• yıldız kümelerini ilk keşfedip, onlara ad verendir öykücü.
  • öykü yazan kimseye denir. bir meslek değildir.
  • yol yürüyor, nehir akıyorduk.
    seslere bata çıka, deli divane/ araya dolana sözlere...
    bir hayal güzelliğe, bir gerçek umuda, yarı esrik türküler yakıyorduk.
    kavgalar, koşuşturmalar, keşmekeş, ter kokusu, hayatlarımızın kiri, paniği zamanın, telaşesi aymazlığımızın...
    dinginlik oluveriyordu, türküye dönünce.
    öykülere, şiirlere bulaşınca...
    sevda oluyor, umut oluyor, hüzün oluyor, insan oluyor, yar oluyordu.
    soluyunca bahar oluyordu!
    nasıl da bitti...
    bitti mi?

    öykücü değişir, öyküler bitmez!

    öykücüyü ben kendim saydım. öykü dediğim, şiirdir de aslında. türküdür hem biraz. bazen halay... şarkıdır, danstır. bazen dondurup bir anı, duvara astığındır öykü. karalayıp koyduğun masa üstüne, renklerle bezeyip, hayalle donattığındır. taşı sevdiren, kendimize kendimizi seyrettirendir. öykü hayattır. hayatımız anlatılır bize, bilmediğimiz... kendimizle dertleşip, sırlarımızı, düşlerimizi, gizimizi, içimizdeki her şeyi başkasına yakıştırıp da ruhumuzu sağalttığımız... mektuptan daha içten, kavgadan hoyrat, sevdadan büyülü, zamandan büyük... ömrümüzü ona vermişiz. öykücü de... hem, ben de onun öykücüsüydüm belki. belki değil, mutlak öyle. her anı hem yepyeniydi hem öyle tanıdık. her sohbeti hem yeni dünyalar açardı önümde, hem aşina şeyler söylerdi hep. sanki avucumuzun içi gibi bildiğimiz bir yolda, ilk kez gördüğümüz güzelliklere şaşkın şaşkın bakarak yürürdük. sanki, ayrı yollarda olan biz değilmişiz gibi. oysa, ruhu ortak, kendisi bambaşka yerde iki kişiydik biz. - nasıl da koca bir yalan bu! nasıl büyük saçmalık... hadi arabesk olsun biraz: hayat tokadını hem benim hem onun yüzüne öyle bir attı ki... - değilmiş! evet, değildi. biz yolları bir ara kesişen, kesiştiği yerde, yolun kendi büyüsünü birbirine yükleyen, şaşkın savrulmuş çocuklardık. -bu da ikinci arabesk olsun.- öyleydik evet. savrulmuş...
    savrulurken tutunacak bir şeyler olması gerek. bir de elini uzatmak...

    elimi uzattığımda o vardı. tuttu. beni yeniden öykülere kavuşturdu. yürüdük içinde. büyüdük. acıyı neşeye karıştıran, gülümsemeyi hüzne bulaştıran, derdi umuda bezeyen o simyayı yaşadık. deli cehennem bir yaz gününün akşamındaki serin rüzgarın keyfini de, çakırkeyif dostlaşmanın tadını da, aşkın gelgeç ama yakıcı hazzını da, meydanlardaki omuzlaşmanın coşkusunu da, öfkenin o paylaştıkça saran bağımlılığını da, gözyaşının arındıran ferahlığını da, kitapların içinde yaşamanın zevkini de öyle almaya başladım. öyle yaşadım. yaşayabildiğimce... büyülüydü. hala büyülü. öyle gidiyordu işte. iyiydik de... iç güveyinden hallice! savrulmanın sırası mı olur? kaybetmenin zamanı? sıra gelmiş; 'nasip' gibi ha!? savruldu. elini uzatmadı. oysa ne çok tutunacak yer vardı. hatta sonlarda bir yerde, benim de elim vardı. değdi geçti, sıcağını hissettim; sıcağı bende kalmadı. meğer ne rüzgarlar varmış ardında, elini kolunu bağlayan ne çok şey... şimdi uzaktan bakıyorum da, dağılmış, yaralı, uzakta duruyor öylece. -"yaralı, dili lal, kanadı kırık"- öyküden uzak... öyküyü biraz da kendisi yaratıyordu oysa. sonra okuyorduk birlikte. oysa şimdi başka hikayelerin kahramanı o. her hikaye ayrıdır elbet. kimisi yavan olur, kimi kanatır yüreği. kimi gülümsetir büyüyle, kimiyse eğlencelik çekirdek gibidir, bir anlık alır tadını, hemen sonra tükürürsün kalanını... ama öyküden kaçamazsın. kendi yarattığın öykünden kurtulamazsın. yaptıkların, hayalini belirler, öykü olur gelir önüne. en gizlim dediğin, üç gün önce yaşadığın en açık şeyle girdi en derin yerlerine. bilmez miyiz bunları? biliriz de, yiteni getirecek ne vardır, onlar hangi diyarlardadır, onu bilmeyiz.

