelacele. ne kimseye ne kendilerine güvenebilirler. baba 'halk düşmanı' ilan edilirse, oğul da 'baba düşmanı' oluverir, oluvermelidir. aynı hızla 'makbul' de 'maktul'e dönüşebilir bu ülkede; devletin üst kademelerine tırmananlar bile bir anda yuvarlanabilir, 'devrim muhafızlığı'ndan 'halk düşmanlığı'na sürükleniverirler. herkes için kelle koltuktadır, birinin dudakları arasındadır: yükselmek ya da kendini korumak kaygısıyla bir başkasını satmaya müheyya birinin...
    topluma hakim duygunun endişe, umutsuzluk ve korku olduğu bir ülkedir burası. katliamlar, sürgünler, hapislerle çevrilmiş veya baştanbaşa bir hapishaneye dönüşmüş bir ülke.
    insanların kalemini, düşüncesini, kimliğini, namusunu satmaya mecbur bırakıldığı bir ülke.
    devlet ve devrim adına insan hakları ihlallerinin, fişlemelerin, eşitsizliğin, vurgunun, talanın, adaletsizliğin, ölümün meşrulaştığı bir ülke.
    yarını kurmak için, güzel bir gelecek adına yapılanların insanları ürkünç bir yarınsızlık duygusu ve gelecek endişesiyle başbaşa bıraktığı bir ülke.
    sosyalizmin en büyük vaadini gerçekleştiremediği, enternasyonel marşının 'kaldıralım sınıfları!' çığlığının boşlukta ve boşuna yankılanmakta olduğu bir ülke.
    söylenen sözlerle yapılan işler arasında uçurum olduğu, yani teoriyle pratiğin bir türlü birbirini tutmadığı; aziz hatıraları önünde saygıyla eğilinen ve dillerden düşmeyen marks ile engels'in kuramından koşar adım uzaklaşan, uzaklaştıkça da -tıpkı kitabın kapağında resmedildiği gibi- kocaman ve başıboş bir çekice dönüşerek halkının kafasına inen bir ülke.

    elçin'in çizdiği tablo, bu zamana kadar okuyup öğrendiklerimizle de zıt düşmüyor. biliyoruz ki, ''bir kişi veya hareket, iktidarın salt kendine ait olmasını şu veya bu gerekçeyle esas alıyor ya da aynı amacı paylaşanlar içinde sadece kendi önerdiği yolun doğru olduğuna inanıyorsa; bu amaç ve yola ters düştüğüne veya engel olduğuna karar verdiği herkesi, her tür aracı kullanarak safdışı etmeye "hakkı" olduğuna da inanmak zorundadır. bu, öyle bir mantıktır ki; kişi ya da harekete niçin, hangi amaç adına iktidarı istediğini dahi unutturabilir, en azından o amacı örter ya da manipüle eder. yani amacın, idealin "mantığı", iktidar mantığına bu ilişki içinde yenilmek, boyun eğmek zorunda kalır'' (laçiner: 1993).
    iktidar bir fetiş nesnesine dönüştükçe 'düşmanlar' çoğalır, iktidarı sımsıkı tutup hiç bırakmak istemeyen devlet eliyle çoğaltılır. iç düşmanlar, dış düşmanlar, halk düşmanları, sağ sapmalar, sol sapmalar, karşı devrimciler, bölücüler, dönekler, bütünlüğümüzü bozucular, koltuğumuzda gözü olanlar, hayır diyenler, fazla düşünenler, başkan şerefine içmeyi reddedenler, liderin karikatürünü çizenler...
    iktidarı kaptırmamaya and içen, şiddeti de siyasetin değişmez bir aracı haline getirmeye yazgılıdır. 'halk için, halka rağmen'lerin sonu gelmez. tabii bu şiddetine bir kılıf bulmalı ve mümkün olabildiğince geniş bir kitlede sisteme rıza yaratmalıdır. yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı bir sistemde bunu halletmek çok da zor olmayacaktır, hele eğitim ve iletişim kanalları da tahakküm altındaysa...
    bahsettiklerimiz ne sadece sscb'ye, ne de sosyalizme has, içkin; totaliterizme, otoriterliğe meyyal rejimlerin ortak özellikleri... üstelik sovyetler birliği rejiminin ne kadar sosyalizme benzediği hep tartışılan bir konu olagelmiştir. bolşeviklerce 'reel sosyalizm' olarak adlandırılan bu 'şey'e, lev troçki 'dejenere işçi devleti', bruno rizzi 'bürokratik kollektivizm', tonny cliff ise 'devlet kapitalizmi' demeyi daha uygun bulur. adı ne olursa olsun, sovyetler deneyimi yukarıda anlatılan işleyişin en güzel örneklerinden birini veriyor kuşkusuz.
    ölüm hükmü'nde de sıklıkla anılan buharincilik suçlamasını ele alalım mesela... buharin'in stalin'in muhalifi olduğu ve sağ muhalif bir siyaset yürüttüğü açıktır. ancak elde hiçbir delil yokken, o ve sbkp içindeki sağ kanat, gizli bir terörist örgüt oldukları, proleterya diktatörlüğünü yıkmaya çalıştıkları suçlamasıyla tutuklanır. terörist örgüt komplosunun kurbanları sadece buharin ve yirmi arkadaşıyla sınırlı kalmaz, onların ardından ülke çapında onlarca kişi daha idam edilir.
