• siz çok alıştınız sürekli halet-i ruhiye yazıları, derin melankoli, barbunya balığı gibi kara mizahın dibinden kopup gelen denizin kekremsi yosunlu tadı üzerine sinmiş kısa cümleler falan. az arda turan gibi kenarıya çekilin de biz de dans edelim sahnede.

    evet ne diyorduk, ha mizah. mizah kolay şey değil. hele sizin gibi rafine zevkleri ve dertleri olan müstesna akıllarda ''okunur bu'' düşüncesini yaratacak kıvrak zeka ürünü şakalardan oluşan düz yazı, hiç kolay değil. yine de daha önceden denenmiş ve tutmuşlardan cesaretle beşiktaş'ın eski sol açığı markus münch'ün sarı pipi veledinin çalıştığım otelin havuzuna sıçarak hayatımı şirazesinden nasıl çıkardığını hikayelemek isterim. bazen, özellikle 16'lı 17'li yaşlarda insan, hayatını şirazeden çıkarıp biraz sıradışı şeyler yaşatacak cinsten bir şeyler olsun ister. ben de istiyordum. oldu da. markus münch'ün altı bezli sarı veledi havuz bölümünde çalıştığım otelin çocuk havuzuna boyu kadar sıçtı. öyle usulca üstelik. sakin ve soğukkanlı tavırlarla. dillere pelesenk olmuş ''sıçarım böyle işe lan'' söylemini uygulamaya geçiren ben olacağım anarşizmiyle, ama yine de alman soğukkanlılığından taviz vermeden. maç 5-0'da olsa 0-5 de olsa aynı disiplinle oynayan alman mili takımı oyuncusu gibi biraz.

    dedim ya insan bazen hayat biraz şirazesinden çıksın da azıcık sıradışı bir şeyler yaşayayım hayalini, 16'lı 17'li yaşlarda daha bir fazla kuruyor gibi sanki. ben de o sabah staj yaptığım otelin personel servisinde, ki bu personel servisi sabah 7'de başlayacak mesai için seni sabah 5 sularında alır, saçlarını 3 numara kestirmiş, düşük bel repçi pantolonundan göt çatalının bütün ayrıntılarını cüretkar bir şekilde sergileyen berna ile serviste yan yana otururken bir anda dudaklarıma yapışması gibi hayaller kuruyordum. bu hayatımı şirazesinden çıkarırdı, ve öyle de sıradışı bir hale getirirdi ki, tarifi kelimlerle imkansız. o sabah ve sonrasında hiç bir sabah berna personel servisinde dudaklarıma yapışmadı. onun yerine o sabah markus münch'ün yalancı emziği sigaraya asılma efkarıyla cok coklayan sarı pipi oğlu otelin çocuk havuzuna sıçtı. cok coklamak ne demek diyenleriniz var duyuyorum. bu mu yani konu şimdi? cokcoklamak işte, emiklemek. ne biliym. neyse.

    turizm otelcilik lisesine giriş mülakatında sormuşlardı ya hani, ''lavabo temizler misin'' diye, ben de ''gerekirse yalarım'' bile diye cevap vermiştim. ulan ben ne bileyim bunun daha ilk stajda uygulamalı bir şekilde gerçekleşeceğini. yaş 16. yaz tatilinde yalova'daki yazlıkta regl olduğu için denize giremeyen eda'yı ''gel hadi geel, öyle olmaz tüm gün kup kuru ehii'' ergen erkek pervasızlığıyla zorlamak varken nisan ayında okulu kapatıp staja yollayacaklar bizi. istanbul'un bütün jet sosyetesinin vakit geçirdiği dönemin en gözde oteli. departmanların belirlenmesi için ingilizce mülakat falan derken, 5 gün sonra listeler okula geldi. ben ve fevzi havuz departmanına seçilmişiz. otelin havuzunda staj yapacağız. fevzi ile üstelik. fevzi ile üstelik şeklinde vurgu yapıyor olmamın sebebini, fevzi'nin hayatımı şirazesinden nasıl çıkarttığı ile ilgili detayları sonra anlatacağım. havuzda staj. napıcaz havuzda? hemen fevzi'yi bulmalıyım. kesin kıravatını gömleğin içine sokmuş bir şekilde terden leş gibi olmuş halde masa tenisi oynuyordur.