    ve elbet, her ülkenin, her diyarın başka başka öykücüleri vardır. onlar, iklime ve toprağa aittir. kendileri de öyküleri de... öyküsünü yitiren öykücü mü olur? olur elbet. başka öyküleri de anlatır şimdi. demiştik ya, yaşadığın şey öykü olur, önüne gelir. neyi yaşarsan o senin öyküne girer. hayatın kadardır öykün, hayatın gibi... bir yanda, sürüp giden yolların, akıp giden nehirlerin, bulutlarla oynaşan dağların, her gün sonsuzca hayat doğuran ormanların ve onlar gibi olan insanların, o insanların sevdalarının, aşkı kalbinin içinde kalbinden büyük kılıp göğe salanların, koklasın diye başkaları taa en özünü açıveren çiçek gibi kendini açanların, yaşamın hakkını vermek için yaşamını verenlerin, onurdur diye söylenen tek tutunacak dalımız uğruna ömrünü adayanların, vicdana mahkum olmuş ruhlarımızın öyküsü dillenir, her gün daha büyüyerek. sesi gürleşse de kısılsa da, dinleyeni çoğalsa da azalsa da o öykü her gün daha büyüyerek... diğer yanda, yatağına küsmüş derenin, ot bitmez olmuş yalnız bir dağın, sevdasını içine ata ata küçültüp bir kendini sevdalı sayanların, çığlığında yalnız, isyanına bencil, sevdası kırgın öyküleri de söylenir ve dinlenir elbet. öyküdür bu. söylenmelidir. yeter ki bir küçük yaprağın güzün düştüğü yerde ağacına küsmesine, uçuruverdi kendini diye yele çatmasına, bir de üstüne kendini yiyip bitirecek olan börtü böceğe tapmasına benzemesin iş. ve ağacın her yaprağı aynı gün düşmez. kendi bildiğince öykü anlatana da kimse laf etmez. anlattığın öykü içindense. kendin gibi, kendin kadar...

    eski anadolu efsanelerine öykünen tuhaf bir şey oldu bu yazı. 'içimdeki başka, sözüm başka' hissini geçiremedim bir türlü. dolanıp duruyorum da yanında yöresinde, bir türlü varamıyorum kendisine. sözümüz murat oldu. bak hala devam ediyor aynı öykünme! öykücüyü anlatsam diye başladım, öyküye döndü sözler. öykücülük, herkesin harcı mı, bilinmez. hani vardır ya, bilinir ya, okuduğu öyküyü kendi yazmış gibi keyif alan, dinlediği sevdiği şarkıyı arkadaşına kendi bestelemiş gibi gururla sunanlara benzedi bu da. olsun... gün gelir, kafamız karışır elbet, doğaldır bu. bir bu mu? zaten yaşam dediğin de insanı sarıp sarmaladığında, herkesi aynı derecede ısıtmıyor; ya da herkes ayaza-borana aynı süre dayanamıyor. soluk alacağın, kendini bırakacağın zaman, sadece sana bağlı. ne kimse seni yargılasın, ne de sen başkalarını. değil mi ki ayırdın yolları; oldu ya, laf geldi sana. oldu ya beğenmedin... sen kendini su gibi arı tut; öyle dingin, öyle duru... akıp akıp da bir göle varmanın yorgunluğu ve ağırlığı üstünde. ama yine pırıl pırıl ama yine hayat dolu... belki dipdiri, heyecanlı, hedefine varmak için deli gibi akarcasına değil. belki denize değil de, küçük bir göle varmış olmanın bitkin ama rahat eksikliği... yine de, ne kendin bulan ne bulandır başkasını. kal öyle. yağmura, çamura bulaşma. ufak nehirler gelir seni bulur, biliyorsun. hayat olur sonra sana. bunu bilmezsin şimdi. zannedersin ki, içine dalıp senden hayat bulan üç beş böcek sana da hayat verir. bu doğru değil. onlar senden beslenir, seni kirletir. küçük de olsa akan bir suya çevir kendini. aradığın orada şimdi... tazelen ki, nice canlıya can veresin. sen, "hayat verdim" dediğin o kıraç topraklarda bir başına mırıldanırken kendini, taze sularla beslenmedikçe -ki şart değil biliyorsun eski nehire kavuşmak, nice akarsular var hayatta o nehrin bile bilmediği- yeni hayatlara da can suyu olamadıkça, bulandıkça, bulandıkça... neyse... sen, o diyardan başka diyarlara, insanlardan diğer insanlara koşturan, sevdasını yüreğiyle, kavgasını bileğiyle, öyküsünü de en dingin haliyle anlatan, anlattıranlara kem söz etmeyeceksin, ettirmeyeceksin. hem, akarsulara toz değmez, biliyorsun. her duru akarsu mutlak bir nehre varmalidir. ve nehirler de denize akmalıdır.

