• bir edip cansever eseri.

    "(...)
    o an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
    gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye."
  • yine uzun bir edip cansever şiiri. üşenmeyip yazalım:

    i

    bir zamanlar hep fotoğraflar çekerdim
    bütün gün orda burda dolaşıp
    gemi yolcularını, liman meyhanelerini
    çan kulelerini, düğün törenlerini, kız kardeşlerimi
    göğsünde döğmeler olan bir dilenciyi
    güllerden ve deniz kızlarından
    sonra el olan ama parmakları olmayan denizi
    yüz olan gözbebekleri olmayan
    eski fotoğrafçı dükkanlarında çizgili mayo giymiş kadın
    fotoğraflarını hep yeniden çekerdim
    bir saatçi vardı, ası saharyan mıydı ne, onu da
    istanbul'u ve bu kentin hiç kimsenin bilmediği armasını
    bir sokak bileyicisini
    ellerinde bukinalarıyla uçuşan melekleri (eski taş binaların
    üstünde)
    ve balkonda üç güvercinin bir sülünü yiyip bitirişini (yani
    olağanüstü her belgeyi)
    daha mı neyi
    o kadar çok şeyi ki, her neyse
    bir gün bütün bunlar bana ucuz geldi

    sonra bütün bunlar bana ucuz geldi
    attım fotoğraf makinamı bir yana
    vurdum sokaklara kendimi (ara sokaklara, çıkmaz sokaklara,
    istanbul denizinin mavi bir kapı gibi açılıp kapandığı)
    ve dolaştım eski bizans meyhanelerini bir bir
    ağzımda sönmeyen bir sigarayla.

    nemli küf kokan sütunların dibinde hemen
    adamlar gördüm, yürekleri gözlerine taşan adamlar
    boşalan oradan da gözyaşı gibi
    tam gözyaşı gibi (öyle diyorum, çünkü yasları eksikti, silinmişti
    kaygıları da, acıları desen, yoktu ki. yani bir gözyaşıydı ki,
    şahinin boşluktan kopardığı elmas, kaskatı, gene bir elmasla
    kesilebilen ancak)
    ne dualar geçerliydi onlar için, ne de
    dünyayı sanatıyla öğrenen bir gökyüzü işçisinin bilgisi
    hiçbiri
    ve anlattımdı efsanesini onlara
    suya yeni indirilmiş bir teknenin
    nasıl filizlere boğulduğunu. ve sonra
    dedimdi, kaynağıdır mutluluğun insan da
    kuruyup kalsa da bir ağaç gövdesi gibi
    ve ardımdan kirli bir su birikintisi beni
    izledi durduydu sanki yıllarca.

    ey galata rıhtımlı sonbahar, ey gök kuyusu!
    ölü bir martıyı tekrarlıyordun boyuna
    ağzında güneşten bir solucanla
    düşürüp yükseltiyordun onu
    sen, dişi kent, sense
    az kalsın dişi bir şiir yazdıracaktın gittikçe azalan yaşıma
    ayaklarımı denize sallandırarak
    gözlerimi bir deniz kuşuna doğru uzattıkça
    tuba ağacından kesilmiş iki dal parçası gibi
    yazdıracaktın nasıl olsa, yazdıracaktın da...
  • ii

    anımsıyorum şimdi, bir akdeniz seferinde yapayalnız kalmıştım
    yıl bin dokuz yüz elli altı
    aylardan nisandı olsa olsa
    ne param vardı ne satacak bir şeyim
    gerçi gemide yatıp kalkıyordum ama
    takmıştım aklımı bir kere
    tahtadan bir ren geyiğine
    gene tahtadan bir truva atına
    bulmuştum kafayı çoktan ''hey, çocuklar!''
    bilen var mı, neresidir truva?
    demeye kalmadıydı gül yaprağı kemiren birisi
    taktıydı bir gül yaprağı yakama
    bir başkası kapıya sürüklediydi beni
    ve dediydi ''işte,
    çenenin şurasında truva!''
    hani yüzyıl yaşar da insan, nasıl
    unutmazsa taşın üstünde seğirten bir karıncayı
    kayan bir yıldızı göz açıp kapayıncaya
    unutmadım işte bunu da
    kan içinde kaldıydı ağzım burnum
    doğrusu dövülmeyi sevmesem de
    aklımdan geçirmezdim dövmeyi
    oysa gemiciler icat etmişler derler keyfine döğüşmeyi
    yalan!
    ''sandal ağacı gibi olacaksın
    üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın''
    ben böyle öğrendimdi üvey babamdan
    hayal meyal hatırlıyorum gemiye döndüğümü
    rıhtımda bir iki sarhoş tayfa:
    ''arkadaş tayfanın sarhoş olmayanı kurumuş dal gibidir
    gece karşısına çıktı mı uğursuzluk getirir.''
    güç halle kaçtımdı oradan da
    yırtık mavi gömleğimse rüzgarda
    köpürüyordu denizin bir parçası gibi
    ve burnumda o yabanıl kan kokusu

    kan! dedimdi kendi kendime, kan
    ne zaman çıkmaz ki yüze fırsatı yakalayınca.