    - ulan fevzi, otel bizi kabul etmiş. havuz bölümü. napıcaz lan havuzda?
    + has siktir can kurtaran mı olucaz lan acaba?

    bu size fevzi ile ilgili bir ön bilgi vermiş olsun. adı fevzi olan birinden normal olmasını beklemeyin. ‘’size mutlaka kötülük yapar’’ değil demek istediğim. ancak fevzi normların dışında bir karaktere sahip olmalıdır. okulun ahmet ve murat isimli çocuklarının sergilediği davranışı sergilemesini beklemezsiniz fevzi'den. bizim okulda da vardı orhan, erhan, mustafa, erol gibi figürler ancak benim kaderim fevzi ile kesişmişti. yusuf ceza evinden çıktıktan sonra kaldığı otelde yolunun bekir ve uğur ile kesişeceğini tahmin edebilir miydi? ben de tahmin edemezdim. kaderimdi fevzi. kesişti yollarımız.

    okul kapandı. 10 günlük bir ara. pazartesi staj başlıyor. gittik. zebellah gibi bir yer. 3 bloktan oluşan devasa bir yapı. ilk 10 gün yoğun ortyantasyon. tebessüm pompalaması, glokal hizmet anlayışı. güzel kadın yöneticiler, yakışıklı departman amirleri. personel yemekhanesinde müthiş bir bolluk bereket. fevzi'nin bedava olduğu için bir öğlen yemeğinde 10 adet muz yediğini hatırlıyorum. 10 günün sonunda dediler ki artık departmanlara dağılma zamanı. eyvallah. havuz biriminde çalışacak olan ben fevzi'yi havuz biriminin bağlı bulunduğu departman olan housekeeping'e teslim ettiler. fevzi ''bu işte bir bokluk var. ne alaka housekeeping'' diye hayıflanmaya başladı. fevzi’nin bu işte bir bokluk var dediği mevzuların sonunda ''ben demiştim'' diyebileceği bir maraz mutlaka çıkardı. bu sefer de öyle oldu.

    havuzdan sorumlu iki departman vardı. biri havuz bar operasyonunu da götüren yiyecek içecek bölümü, diğeri kirli ve temiz havlulardan, şezlongların temizliğinden ve düzeninden, şezlong minderlerinden sorumlu olan housekeeping departmanı. yani ben ve fevzi o pina colada yapıp servis eden, bikinisiyle bara gelip ''bol buzlu ve tranş limonlu kola lütfen'' diyen harika avcı ile teşriki mesai halinde bulunan departmanda asla değildik. fevzi'nin mevcut götlüğünün temelinde aşırı kurnaz ve zeki birisi olması yatardı aslında. daha ilk andan içine bir kurt düşmüştü. böyle durumlarda ben iyimser bir hava takınır ''dur be oğlum, vesvese yapma hemen'' diye inanmadan konuşurdum. fevzi susardı. ancak beden dili ''siz görürsünüz başımıza gelecekleri'' şeklinde haykırırdı adeta. fevzi'nin beden dilinin haykırdıklarını hepimiz duyduk. çığlıklar metastaz yaptı. kaplıca hamamında tellak olduk velhasıl.

    işe başlayabilmemiz için ilgili bölümün üniformalarını giymeliydik. üniforma odası sorumlusu maksut abi ile bu vesileyle tanıştık. envai çeşit üniformanın olduğu terzi odası gibi garip bir atölyede fevzi ve bana üniformalarımızı teslim etmeye başladı. beyaz lacoste kumaşından tişört, beyaz gabardin kumaştan şort, beyaz havlu çorap, beyaz letoon marka spor ayakkabı. fevzi'nin ayakkabıları alıp maksut abi'ye dönemin reklam sloganı olan ''letoon, on, çok çok iyi'' şeklinde şaka yapışını, maksut abinin bu şakayı çok beğenmese de fevzi'nin şaka yapmayla ilgili tasarrufunu takdir eden tavrını dün gibi hatırlarım. evet beyazlara büründük. melek gibiydik. sevimli hayalet casper gibiydik. fevzi kavruk tenine çektiği beyaz ünfirma ile 96 yılında adidas'ın bem beyaz formasıyla sahaya çıkan madida gibi süzülüyordu otelin koridorlarında.

    anacak içimize sinmeyen şeylerin adedi birden fazla. ikimiz de tam mutlu değiliz. ikimizde farkındayız. ikimiz de susuyoruz. biri sorunları dile getirmeye başlasa çorap söküğü gibi gelecek diye korkuyoruz belki. fevzi personel yemekhanesinin ona sağladıklarına aşırı önem veriyor. haklı da. biraz da ikimizin de bu büyülü dünyaya genç erkek çocukları olarak kendimizi kaptırdığımızı, bu büyünün hayatımızın sıradışı şeyler yaşatacak şekilde şirazesinden çıkacağıyla ilgili bizi aldattığını da itiraf etmek lazım sanırım. özellikle personel servisiyle işe gidip gelmeye başladıktan sonra fevzi'nin de benim de berna'nın göt çatalı ile ilgili hayaller kurduğumuzu, birbirimizle bunu hiç konuşmasak da, bu konuyla ilgili karşılıklı farkındalığımızın had safhada olduğunu kabul etmek lazım. ama dedim ya, yolunda gitmeyen bir şeyler var. aylardan nisan. istanbul tropikal ikllimden uzak, suya girmek için uygun sıcaklığı en iyi ihtimalle haziran ayı başlarında sunan, iklimine güven olmayan bir şehir. ben ve fevzi bu şartlar altında havuzda çalışmaya çalışıyoruz. beyazları çekmişiz. şort, tişört, letoon on çok çok iyi, ama hava kötü. havuzda teoman'ın bugün benim doğum günüm şarkısında geçen sonbahar hüznü var. harika avcı'nın gelip cin tonik isteyeceği havuz bar'ın taburelerinde babalarımızın 3 film bir arada kovaladığı yaşlarda oturup uzaklara bakan, berna ile ilgili hiç konuşmayan, ha bir de çok üşüyen fevzi ve ben.