    öyküler dilden dile, kulaktan kulağa yayılmalıdır. yayılmalıdır da, olur ya, gün gelir öykücünün nefesi biter, sesi kesilir, dizleri varamaz olur yeni insanlara... olur ya, belki, beğenmez de olur eski öykülerini. buna da gıkımız çıkmasın. olsun varsın; sen yine sade kendi öykünü anlat! bu da tamam. zaten türküleri ve öyküleri yitirmek mümkün değil ki... öyküsüz kalabilir mi bir insan, istemesi rağmına?

    ama, bak yaz sıcağı şimdi. kan ter içinde yine günler, eskisinden farksız. bak işe kan karışıyor, söze gözyaşı, eskisinden farksız. bak sevda dediğin, üç beş aylık hormon salma işinin bitmesinden sonra senin için yapılanlardan kalan ve senin o beyin kıvrımlarının arasından ona bıraktıkların yine, hala... eskisinden farksız.

    değişen ise büyüyen öykümüz ve öykümüze katılanlardır yalnız.

    kat kendini bu yaz bahar sevdalara, kendi dilince...
    ama ne sen laf söyle başka öykülere, ne de bulunduğun yerde laf söylet. sen de aynı öyküleri söyledin. şimdi yenilerini söylemeye devam et. ama eski öykülere ne sen küfret, ne başkasının etmesine müsaade et...

    dilime dolanıyorsun öykücü. oysa, öyküydü seni var eden.
    ben yitirdiğime yanıyorum aslında. kızgınlığım bundan, öfkem bundan.
    her gidenin sıcaklığı bir yere kadar sürer, bu doğru. hayat boşluk bırakmaz bu da doğru.

    ve eskide kalan güzel gelir insana.
    bu da...

    -lirik başlangıç, yarım yamalak bir didaktik son*-
  • odtu alisveris merkezi'nde yer alan, eskiye kiyasla nispeten az kitap satilan su donemde hala direnen ve gecenlerde ufak tefek olmasina bakmadan turkiye'nin en iyi kitabevleri siralamasina yanilmiyorsam 7. siradan giren kitabevi.
  • özel yaşamda da geçerli, özellikle edebiyat ve düşünmeyle ilgili kişisel üslubumda şunların hepsinin olduğunu hissediyorum: birikim sağlama, sağlamlaştırma, savunu, saldırı. zorunda kalmadan kimseyle savaşmam, önüme ve işime bakarım ama pek tırsak, çekilgen değilim. güven ve şefkat hissi uyandıran biri olduğum halde kedi misali sokakta da var olurum. ibisilelerde kedilik içkindir, asker arkadaşım demişti: "ibisile familyası değil misiniz, kedi gibi sürtünür, sürtünür, illa kucağa alınır, kendinizi sevdirirsiniz." bu herif en küçüğümüz, benden 10 yaş ufak özcan'ı da tanımıştı.. edebiyatta geçerli, şöyle: yazdığım belki de siktiriboktan klasör bu basılmaz diye geri çevrilince, düş kırıklığıyla değil öfkeyle geri çektim. ben size gösteririm havalarındaydım. ne yaptım, şansım yaver gitti, önce bir kitap çevirisi yayınlatmayı başardım. sonra sıra bir şive sözlüğüne geldi. orada hata bende, 1,5 yılda sözlüğü neredeyse basıma hazırladığım halde bir abimin olurunu, eleştirisini almadan ilerlemiycem diye kaprisimsi önkoşul uydurmamla durdu da durdu iş. onu da yaparsam kişisel tarih gibi, aforizmalar gibi eksantrik bir kitabın peşine düşmeye sıra gelecek. evet öykücü, savaşçı, didişmeci ve dokumacılardanım. aslında ben yordamımı buldum: söyleyecek bir şeyim varsa ve basabiliyorsam, tek okuyucum olabilecekse -tek, girişmek için yeterli. o tek okuyucuya elim sende yapmış olurum.

    "yurttaşları kadar usta bir öykücü şu türkiye." tomris uyar - günlerin tortusu

    (bkz: öykü)
hesabın var mı? giriş yap