180 entry daha
  • şili'ye arjantin'in mendoza şehrinden otobüsle geçtim. niyetim, dünyanın en tehlikeli yollarından biri olan karakol geçidi'ni (paso de las caracoles) deneyimleyerek hayatıma biraz adrenalin katmaktı ama daha arjantin sınırları içerisindeyken pişman oldum. her ne kadar and dağları'nın en yüksek noktası olan aconcagua zirvesi'ni seyretmek muhteşem bir deneyim olsa da, mendoza nehri'nin kıyılarından geçen yol da bir o kadar tehlikeli. geçidin arjantin kısmındaki eski uluslarası yolu iptal edip, üç bin metre yükseklikte, üç kilometre uzunluğunda bir tünel yaparak iki ülkeyi birbirine bağlamışlar. ancak dağların şili tarafında tünel yapılabilecek bir yer olmadığı için, yol olduğu gibi duruyor ve karadan ulaşım için kullanmak zorundasınız. arjantin - şili gümrüğü üç bin metrede ve gümrüğü geçer geçmez kıvrım kıvrım yola giriyorsunuz. benim yükseklik korkum olmasına rağmen biletimi alırken bu yolu özellikle görmek istediğimi söylemiştim ve bileti bana satan kız, her otobüsün mecbur bu yolu kullandığını söylemişti. yol o kadar tehlikeli ki şoför hapşırsa uçuruma yuvarlanıp ölürsünüz ama o manzarayı görmek muazzam bir duygu. yine aynı yol üzerinde, tam şili sınırına yakın bir yerde inka medeniyeti'nden kalma bir köpri ve arkeolojik alan var. otobüs burada durmuyor maalesef, ayrıca bir tur kiralamanız gerek. yalnız çok büyük beklentileriniz olmasın, küçük bir alan ama etrafta bir çok tırmanış ve kamp sahası var. doğal yaşam meraklıları için güzel bir imkan.

    başkent santiago'ya sekiz saatte vardık ve coucsurfing'den tanıştığım bir kızın evinde beş gün kaldım. santiago, okyanustan biraz içeride kalan alçak bir düzlük olduğu için çok sıcak oluyor yazları. vıcık vıcık bir nem ile birlikte çekilmez olabiliyor. tam anlamıyla bir çöl sayılamasa bile çölden hallice (çölleri de severim, burada tasvir etmeye çalışıyorum). kalabalık ve trafikle de birleşince kanım bir türlü ısınamadı başkente. yine de oldukça güzel tepeler var şehri yukarıdan seyredip, nefes alabileceğiniz. santa lucia tepesi (cerro santa lucia), şehrin daha merkezi bir yerinde ve ulaşımı çok kolay. metronun aynı isimdeki durağında inerseniz yürüyerek on dakikada tırmanabilirsiniz. giriş ücretsiz. ispanyol koloniciler buraya bir kale kurmuşlar ve kolonyal dönemin savunma planındaki en önemli noktalardan biri. şimdilerde bir çeşit belediye parkı olan bu tepeye hemen girişte küçük bir kilise var ama giriş şimdilik yasak.