    bir kaç gün sonra fevzi'nin vereceği tepkiyi çok iyi bildiğim halde, ''bu böyle olmaz. dondum ben. gidip üzerimize bi sıvetşört bişeyler isteyelim'' dedim. fevzi hiç şaşırmadı. ancak ''gidip sıcak tutan bir şeyler istersek o işin altından maraz çıkar'' diye haykırdı beden dili. ben duydum. ancak yine de istemsizce havuz bar taburesinden kalkıp yürümekte olan bedenime eşlik etti fevzi. bizi housekeeping ofisine götürecek büyük asansöre bindik, ilgili katta indik. yolda hiç konuşmadık. inceldiği yerden kopacaktı, inceldiği yerden de koptu zaten.

    bu tip diyaloglar için kendi içimizde geliştirdiğimiz bir matematiğimiz vardı. o matematiğin uygulamalı halinin bir parçası olarak ofisteki orta yaşlı, bol makyajlı, ucuz ama kendi içinde bir cazibesi bulunan parfüm sıkmış kadın görevliye ''biz havuzda çok üşüyoruz. üzerimize kalın bişiyler alabilir miyiz?'' dedim. bu tip durumlarda söze ben naif tavırlı bir giriş yapardım. fevzi karşımızdakinin tavrına göre bir role girip beni destekleyici bir tavırla söze girerdi. karşımızdakinin tavrına göre bazen daha çocuksu, bazen daha ciddi, bazen çocukluğun zevzeklik hakkına sığınan bazen de son derece ağırbaşlı ve vakur bir hal sergilerdi. bu sefer bunlara gerek kalmadı. ''osman şef de sizi arıyordu, havalar düzelene kadar sizi başka yerlerde kullanmak istiyor'' dedi kadın görevli. ve sonra osman şefe telefonla ulaşmaya çalışmaya başladı. tam o sıra osman şef olduğunu sıfatından hemen anladığımız kişi içeri girdi. bir insanın adının osman olduğunu hemen anlarsınız. osman'lar kendilerini çabucak ele verirler. fevzi'ler de...

    osman şef ''gelin bakalım gençler'' dedi ve bizi de peşine takarak yürümeye başladı. bu sektörden öğrendiğim bir şey var: eğer karşındaki giriş konuşmasında hitap olarak ''gençler'' kullanıyorsa ağzınıza sağlam sıçacak demektir. bunu ben de fevzi de daha ilk deneyimimiz olmasına rağmen sanki önceden birileri kulağımıza fısıldamış gibi kanıksamıştık ve ''gençler'' hitabını duyunca gayri ihtiyari birbirimize kaçamak birer bakış fırlattık. ve bir kaç dakika sonra anladık ki osman celladın ta kendisiymiş, bizi idam sehpasına götürüyormuş da haberimiz yokmuş. kısa konuştu cellat. ''gençler, malum hava daha baya soğuk, havuz açılmaz. bu sürede sizi housekeeping departmanının genel alanlar temizliği biriminde kullanacağız. siyah ayakkabınız var değil mi. hahh tamam. gelin maksut abiden kıyafetlerinizi alalım.''

    kıyafetler... siyah gabardin pantolon, beyaz gömlek, bordo gabardin yelek, büyük zeki alasya papyonu. maksut abi yüzümüzdeki ''madem temizlik yapıcaz neden bu kadar şıkız'' surat ifadesinin farkına varmış olacak ki ''lobide falan dolaşıcaksınız ya'' diye biraz rahatlatma biraz da açıklama içeren bir cümle kurdu. osman şef'in genel alan temizliği olarak bahsettiği konu devasa otelin genel alanlarının başta tuvaletleri olmak üzere temizlenmesiydi. fevzi'ye staja kabul edilmişiz müjdesini verdiğimde ''hassiktir cankurtaran mı olucaz lan acaba havuzda deyişini, ipli bikinili sosyetik güzellere pina colada servisi yaparız hayallerimizi bir film şeridi gibi geçirdim gözümün önünden. osman şef'in genizden ''haydi gençler'' deyişiyle uyandım. fevzi'yi ve beni birer deneyimli genel alan temizleyicisinin yanına verdiler. ben ve deneyimli batıya, fevzi ve deneyimlisi doğuya doğru yürümeye başladık. o an fevzi'nin haklı çıkışını sessiz çığlıklarla konuştuk. ben batıya o doğuya giderken...