    elçin'in profesör zilber hikayesinde değindiği, doktora yönelik asılsız suçlamalar, gerçekte yaşanmış bir başka komployu çağrıştırıyor: gorki'nin doktorları da, onu ve oğlunu kasten öldürmekle suçlanmışlardır stalin döneminde. suçları, açıkhavanın iyi geleceğini söyleyerek zatürre kapmasına sebebiyet vermektir! (insel: 2011)
    romanda abdul gaffarzade'nin öyküsüyle mercek altına alınan yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık ve yeraltı ekonomisiyse, bilhassa demir perde'nin kalkıp yıllarca saklanmış devlet sırlarının ifşa edilmesiyle herkesin malumu oldu şimdilerde. bugünkü rusya ve birlikten kopan devletlerin pekçoğunun mafyaları ve bavul ticaretiyle meşhur olduğu anımsanırsa, kökenlerinin eskilere dayandığını duymak bizi şaşırtmayacaktır.
    lenin ve halefi stalin tarafından yürütülen 'yerelcilik politikası' uyarınca, 1917 öncesi rusların işgal ettiği makamlara azeriler geçirildi. bunun ardında, halk nezdinde merkezin güvenilirliğini ve meşruiyetini artırmak düşüncesi yatıyordu. (yenal: 1993) ancak sovyet sistemine uyum gösteren yerel yönetici ve politikacılar fazlasıyla kayırılmış ve devlet babanın şefkatiyle serpilen bu 'iyi çocuklar'ın mafyalaşmasından kaçınılamamıştır. beraberinde kayıt dışı ekonomi yükselişe geçer.1

    bu noktada, ekonomiden ve siyasetten çıkıp edebiyata gelmek isterim. işte ölüm hükmü'nün sıkıntısı da burda başlar.
    çok karakterli, içinde 60-70, figüran kadrosunu da dahil edersek yüze yakın insan barındıran bir roman bu. bir bireyden ziyade bir toplumun öyküsünü anlatmaya, tarihî arka planı aktarmaya niyetlendiği için dar bir kadroyla yetinememesi anlaşılabilir bir durum. hiçbirine baş kahraman payesi vermemesi de öyle...
    hemen her bölümde yeni biriyle karşılaşırız ve onun öyküsünü dinleriz. romanın meramıyla da bağlantılı gözüken bu bölümler, ne yazık ki bir kurgu içinde yoğrulmamış, anlatıya yedirilmemiştir. romanın henüz başında karşımıza çıkan motif ve kişilerin devamlılığı yoktur. örneğin romanın ilk 140 sayfasında sıkça gördüğümüz, hatta hikayenin onun etrafında şekilleneceğini düşündüğümüz murat yıldırım, birdenbire ortadan kaybolur ve ancak 300 sayfa sonra tekrar arz-ı endam eder. bir kere görünüp ya tamamen kaybolan, ya da 'ayıp olmasın' diye bir kere daha ve lüzumsuzca karşımıza çıkan (çıkmaz sokak'taki berduşlar yahut köpek budu'ndaki selim bedbin gibi...) karakterler de çoktur.
    karakter kelimesini bir edebiyat terimi olarak kullanmak yanlış olacaktır. zira ölüm hükmü'nde karakter derinliğinde tasvir edilen hiç kimseye rastlanmaz. hatta tek bir özelliğiyle öne çıkan, akılda kalıcı bir tipe bile... elçin, yazdığı insanların başlarından geçenlerle, somut unsurlarla ilgilidir daha çok. psikolojik bir derinlik verilmez; bildiklerimiz deniz seviyesinde kalır. kimi zaman bir varoluş sıkıntısı anlatmaya çalıştığı da olur, örneğin birçok roman kişisi ölümü düşünür. ama 'hepimiz öleceğiz, o zaman hayatın anlamı yok mu?' yada 'ben yok olup gideceğim ama kainat benden sonra da var kalacak', basitliğinde...
    daha kötüsü, bir amaç uğruna araçlaştırılarak romana sokulan bu kişilerin neye hizmet ettikleri o kadar bellidir ki, onlara inanmakta güçlük çekeriz. havariler gibi mesajlarını sunup yok oluverirler. herkesin ve her bölümün bir misyonu vardır. üstelik elçin sıklıkla, kendini dizginleyemeyerek, bir bahaneyle bize ilgili- ilgisiz, ama muhakkak bilmemizi istediği şeyler anlatır.
    bu uzun uzun anlatılan kişi ve olaylar, romanın akışına olumlu bir katkı yapmaz. yapamaz, çünkü bu anlatılar zaten pek gevşek olan, hatta belki de hiç olmayan olay örgüsüne organik biçimde eklemlenmez. acemi bir dikişle romana teğellenmiş yan hikayelerin bolluğu romanı hantallaştırıp oradan oraya sürükler. sonuçta ortaya, ''memleketimden insan manzaraları'' başlığında toplanabilecek, bir insanlar ve olaylar kolajı çıkar. kat yerleri alabildiğine belirgindir. aynı dönemde yaşıyor/ geçiyor olmaları, önümüze yığılan bu hayatlar, tanıklıklar, hadiselerden kafamızda anlamlı bir bütün oluşturmayı kolaylaştırmaz.2
    herşey bu kadar gerçeğe uygunken, roman gerçekliği, sanatın gerçekliği kurulamayınca inandırıcılık kim vurduya gidiyor. tarihi gerçekleri arkasına alsa da, çatısı olmayan bir roman ayakta kalamıyor. ne gulag takım adaları'nın diriltici soğukluğunun, ne de kundera'nın şaka'sındaki kara mizahın yanına yaklaşabiliyor; anti-sovyet bir militan roman olmaktan öte geçemiyor. romanın böylesine iliklerine kadar araçsallaştırılması bende bir hazımsızlık yaratıyor.
hesabın var mı? giriş yap