    san cristobal tepesi (cerro san cristobal) ise şehre nisbeten daha uzak. çok daha büyük bir alana kurulu bir başka park burası ve esasında bir çok tepeden oluşuyor ve yürüyerek çıkmak uzun sürebilir. otobüs, bisiklet, füniküler yahut teleferik ile ulaşım mümkün. hepsinin fiyatı farklı ama füniküler ben oradayken tadilat nedeniyle kullanım dışıydı (ama şu anda kullanımda olması lazım çünkü bana ocak ayının 23'ünde yeniden kullanıma sokulacağı söylendi). yürümek bir başka seçenek ama mantıklı değil çünkü park, bir şehir içi park için epey büyük ve içeride kamp alanı yok. bazı tepelere çıkmak için fazladan ödeme yapmanız gerekebilir, o yüzden planlayarak gitmekte fayda var. çölün ortasında yemyeşil bir alan olan parktaki bazı tepeler bin 300 metre yüksekliğe erişebiliyor. ben sadece çiçek bahçelerini, burada bulunan kiliseyi ve sunakları, hz meryem heykelini ve bir kaç manzara seyredilecek noktayı gezdim. küçük bir ayrıntıya dikkat edin; sunaklarda o kadar çok mum yakılmış ki mum akıp yolu kaplamış ve dikkatsiz olan insanlar kayıp düşebiliyorlar. gayet ilginç bir manzara, heykelin hemen yanında, kilisenin yukarısında açık alan olduğu için hemen dikkatinizi çeker. sunakta bir çok fotoğraf asılı, insanlar sevdiklerinin fotoğraflarını asarak onlar adına dilekte bulunuyorlar. çeşitli takılar, çaputlar, kişisel eşyalar da sunakta yer bulmuş.

    yine aynı parkta bir gözlemevi de var. kapalı olduğu için giremedim, meraklıysanız saatlerine bakıp ona göre kendinizi ayarlayabilirsiniz. burası kolonyal dönemde asıl yerleşim yeriymiş. ovada, sıcağın altında, açık alanda savunmasız yanmaktansa, yukarıda daha korunaklı bir yere şehir inşa etmek gayet mantıklı. zamanla nüfus kalabalıklaşıp, bir kalenin içine sığmaz olunca ovaya doğru genişlemiş şehir ve şimdiki hale gelmiş. yukarıdan santiago şehrini seyretmek inanılmaz zevkli. dakikalarca oturup, çeşitli açılardan şehri seyredebilirsiniz. duvardan ayalarımı sarkıtıp şehri seyrederken, değerli hocam fügen berkay'ın ''duvarlarına oturup bir şehri seyretmek'' diye betimlediği deneyimi yaşıyorum, her defasında kendisini saygıyla anarak (bunu arkeolojik kazılara katıldığı anılarını anlatırken, antik kentlerin ''duvarlarına oturup bütün şehri seyredebileceğiniz kadar'' küçük alanlara kurulu olduklarını anlatırken söylemişti. ben burada eski şehrin duvarlarına oturup yeni şehri seyrettim. bağlamı belirteyim dedim.). san cristobal parkı'nın arka tarafları şehirden epey dışarıda kalıyor, o yüzden giriş - çıkış saatleri, nereye gideceğiniz, metronun ne kadar uzağında kalacağınız gibi şeylere bakıp da giderseniz daha rahat olursunuz. ben çıkarken otobüsü, inerken teleferiği kullandım ama teleferik epey korkunçluydu çünkü beni tek başıma bindirdiler ve aşağıya inene kadar kaç ayet-el kürsi okudum hatırlamıyorum.*

    teleferikten indiğiniz yere 15 - 20 dakikalık yürüme mesafesinde meze restoran adlı bir türk restoranı var. sahibi istanbullu ve beşiktaş taraftarı. yolumu bulmak için telefonda haritaya bakarken 'meze' adını görünce hemen türk restoranı olduğunu anladım ve uzunca bir aradan sonra biraz keyif yapmak için gittim. o gün beşiktaş formam üzerimdeydi ve daha içeri girer girmez sıcak bir muhabbet başladı. iç dizaynı gayet güzel olan restoranın menüsü çok cesur. klasik türk restoranlarının düştüğü kolaycılık tuzağına düşmeden farklı tatlar sunuyor. sahibi onur erdemir bey, türk mutfağının yanında türk kültürünü de tanıtma misyonu edinmiş ve gayet ince dokunuşlarla mekanı süslemiş. reklamını yapıyor gibi oldum ama hani yolunuz düşer de memleket özlemi ile canınız tanıdık yemekler çekerse aklınızda olsun.