    az sonra piyanonun başına geçip şarkı söylemeye başlayacak bir piyanist şantör gibi giyinmiş bir şekilde sorumluluğuma verilmiş bölgelerdeki erkekler tuvaletlerini temizlemeye başladım. tuvaletlere karşı o kadar saygılıydım ki beyoğlu'na çıkar gibi tebdili kıyafet giyinmiştim ve oryantasyonda öğretilen tebessüm et fiilini istisnasız bütün pisuvar ve kabinlere uyguluyordum. hiç bir klozet ona gülümsemediğimi iddia edemezdi. bu konuda müsterihim. üstelik temizlik yaparken kullanılacak araç gereç ve kimyasalı da deri kaplı bir kılıfın içindeki kova ile taşıyordum. yani lüx otel diyorduk ki öyle naylon kova ve tuvalet fırçasıyla otelin lobisinden geçemezsin, bok temizlemeye gittiğini kimse anlamamalı. o zamana kadar saydam ve kokusuz sıçtığını düşündüğümüz aşırı zengin ve sosyetiklerin kullandıkları tuvaletleri ben ve fevzi çok şık giyimli ve mütebessim bir halde kırklıyorduk. günler böyle geçiyordu. öğle yemeklerinde ve akşam iş çıkışında 28t'de beraber seyahat ettiğim fevzi'den ilerde oluşacak senaryolarla ilgili briefing alıyordum. bir öğle yemeğinde fevzi, 7. muzunu yerken şöyle dedi:

    - senin bölümdeki restoranın erkekler tuvaletinde kaç kabin var?
    + 4
    - peki 4'ü birden sürekli dolu oluyor mu?
    + ne biliym fevzi allah aşkına, tuvaletin doluluğunu hesaplayan işletim programı yok benim dükkanda.
    - benim doğu bloğu lobisinde de 4 kabin var. bak şimdi, insanlar tuvalete girip kendi algılarına göre en az kullanıldığını düşündükleri bir kabine girip daha temiz bir yerde sıçma eğilimindedirler. ancak bu daha temiz kabin algısı herkesete farklılık gösterir. hatta bazıları kabinleri kontrol edip daha temiz gözükenden yana tercih kullanır. haliyle aslında pisuvara işeyenleri de düşünecek olursak içinde bulunduğumuz şartlarda 4 kabinin %100 dolulukla geçtiği an hemen hemen hiç yok. ben kabinleri dışarıdan kilitleme formülünü buldum. ve iki kabini kapattım. haliyle 4 kabin yerine 2 kabin temizlemiş oluyorum. yemekten sonra senin restoran tuvaletlerinde de yapalım istersen.
    + yapalım.

    fevzi gerçekten bunu düşünüp uygulamaya da geçirmişti. kabin kapılarının altlarındaki boşluktan çekip içerden sürgüyle kapatıldığında kırmızı işarete, sürgü kapalı olmadığında yani kabinde kimse hacetini gidermiyorken mavi işarete denk gelen demir sürgüyü normal ev anahtarının ucuyla hafif hafif ite ite kabin kapısını dışarıdan kilitlemeyi başarmıştı. o hafta içerisinde hemen hemen tüm tuvaletlerde aynı taktiği uygulayıp temizlemek zorunda olduğumuz kabin sayısını %50 azalttık. sonraları öğrendim ki fevzi gündüz kapalı olduğu için çok az kullanılan japon restoranındaki tuvalet kabinlerinden birinde günlük bir saat öğlen şekerlemesi yapıyormuş. ben visko yastık olmadan uyuyamadığım için bu topa hiç giremedim ancak fevzi'nin şartlar bir miktar olgunlaşınca fırsatı değerlendirip güzellik uykusuna dalıyor olmasını da inceden kıskandım. fevzi'nin bu tip durumları değerlendirip uyumadığı, uyumaya direndiği tek süreç vardı, o da sabah 5'te fevzi ve berna ile beraber bindiğimiz personel servisi. burda uyumuyor olmasının sebebi bir ihtimal berna da uyumazsa arada yüzeysel olarak gerçekleştirdikleri sohbeti daha derine taşımaktı. ancak berna da sabahın 5'inde motorlu taşıta binen her insan gibi servise bindikten 5 dakika sonra uyurdu. ben ve fevzi, berna'nın servise biniş ve serviste uyuya kalış anına kadar göt çatalı görüntüsünden maksimum fayda elde etmeye çalışır, sonrasında da bebekler gibi uyurken çok daha güzel gözüken berna'yı, uyuyan güzeli izlemeye koyulurduk. bütün servis uyurdu, ben ve fevzi kalırdık, tenhasında servisin, hiç uyumayan ben ve fevzi

    günler haftaları kovaladı. istanbul'a yaz geldi. fevzi ve ben beyazları çekip havuz başındaki işimize geri döndük. letoon, on, çok çok iyi şakasından hiç bıkmadan yaptı fevzi bu şakayı. sıkılmadı. meğer kafasında başka şeyler kuruyormuş...