    zamanlar geçti aradan, yıl bin dokuz yüz kırk iki
    içimi tüketen bir şenlik vardı iskenderiye'de
    kim bilir, bir başka yerde belki de
    gece yarısıydı, ellerim
    çılgınca kanıyordu
    on parmağımdan akan kan on ayrı renkte
    içimde yakalanmaktan korkan bir gölge kuşunun nefesi
    tüyleri kahverengi eflatun
    boyu elli santimden fazla
    çırpınıp duruyordu. sözlüğe bakmıştım da daha sonra
    yani şenlikten kurtulunca, tükenmekten
    bir gölge kuşu sahiden vardı
    ben ki gerçekle yiter, düşle ayılırdım hep
    bu çelişken yaşamım beni hiç bırakmadı
    sabaha doğru usulca havalandı oradan
    kaybetti sanki kumarda, var mıydı içimizde kumardan
    anlayan.

    ey gülistan sokağı, bir tomar gazete unuttuğum ev
    yıl bin dokuz yüz otuz üç
    vurup da kapını çıktım dışarı
    dönüp arkama bakmadım bile
    taşıdım aylarca yalnız
    bağayla kaplanmış bir duvar saatinin ilk tik takını
    öyle ya, bana sorarsanız terketmeli insan yaşamı
    ölümü göze almadan
    ve anlamalı bir ağaç gölgesi gibi durmaktaki sakıncayı
    gitmek, durmadan gitmek
    ne ölümünü bilsinler ne yaşadığını.
  • iii

    bir gün bir su birikintisinde tanıdım sakallarımı
    gözlerimi, o yaman kuşkuyu daha sonra öğrettiler
    tuba ağacından kesilmiş iki tek dalı
    bilmem ki, tutmadım hiçbir fırtınanın hesabını
    ne şiir yazdım gittikçe azalan yaşıma
    ne de giz diye sakladım umutsuzluk için yazdıklarımı
    keşfe çıktım doğup büyüdüğüm kenti yeniden
    tırmandım genelevlerle dallanan sokakları
    bozuk plakların, eski püskü eşyaların üstünden atladım
    kağıt oynadım hiç tanımadığım adamlarla
    zar attım
    ve imrendim o kuleyi yaptıran adamın işaret parmağına
    sinemalara girdim (bir filmin ortasında ya da sonunda)
    oturmadım bile çoğu zaman
    girdim ve çıktım
    doğrusu hiçbir şey anlamadımsa yaşamımı anladım
    öyle hep kesik kesik olan, karışık olan
    ve utandım galiba sabahları demli çaylardan

    (ki mavi bir taş sıkıştırırdım dişlerimin arasına hırsımdan
    denizler, açık denizler
    daha doğmamış olurdu dünyanın sıcak karnından.)

    bir sabah da bizans paralarına baktım antikacı dükkanlarında
    gözyaşı şişelerine, pesüslere baktım
    tutuldum bir tasvirle kedi gözünden bir heykelciğe
    onca yıl sonra truva atına tutulduğumdan
    ama hiç mi hiç gereği yokken bakır bir madalya satın aldım
    bilmiyorum ne yaptımdı o madalyayı ben
    ya birine verdimdi ya da bir arsaya fırlattım.

    bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
    gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
    ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
    o an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
    gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.

    son olarak üstünde bir taşın
    oturdum saatlerce.

    (kirli ağustos kitabından.)
  • "bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
    gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
    ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
    o an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
    gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye."

    gördükleri mi ağlatır insanı yoksa hissettikleri mi? gördükten sonra hissettikleri mi en çok ağlatır, yoksa görmeden hissettikleri mi?
  • o kadar çok okudum ki bu şiiri sonunda uzmanı oldum :)
    hani derler ya insan ölürken bütün hayatı gözlerinin önünden geçermiş diye. işte bu şiir tam olarak bu.
    şiir boyunca şair yaşadıklarını kendine anlatır hep. misal şair; bilmiyorum ne yaptım o madalyonu ya birine verdim ya da bir arsaya fırlardım. demiyor. " bilmiyorum ne yaptımdı o madalyonu ben ya birine verdimdi ya da bir arsaya fırlardım." diyor. zaten şiirin bu kadar duygu yüklü olmasının sebebi de bu kendiyle hesaplaşma.
    bu sadece benim düşüncem ama tahmin ediyorum ki şairin " içimi tüketen şenlik " diye bahsettiği olay annesinin üvey babasıyla evlenmesi ve "sabaha doğru usulca havalanan gölge kuşu " şairin çocukluğu.
    okuyunuz, okutunuz bu şiiri (bkz: edıp cansever) i seviniz.
  • ...doğrusu hiçbir şey anlamadımsa da yaşamımı anladım. öyle hep kesik kesik olan. karışık olan...
hesabın var mı? giriş yap