    san cristobal tepesi'ne çıkmadan önce, tepenin hemen eteklerinde olan la chascona diye bilinen pablo neruda'nın üç evinden birine gitmenizi muhakkak tavsiye ederim. pablo neruda'nın ne kadar ince zevk sahibi olduğunu, aslında burjuva bir aileden gelmesine rağmen toplumsal duyarlığını ve topluma olan bağını hiç kaybetmediğini, çok geniş bir sanatsal ilgisi olduğunu ve şili'ye değer kattığı kadar şilililerin de kendisini sahiplendiğini görüp saygı duyacaksınız. zaten sevdiğim bir şair olan neruda'ya olan saygım katlanarak arttı evini gezerken. içeriye giriş 10 dolar (neruda vakfı'na bağış yapıyorsunuz teknik olarak) ama içeride fotoğraf çekmek maalesef yasak. avluda fotoğraf çekebiliyorsunuz ama belirli bir rotadan sapamıyorsunuz. yani, üç katlı ve tepenin yamacına kurulu evi gezerken hangi sıra ile gezeceğiniz belirlenmiş, bunun dışına çıkmak yasak. bu da anlaşılabilir bir tavır çünkü şairin koleksiyonu çok nadir parçaları da barındırıyor. doğu sanatı ile de ilgilenmiş. içeride osmanlı ve iran sanatına ait hatlar, minyatürler, kıyafetler ve çeşitli eşyalar var. ister istemez ilginiz bunlara yoğunlaşabiliyor. evin iç dizaynı ve mimarisi kadar kurulduğu mevki de çok güzel ama o güzelim manzara günümüzde yüksek modern binalar yüzünden kapanmış durumda. evde şairin çeşitli dillere çevrilmiş külliyatının sergilendiği kitaplıkta türkçe'de yayınlanmış bütün eserleri de sergileniyor.

    santiago'da bir çok müze ve tarihi bina var. bir çoğu ücretsiz yahut cüzi bir ücret ödenerek gezilebilen bu yerlerden benim ilgimi en çok çeken palacio de la moneda ya da diğer bir deyişle başkanlık sarayı oldu. az önce bahsettiğim, evinde kaldığım arkadaşım, beni 1973 şili askeri darbesinde general augusto pinochet önderliğindeki darbeciler tarafından katledilen sabık başkan salvador allende'nin naaşının çıkarıldığı kapıya götürdü (gerçi pek inanan olmamakla birlikte resmiyette intihar ettiği söyleniyor ve son araştırma da intihar olarak tesbit etti. yine de bu, son konuşmasını da göz önünde tutarsak, oldukça trajik bir ölüm ve darbecilerin günahını azaltmıyor.). sarayın hemen önünde allende'nin bir heykeli var. aradan geçen bunca yıl sonra, itibarı geri verilmeye ve onore edilmeye çalışılmış.

    biraz uzun bir yazı oldu ama şili üzerine yazmaya devam edeceğim. gidiniz geziniz efenim! iyi yolculuklar...
  • şili'deki ikinci haftamda, şili başkanlık seçimlerinin ikinci ayağı gerçekleşti. seçimlere geçmeden önce şili'deki politik atmosferi ve siyasal yapıyı kısaca özetlemekte fayda var.

    şili'de dikkatimi ilk çeken şey askerin gündelik hayatta oldukça sık ve göze batarcasına görünür olmasıydı. özellikle arjantin gibi askerin biraz utangaç olduğu bir ülkeden, şili gibi ordunun varlığını ve gücünü göstermeye pek hevesli olduğu bir iklime doğrudan geçiş yapınca, fark elle tutulur raddede belirgin oluyor. bu farkın nedeni, arjantin'de askeri dikta, kaybedilen bir savaş sonucunda, onuru kırılmış ve mahçup bir durumda çökmüşken, şili'de kendi elleriyle iktidarı, pazarlık gücünü hala elinde tutabiliyorken sivillere bırakmış oluşunda yatıyor. başkaca sebepler var tabii ki. örneğin, her iki ülkede de asker bir çeşit ekonomik bunalımın ortasında iktidara el koydu ama arjantin askeri diktası ekonomi politikalarında başarısız olurken, şili'deki askeri hükümet görece başarılı bir dönüşüm uygulayabildi. yine arjantin'deki cunta kendi içerisinde bölünmeler yaşarken, şili diktası yekpareliğini hiç bozmadı.