    o yaz istanbul'un bodrum'a gidemeyen bütün jet sosyetesinin hayatı ve türkiye'nin makus talihi ile ilgili bir sürü olay cereyan etti. örneğin, küçük emrah havuz başında tak tak tiki tiki tak şarkısını mırıldanıp küçük dans hareketleri yaparken kaydı düştü, medyum memiş birilerine telefonda ''keto ile barışmak istiyorum'' dedi, hakan ural gh688 telefonunu şezlongun altında unuttu, öss iptal oldu, bülent ecevit dsp-anap-mhp üçlü ittifakı ile 58. hükümeti kurdu, babam iflas ettiğini 9 sene sonra kabullenip meharis'ten marlboro light sigarasına geçiş yaptı...

    tüm bunların dışında temmuz ayındaki gelişmeler ben fevzi için çok daha kritik öneme sahipti. beşiktaş futbol takımı başka bir çok yabancı transfer ile birlikte italya'nın serie b takımlarından genoa'dan markus münch'ü transfer etti. yani hikayemizin ana kahramanlarından biri. beşiktaş takımına yeni transfer olan tüm futbolcular gibi markus münch de ailesiyle birlikte çalıştığımız otele yerleştirildi ve sezon açılışını beklemeye başladı.

    tüm bunlar olurken fevzi'nin sessizliği herkesin kanını dondurur, kimsenin kanı donmasın. fevzi boş durmadı zira. otelin stajyer olmayan ancak genç sayılabilecek, iyi de para kazanan abileriyle sıkı diyalogları vardı. sevilen bir çocuktu. staj boyu aldığımız sorumluluklar, işe yarıyor olma hissi, grand tuvalet bok temizlemeden uzaklaşmış olma öz güvenimizi arttırmış, sıradışı şeyler yaşamak için bekleyiş halinde olmaktan çok sıradışı şeyler yaşayabilmek için hayatı şirazesinden kendi imkanlarımızla çıkartalım fikrinin ikimizde de oluşmaya başladığını rahatlıkla söyleyebilirim. yine bugünlerden birinde saat 15:30 sularında otelin dolmabahçe'ye açılan personel kapısından fevzi ile birlikte hiç konuşmadan çıktık. meydan tarafında 28t'nin kalktığı otobüs durağı yerine kabataş istikametine doğru yürümeye başladık. bu kararı konuşmadan aldık. sanki ben fevzi'nin bir şeyler anlatmak istediğini biliyordum ve fevzi'nin de de bunu bildiğimi bilip 28t'ye doğru yürümüyor oluşumuzu diye sorgulamayacağından eminmiş gibiydim. kurgulanmış bir istikamet değişikliği var gibiydi ama aslında ortada bir plan yoktu. tam inönü stadının önünden geçerken, fevzi, bütün tonlamasıyla, en küçük detayına kadar tüm ayrıntılarıyla hatırladığım o cümleyi kurdu:

    ''sıraselviler'de bir masaj salonu varmış''