    şili, öteden beri başkanlık sistemiyle yönetilen bir ülke. 1989'daki demokratik geri dönüşle birlikte, başkanlar 4 yıllığına halk tarafından seçiliyorlar. burada vurgulanması gereken, 4 yıllık süre sonrasında yeni bir başkan seçiliyor. yani herhangi bir başkan, ne kadar halk desteğine sahip olursa olsun, ne kadar başarılı bir politika izlerse izlesin 4 yıl sonunda yerini bir başka başkana bırakıyor. bir başka deyişle, şilililer her 4 senede bir yeni bir başkana sahip oluyorlar. bununla beraber, seçilme sınırı yok. yani herhangi bir kişi, her 4 yıllık başkanlık döneminden sonra bir 4 yıl bekleyerek (dörder yıllık aralarla) ölene kadar başkan seçilebilir (umarım karışık anlatmıyorumdur). örneğin, ben şili'de iken sebastian pinera seçilerek michelle bachelet'ten sonraki başkan olmaya hak kazandı (şili'de seçimler genelde aralık ayında yapılır, seçilen başkan mart ayında göreve başlar). bachelet'ten önceki başkan da yine pinera idi. yani 2000'li yıllarda başkanlık bu ikili arasında gidip geliyor. ülke bir çeşit döngünün içerisinde ama gayet mutlu görünüyorlardı.

    şili'de biri meclis, biri senato olmak üzere ikili parlamento sistemi var. mecliste 120 milletvekili varken, senatoda 38 senatör var. ülkenin seçim bölgesi paylaşımı biraz garip (''gerrymandering'' diye bir tabir var ingilizce'de ama nasıl türkçe'ye çevireceğimi bilmiyorum. kabaca seçim bölgelerini bir partinin lehine olacak biçimde belirlemek için kullanılan, kökeni 19. yüzyıl amerikan siyasetine dayanan ve adını da eldbridge gerry adlı bir senatörün soyadı ile salamander-kertenkele- kelimesi ile yapılan bir kelime oyunundan alan siyasetbilim kavramı). askeri yönetim, gücü sivillere bırakırken seçim bölgelerini ileride kendi işlerine gelecek şekilde belirlediği için, sağ partiler biraz daha avantajlı oluyor (bilmeyenler için, general augusto pinochet önderliğindeki askeri cunta sosyalist başkan salvador allende'yi devirerek iktidarı eline geçirdi ve asıl amaç sol siyaseti baltalamaktı. askeri diktatörlük dönemi, solcular aleyhine baskıcı bir tutumun izlendiği yıllardır ve soğuk savaşın son dönemini kapsar 1973 - 1988. şili askeri cuntası aşırı sağcı ve amerikan yanlısıdır. neoliberal politikaların ülkede ilk uygulayıcısı olmuşlardır).

    milletvekilleri dört yıllığına seçilirken, senatörler sekiz yıllığına seçilirler. herkes ölene kadar tekrar seçilebilir. senatonun yarısı her dört yılda bir yenilenir. yalnız askeri yönetim sonrası demokratik dönüşüm gerçekleştirilirken, 1990 seçimlerinden sonra, senatonun yarısı 1994'te yenilendi. normalde 8 yıl görev yapması gerekirken, bazı senatörler (seçim bölge numarası tek sayı olanlar) tekrar seçime girdiler. yeniden seçim yapılan bölgelerden seçilen senatörler olması gerektiği gibi 8 yıl görev yaptılar (sisteme format atıldığı için bazı sarkmalar oluyor ister istemez). bu arada, askeri yönetim zamanında ömür boyu görev yapmak üzere seçilen yahut atanan senatörler vardı. yapılan değişiklikle bu anti-demokratik uygulamalar da kalktı.