    heyecan? heyecanlandım diyemem. şaşkınlık? o da değil. zira sanki fevzi'nin bunu bana anlatacağını önceden biliyormuşum gibi bir ruh hali. endişe? fevzi ile ilgili her konuda olduğu kadar. mutluluk? sıradışılaşma fırsatından ötürü bir miktar serotonin belki.
    fevzi bu bilgiyi ve bunla ilgili tüm detayları otelde arkadaşlık ettiği abilerden almıştı. o güne kadar cinsel deneyimim oturduğumuz binanın çatısında gülay'ın henüz sivrilmeye başlayan memelerine dokunmak ve ağızlarımızı hiç açmadan dudaklarımızı birbirine değdirmenin ötesine gitmemişti. fevzi'nin yazlıktaki şişme botta sedef ile, biraz da kızın hali hazırda bikini giymiş olmasının verdiği avantajla benim yaşayabildiklerimin bir tık ötesini deneyimlediğini biliyorum. fevzi bu konularda asla yalan söylemezdi. götün tekiydi ancak asla egzajere etmez, olmayanı varmış gibi göstermezdi. sıraselviler'deki masaj salonu ile ilgili detayları vermeye başladı. ben ''fevzi bizi orda çırak çıkarırlar'' demedim ancak bunu beden dilimle hissettirmeye çalıştım. fevzi durumu anlayıp uzun uzun anlattıktan sonra, ''çırak çıksak ne olur, hem sen demez miydin ne kadar rezil olursak o kadar iyi diye'' dedi yüzünde hınzır ve heyecanlı bir gülümsemeyle, ve benim onayımı bekledi. fevzi benim daha önce gediğine oturtmak suretiyle söylediğim ''ne kadar rezil olursak o kadar iyi'' cümlesini bana ait sanıyordu. bir kaç kere can yücel ve sevgi duvarı diye bahsetmeye çalışsam da, analitik düşünme gücü yüksek yüzeysel insanlara has sığlığıyla konuyu geçiştirdi. bir süre sonra bu sözün bana ait olduğunu düşünmesi benim de hoşuma gitmeye başladı. sıraselviler'deki masaj salonu konusunda ikna olduğuma çok emindim. bunu fevzi'ye direkt olmayan bir yolla anlatmam gerekiyordu. ''hangi gün izinlisin'' dedim. ne önünde ne sonunda neden sordun diye sormadan ''cuma'' dedi. ‘’ben de’’ dedim. karaköy'e kadar hiç konuşmadan yürüdük. cuma günü sıraselvilerde'ki masaj salonu'na gitmek üzere bu defa semtin taksime götüren otobüslerinin kalktığı durakta buluşacağımızdan emindik. galata köprüsünü bunun heyecanıyla geçip, öğrenci biletlerimizi metal biletliğe sokuşturup otobüse bindik. fevzi otobüs şoförü sormadan pasosunu göstermesiyle övünen, düzenli, derli toplu, ilkeli bir piçti. sıraselviler'deki masaj salonu hikayesi başka bir yazının konusu olduğu için şimdilik ana hikayeye geri dönüyoruz.

    fevzi hali hazırda beşiktaş’ın afrikalısı madida ten rengine yakın bir renkte olduğu için amele yanığı mevzuundan çok etkilenmedi. bense tişörtten dışarıda kalan kollarımda beyonce, şorttan dışardan kalan bacaklarımda malcolm x, tişörtün yaka kısmından açıkta kalan –v şeklindeki iman tahtamda ise eddie murphy ten rengi yakalamıştım ve tam bir siyahi ten renk cümbüşü sunuyordum. albino hastalığına yakalanmış bir afro amerikan gibiydim. vücudumun belli yerleri karides kadar beyaz, belli yerleri ise olimpiyatların üçüncülük madalyası kadar bronzdu. artık sezonun sonu geliyordu. sıraselviler’deki masaj salonu macerasından sonra ben ve fevzi için hayat asla aynı olmadı. daha pozitif şekillendi, ya da daha kötü gitti gibi bir algı oluşmasını istemem okuyucuda. zira bu yazılması gereken başka bir hikaye.
    sezonun sonuna doğru yaklaştıkça berna’dan umudu iyice kesmemizle birlikte ben de fevzi de personel servisinde kısa şekerlemeler yapmaya başladık. tabii bunda berna’nın otelin kadrolu çalışanlarından biriyle ateşli bir aşk yaşıyor olmasının da etkisi vardı. bu aşkın ardından berna’nın giyim tarzıyla ilgili değişiklikler de gelmeye başladı. ekseri aşırı düşük bel ve bol pantolonun üzerine göbeği ve beli dışarda bırakan kolsuz badiler giyen berna, göt çatalı ile ilgili umut vaad etmeyen kıyafet döngüsüne girince, fevzi tabiri caizse personel servisinin salyalarını akıta akıta uyuyanına döndü. bir kaç defa ufak hırıltılar şeklinde horladığını dahi hatırlıyorum. yani berna’nın götüne bakarken salyaları akan fevzi, serviste berna ile uyurken salyaları akan fevzi’ye dönmüştü. pazartesi sabahı fevzi, önemli bir detayı hatırlamış gibi ama sükunet de içeren bir tavırla yanıma geldi:

    + bana bak havalar nane molla gidiyor. sen çarşamba günü izinli misin çalışıyor musun?
    + çalışıyorum. nooldu?
    + çarşamba hava yağmurlu olacak.
    + ee?
    + olum anlasana. hava yağmurlu olunca havuzda durum ne olur? kapalı. havuz kapalı olunca sen ve ben? hoop lobi tuvaletlerinin temizliğine seri geçiş.
    + hassiktir. napıcaz?

    fevzi haklıydı. staja ilk başladığımız zaman da havanın kapalı olmasından kelli, genel alanların tuvaletlerinin temizliği işine verilmiştik. 1 eylül 1999 çarşamba günü gök gürültülü sağnak yağış beklentisi olduğunu duyan fevzi, irkilmiş ve irkilmenin şokuyla planı yapmıştı:

    + olum bizi tuvalet temizliğine verdiklerinde hangi kıyafetleri giydirdiler.
    + papyon, yelek...
    + ben sürekli hangi şakayı yapıyordum.
    + lan şifreli konuşma. anlat ne anlatıcaksan.
    + oğlum cellat osman’ın bizi ipe götürdüğü ilk günü hatırlasana. ne demişti? ‘’siyah ayakkabınız var mı?’’
    + ee?
    + şimdi biz çarşamba günü beyaz spor ayakkabılarla işe gelirsek bunlar bize siyah pantolon bordo yelek giydirip tuvalet temizliğine verebilirler mi?
    + has siktiiiir.

    fevzi’nin planında tutarsız hiç bir şey yoktu. zira, çarşamba günü işe geldiğimizde havanın yağmurlu olduğunu gören cellat osman direkt bana ve fevzi’ye musallat olup bizi tuvalet temizliğine çekerdi. ancak işe patiska gibi bembeyaz basket ayakkabıları ile gelirsek cellat osman’ın planı bozulacaktı. zira tuvalet temizlemeye giderken malzemeler şık gözüksün diye deri kaplı kova kullandırtan anlayış, yelekli papyonlu takımın altına beyaz spor ayakkabıyla bizi çalıştırmazdı. çaresiz kalan cellat osman bizi havuzdaki işimizle baş başa bırakacak, biz de 8 saatin büyük çoğunluğunu arazide geçirecektik. plan kusursuz gözüküyordu.
    çarşamba sabah 5’te servise binmek için uyandığımda meteorolojinin hava tahminine koşulsuz şartsız inanmış bir liseli olarak buz mavisi kotumun altına beyaz basketbol ayakkabılarımı gururla çektim. 5 dakika sonra fevzi’yi almak üzere duran servis aracına madida fevzi de beyaz pamuklu ketenden espadril ayakkabılarıyla bindi. fevzi işi garantiye almıştı.
    tophane’nin önünden geçerken zaten yarım yamalak uyukladığım için uyandım. berna ve fevzi uyuyorlardı. servis şoförü ve benim haricimdeki herkes uyuyordu. hava aydınlanmak üzereydi. bir ara gözüm beyaz ayakkabılarıma ilişince aklıma fevzi’nin planı geldi. ve camdan gökyüzüne baktım. gökyüzü pırıl pırıl. fevzi bu defa yanılacak diye düşündüm. ancak siyah iskarpinimiz olmadığı için tuvalet temizliğinden kurtulup havuzda olacaktık zaten, en fazla bir miktar havlu toplarız diye düşünüp konuyu fevzi ile paylaşmadım dahi. berna’ya baktım. bebekler gibi uyuyordu. staja başlayalı neredeyse 6 ay olmuştu. berna'yı uyurken görmediğimiz toplam süre 20-25 dakikayı geçmezdi. suratının, uyumadığı zamanlarda neye benzediğini dahi tam kestiremiyordum. zira otel içinde de departmanlarımız çok farklı olduğu için karşılaşmıyorduk. bir gün normal hayatta berna ile karşılaşsam muhtemelen karşılaştığım kişinin altı ay boyunca göt çatalını ve uyuyan yüzünü gördüğüm berna olduğunu anlamayacaktım. hatta göt çatalı berna uyuduğunda ve uyanıkken ifadesi değişmeyen bir bölge olduğu için muhtemelen personel servisi dışında da o çatalla karşılaşsam, bu çatal berna’nın çatalı derdim ama berna’nın yüzünün uyumayan halini hiç bilmiyordum. hayatın şirasezinden çıkmasıyla alakalı hayallerimin kahramanlarından biri berna’ydı. olmadı. o yazın hayatı şirazesinden çıkartan en radikal deneyimi sıraselviler’deki masaj salonu oldu. ha bir de bu tasvirini yaptığım sabahın devamında markus münch’ün oğlunun çocuk havuzuna boyu kadar sıçması.