    ben şili'de iken gerçekleşen seçimler başkanlık seçimlerinin ikinci ayağı idi. başkanlık seçimleri iki ayaktan oluşuyor. ilk turda ilk iki sırayı alan adaylar ikinci turda yüzde 50 için yarışıyorlar. yukarıda değindiğim gibi son dönemde solcu michelle bachelet ile merkez-sağda bulunan sebastian pinera arasında gidip gelen bir koltuk var. başkanların elinde çok fazla güç olduğu için, başkanlar zaman zaman yasama organlarını görmezden gelerek (başkanlık emirleri ile - presidential decree) iş görüyorlar ve bu durum yasama organlarını işlevsizleştiriyor. sadece şili'ye has bir durum değil, genel olarak latin amerika demokrasilerinin bir problemi bu. zaten, uluslararsı derecelendirme kuruluşları (örneğin freedom house) şili'yi ''özgür ülkeler'' kategorisinde değerlendirseler de demokrasisini ''defolu'' (flawed) olarak listeliyorlar bu gibi sebeplerden ötürü.

    eşcinsel evlilikler arjantin ve uruguay'da olduğu gibi serbest değil ama eşcinsellik 1999'dan bu yana serbest. hatta eşcinsel bireyler, evlenemeseler bile bireysel olarak, çocuk evlat edinebiliyorlar. demokratik döneme geçildi geçileli ciddi bir aşama kaydeden ülkede sosyal düzen tesis edilmiş. latin amerika'da en hızlı gelişen ülkelerden biri. özellikle bilişim sektörü hızlı bir gelişim gösteriyor. son dönemde önemi artan lityum ve diğer alkali metal yatakları ülkenin geleceği için büyük önem arzediyor.

    şimdilik bu kadar. zaten uzun bir yazı oldu. aklıma geldikçe eklemeler yaparım.

    bir not: yazıyı bir daha okuyunca, sosyalist bir bakış açısına sahip olduğumu düşündürtecek bir dil kullandığımı farkettim. anarşist bir bakış açım olmakla birlikte, sosyalizm ile bir bağım yoktur. *
  • başkent santiago'dan sonra, önemli bir sayfiye kenti olan valparaiso'ya geçtim. `büyük (pasifik) okyanus`'un kıyısına kurulu olan bu şehir, her ne kadar tropikal bölgede olsa da epey serin bir iklime sahip. büyük humbolt soğuk su akıntısı, santiago'ya sadece bir saat uzaklıkta olan şehri serinletiyor. başkentte yanarken burada üşüyorsunuz. bu yüzden denize giremedim ama denize giremeseniz de oldukça keyifli vakit geçirebileceğiniz bir yer valparaiso. 1990 yılından beridir meclis bu şehirde, dolayısıyla ülke yönetiminde de önemli bir yere sahip.

    daha önce de bahsettiğim gibi ünlü şair pablo neruda'nın üç evi var. bir tanesi de bu şehirde. biraz tepelik bir yerde kurulu olan evi gezmek çok pahalı değil. valparaiso genel olarak tepelerden oluşuyor. bu da gezmeyi biraz zorlaştırıyor açıkçası. oldukça dik olan tepelerde sokaklar çok dar olduğu için bir iki kez ezilme tehlikesi yaşadım, dikkatli olmakta fayda var. yine bu tepelerin arasında sık sık yolunuzu kaybedebilirsiniz çünkü evler kimi zaman görüşü kapattığı için kerteriz alacak bir noktanız kalmayabiliyor. kimi mahallelerin tehlikeli olduğu yönünde uyarıldığım için gezdiğim alanı tarihi merkezle sınırladım. tabii bu tepelerin sunduğu manzaralar oldukça eşşiz, yine de bir istanbul değil.

    tarihi merkezde şairin evini, meclis binasını, bahriye okulunu ve gayet süslü kiliseleri gezip görebilirsiniz ama deniz daha çok sivil yahut askeri limanlara ve tersanelere ayrıldığı için denize girmek yahut sahilin tadını çıkarmak için minibüsle 25 dakikalık mesafede olan vina del mar şehrine gidebilirsiniz. aslında vina del mar, valparaiso'nun bir parçası sayılabilir ama kamu idaresi bizdeki gibi olmadığı için ayrı bir şehir sayılıyor (en azından ben öyle anladım). sanatçıların da favori mekanı olan bu küçük şehirde denize girmek biraz cesaret işi. hem okyanus çok dalgalı hem de epey soğuk oluyor. ben yazın ortasında gitmeme rağmen bu iki nedenden ötürü cesaret edip giremedim.

    valparaiso'da toplam 4 gün kaldıktan sonra, santiago'dan uçakla calama'ya, buradan da taksi ile 10 dolara san pedro de atacama şehrine geçtim. hemen söylemeliyim ki şili'de ulaşım çok pahalı sayılmaz. şehirlerarası otobüs fiyatlarını bilmiyorum ama iç hatlar uçak tarifeleri gayet ucuz. şehiriçi ulaşım da epey ucuz diyebilirim. calama'dan san pedro de atacama'ya bir saatlik gece yolculuğu için taksiye sadece 10 dolar verdim. işin püf noktası pazarlık etmek. taksici 20 dolardan açtı kapıyı, yarı fiyata ikna ettim.

    atacama çölü hep merak ettiğim bir yerdi zaten ve bu küçük kasabaya beş gün ayırmamın sebebi bu meraktı diyebilirim ve pişman olmadım. evlerin yapısı ve şehir biraz bizim urfa'yı andırıyor. burada küçük bir izahat yapmam gerek: ben çocukken türkiye'de en etkili olan doğa derneği tema vakfıydı ve sloganları 'türkiye çöl olmasın' idi. sayın hayrettin karaca'ya büyük saygım var ve çabalarını çok değeli buluyorum ama slogan biraz ofsayt gibi. çöl de doğanın bir parçasıdır ve inanmayacaksınız ama çöl olmasa hayat olmaz. çöller değerlidir ve oldukça güzeldir. bana öyle geliyor ki bizdeki doğa sevgisi daha çok ağaç sevgisinden ibaret (ya da aklımıza o şekilde kazınmış). halbuki doğa bir bütündür. neyse, çölleri severim ve san pedro de atacama'da beş gün boyunca çölü deneyimleyip gezdim (sonrasında aynı çölün bolivya uzantısını da gezdim ama o kısmı zaten anlattığım için tekrar değinmeyeceğim).

    ilk olarak şehrin kendisini gezdim. şehrin meydanında kerpiç bir kilise var ve bu kiliseyi kerteriz alarak şehri rahatlıkla gezebilirsiniz. kilisenin kendine has bir çekiciliği var. çok sade bir yapı ve tek katlı ama malzemesi ve bulunduğu iklim başka bir hava vermiş. kilise'den yaklaşık bir kilometre ötede bir meteor müzesi var. atacama çölü'ne çok sayıda meteor düşmüş zamanında ve araştırmacılar buldukları kimi parçaları buraya bağışlamışlar. oldukça sade bir çadırın içinde olan müzede aynı zamanda videolarla desteklenen küçük bir bilgilendirme turu da var. hepi topu 3 dolar olduğu için tavsiye ederim. ayrıca meteorların düştüğü vadiye bir tur satın alabilirsiniz (günübirlik tur 20 dolar).

    atacama çölü'nde o kadar çok gezecek yer var ki hangibirine gideceğinizi şaşırıyorsunuz. ben ay vadisi'ne (valle de la luna) gittim ve müthiş zevk aldım. daha önce bolivya'dan bahsederken değindiğim gibi buralar önceden sulak arazilermiş. ancak kıta plakalarının hareketleri neticesinde and dağları yükseldikçe su aşağıya akmış. volkanik hareketliliğin etkisi de var tabii. zaten her taraf volkanik kaya ve kayaç kaynıyor. okyanustan esen rüzgar dağları aşamadığı için yörede yağmur azalıyor ve bugünkü çöl halini alıyor. tabii kocaman bir araziden bahsediyorum. toplam büyüklüğü (arjantin'in kuzey batısı, şili'nin kuzeyi, peru'nun güneyi ve bolivya'nın güney batısı) türkiye kadar olan bir bölge. onca su buhar olunca ve volkanik hareketlilik zirve yapınca tuzlanma oluyor ve bugünkü tuz düzlükleri ortaya çıkıyor. atacama'daki tuz kayaçları beyaz olmadığı için (daha doğrusu biraz toprağa bulandığı ve tepelerde bulunduğu için) biraz daha dikkatli bakmanız lazım görmek için. ay vadisi'nde inanılmaz doğa manzaraları ile karşılaşacaksınız. en son akşama doğru günbatımını izlemek için bir tırmanış imkanı var. rehberinize fazladan 15 dakika beklemesini söyleyip, tırmandığınız tepenin her iki tarafını da seyredebilirsiniz. yalnız dikkatli olun zira her taraf uçurum.

    atacama çölü'nde muhakkak tavsiye edebileceğim bir başka aktivite ise gayzerler. el tatio gayserleri şehirden biraz uzakta. tırmanış daha uzun. unutmayın, buralar hep çöl, dolayısıyla her daim su taşımalısınız. günlük en az iki litre su bulundurun yanınızda (ideal olanı üç litre ama iki litre bünyenize bağlı olarak sizi idare edecektir). üç günlük bir tura katılıyorsanız yanınıza en az altı (6) litre su alın. ayrıca bu bölge yüksek bir rakıma sahip. san pedro de atacama şehri 2 bin beşyüz metrede. çok zorlamıyor insanı ama gideceğiniz bazı yerler 3 bin metreyi geçecektir. hele hele bolivya'ya buradan karayolu ile geçecekseniz yer yer 4 bin beşyüz metrede geceleyeceksiniz demektir (gün içerisinde 5 bin metreleri de göreceksiniz kısa süreliğine de olsa). dolayısı ile hazırlıklı olmak şart. güneşten korunmak için şapka ve gözlük, güneş kremi, gece soğuktan korunmak için kazak, yelek, bere, eldiven, iyi bir yürüyüş deneyimi için bir spor ayakkabı ve su en basit ihtiyaçlar.

    şimdilik bu kadar, sırada peru var!.. gidiniz geziniz efenim!.. iyi yolculuklar...
  • bolivya ile uğraşırken şili'yi biraz boşladım. protestolar hala devam ediyor. bir hatırlatma olsun diye kısaca özetleyeyim: şili latin amerika'nın işleyen demokrasilerinden birisi ve ekonomi makro seviyede gayet iyi işliyordu ama mikro ekonomide işler biraz karışık. gelir adaletsizliği çok yüksek, ücretler çok düşük, işsizlik tırmanıyor ve enflasyon baskısı var. kısacası gelişen ekonominin sokaktaki insana bir faydası yok. yolsuzluklar da cabası.

    bütün bunların üstüne enflasyondan kaynaklanan yükü halka yıkmaya çalışınca halk patladı en sonunda. şimdilik ülkenin askeri geçmişini pas geçiyorum (zengin konu ama biraz uzun) yalnız şu kadarını söyleyeyim; işleyen bir demokrasi olmasına rağmen güney amerika'nın en ucundaki üçlü (arjantin, şili ve uruguay - latin amerika'nın yüzakı işleyen demokrasiler olduğu için bu üçünü saydım) içinde askerin hala siyasette önemli bir söz sahibi olduğu tek yer şili. bölgeyi gezenler bileceklerdir, askerin varlığını ve otoritesini hala hissedebiliyorsunuz. dolayısıyla, toplumsal olay beklediğim son ülkeydi. buna rağmen olaylar patlak verdi ve üç haftayı aşkın bir süredir devam ediyor. zaten kolluk güçlerinin halka sert giresinden de güvenlikçi tutum anlaşılır diye düşünüyorum. gelen haberlere göre polis bile bile halkı sakatlayacak biçimde kullanıyormuş gaz bombalarını ve plastik mermileri. birkaç kişinin kör olduğuna dair haberler var. şuradan izleyebilirsiniz (dikkat hassas içerik).

    şimdilik uzun uzun analiz etmeyeceğim ancak bugün çok garip bir olay yaşandı anlatmak istedim. şili'de yaşayan ve bir şilili ile evli olan amerikalı neo-liberal bir ekonomist halka ateş açtı. neo-liberalliğini özellikle vurguluyorum zira adam televizyonlara çıkıp yorum yapıyor, üniversite hocası, ekonomist ve kendisini bir neo-liberal olarak tanımlıyor. şili'nin de sosyal bilimlerde ama özellikle ekonomi camiasında neo-liberal bir başarı öyküsü olarak pazarlandığını bilenler için sağlam ironi içerir (besim tibuk'u hatırlayanlar el kaldırsın, sürekli şili örneğini verirdi). adı john cobin olan bu dallama gringo evine giderken yolu kapatan protestoculara kızıp arabasını üzerlerine sürüyor ve daha sonra hızını alamayıp araçtan inerek silahıyla rastgele kalabalığa ateş ediyor. ölen olmamış allahtan ama bir kişi ciddi biçimde yaralanmış. herif bir de kendi ülkesinde - yani amerika'da - konfederasyon yanlısıymış. hikayeye gel amk. haberini şuraya koyuyorum.

    şimdilik bu kadar, daha sonra tekrar detaylıca yazacağım.
  • olaylar hala devam ediyor. devletin tepkisi epey sert oldu ve onlarca insan hayatını kaybederken binlerce insan da yaralandı. olayların nedenleri ile ilgili kısa bir bilgi notu geçmiştim daha önce, (bkz: #97679284) numaralı girdimde okuyabilirsiniz. tarihsel arkaplanı anlattığım uzun bir değerlendirme yazısı için (bkz: #98515245).
  • koronavirüs'ün mayıs ayı ile birlikte sıkı bir şekilde yayılıp, vurduğu ülke. ülkede alarm zilleri çalmaya başladı. şu an itibariyle resmi ölü sayısı 500'ün altında olmakla birlikte, mayıs ayının başında vaka sayıları önce üçe katlandı ve son birkaç günde bu sayı da ikiye katlandı. kafalarda daha iyi canlandırılabilmesi için bir de şöyle anlatayım: nisan sonu gibi günlük vaka sayıları 400'lerde seyrederken, mayıs ayı ile birlikte 1200-1300 oldu (üçe katlandı). son birkaç günde de bu sayı ikiye katlanarak 2500'lere geldi (günlük).

    18 milyon insanın yaşadığı ülkede nüfus yoğunluğunun az olması, nüfusun bir merkezde temerküz etmemiş olması ve yaşlı nüfusun az olması (yüzde 12'nin altında) bir nebze umut vadetse de ölümler de bu doğrultuda artarsa türkiye'den beter olma ihtimalleri var (nüfusa oranlanırsa). latin amerika'da brezilya'dan sonra covid-19'un en sert vurduğu ülke şili oldu.

    detaylı olarak incelemek isteyenler şuraya bakabilirler. bunu da olarak ekleyeyim. umarım en az hasarla bu badireyi atlatırlar.
86 entry daha
hesabın var mı? giriş yap