    markus münch temmuz ayında beşiktaş’a transfer olduğunda futbolu izlemekten çokoynamayı seven, futbol maçlarının sonuçlarından daha rafine dertlere sahip olduğum bir dönemden geçiyordum. beşiktaş’ın çalıştığımız yerde kalan yabancı futbolcularına anlık ilgi gösteriyor sonrasında diğer ünlülerle vakit geçirdiğimizde yaşadığımız sıradanlaşmayı futbolcular için de yaşıyorduk. işe başlamadan önce fevzi ile birlikte personel yemekhanesinde kahvaltıya oturduk. fevzi sabahın 6:30’unda bu kadar iştahla kahvaltı yapmayı nasıl başarıyordu? sanırım bol yemeğin olduğu, evde yeme imkanımızın olmadığı yiyeceklerin bulunduğu kahvaltıdan maksimum faydayı elde etmeyi bir görev olarak görüyordu. arada bana da bunla ilgili hatırlatmalar yapardı. ‘’ye lan ye, okul başlayınca alba yağından poğaçaya talim’’ derdi belli aralıklarla. alba yağının ne olduğunu otelde arkadaşlık ettiği aşçı abilerden öğrendiği günü bana 28t’de heyecanlı heyecanlı anlatışını da dün gibi hatırlarım. kahvaltı bitti. havuza doğru beyazlarla yol aldık. hava güneşli ama bir miktar da serin. otelde yoğunluk düşük. cellat osman havuzda çalışan diğer kadroluları başka yerlere çekmiş. bizim ayakkabıların müsait olup olmadığını irdelemeden benle fevzi’yi havuzda bıraktı. ‘’bugün ikiniz olacaksınız sadece, zaten yoğunluk yok’’ dedi ve gitti. gerçekten de yoğunluk yoktu. fevzi henüz açılmamış olan havuz barın depo kapısını kimlik kartıyle açıp, iki adet o sıra yeni piyasaya çıkan redbull kapıp getirdi. barın taburelerine oturup içmeye başladık. 6 ay önce yine böyle bir günde üşüdüğümüz için kalın bir giyecek istemeye gittiğimizde cellat osman tarafından aşırı şık giydirilerek tuvalet temizleme görevine verilmiştik. o sıra çocuk havuzunun önündeki bungalow tipi odalardan bir tanesinin terasına açılan sürgülü kapısının sesi geldi ve uykudan yeni uyanmış markus münch terasa çıktı. bu odaların terasları direkt havuz bölümüne açılıyordu. normalde bu odaların özel misafirleri olurdu. münch bu oda tipini özel olarak istedi mi istemedi mi bilmiyorduk. tekrar içeri girdi. odadan nespresso kapsül kahve makinesinin sesi geldi. münch tekrar terasa çıktığında elinde kahve fincanı vardı. terastaki sandalyeye oturdu. hemen ardından karısı olduğunu düşündüğümüz claudia schiffer görünümlü bir kadın, boyu kadar sıçabilme yeteneğine sahip olduğunu o gün anlayacağımız minik bir bebeyle birlikte terasa çıktı. kadın bikinisini giymişti. markus münch’ün oğlu ise anadan üryan halde terasta kaçışıp koşuşuyordu. fevzi istemsiz bir sevgi gösterisiyle karışık bir tavırla:

    - şimdi işiyecek bi yerlere bak, eşşolusuna bak.

    fevzi çocuk severken 45 yaşında bir adamın takındığı tavrı takınmıştı. role girme konusunda fevzi’den daha iyisini tanımıyordum. ‘’işese iyi, sıçarsa sıkıntı asıl’’ dedim. eğlendik. yaptığım şakanın bir iki saat sonra havuzun içinde gerçeğe dönüşeceğini tahmin edemiyordum tabii. 5 dakika sonra münch aşırı atletik vücuduyla havuza girip, bir kaç kulaç attıp çıktı ve terasa geri döndü. bizim redbull’lar da bitince fevzi havuzun tuvalet kabinlerinden birinde kestireceğini söyleyip gitti. insanlar yavaş yavaş gelmeye başladı. bir ara münch’ün, oğlunu çocuk havuzuna anadan üryan bir şekilde suda oynaması için bıraktığını anımsıyorum.

    güzellik uykusunu bitiren fevzi öğleden önce, uykulu gözlerle havuz başında turlamaya başladı. markus münch’ün yanından geçerken münch’ün fevzi’yi durdurup bir şeyler anlatmaya çalıştığını, fevzi’nin anlamadığı halde anlıyormuş gibi yaptığını gördüm. münch çocuk havuzunu gösteriyordu. fevzi okey okey minvalinde bir beden diliyle ordan uzaklaşıp yanıma geldi. fevzi’nin hayatındaki en büyük sorunu yabancı dile istidadının olmayışıydı. onu öz güvensiz görebileceğiniz nadir anlardan biri ingilizce konuşmak zorunda olduğu ya da ingilizce anlamak zorunda olduğu zamanlardı. adete beyninin yabancı dil ile ilgili kısımlarında kan pıhtılaşması var gibiydi. yabancı futbolcu adlarını yanlış telaffuz edişiyle meşhurdu. bu sorunla yüzleşmekten kaçtıkça yabancı dil onun için daha da büyük bir problem olmaya başlıyordu. lise hazırlık sınıfını annesinin üstün çabası ve benim yardımlarım ile zar zor bitirmişti. zeki ve derslerinde başarılı biri olmasına rağmen ingilizce konusunda hayatın geri kalanına olduğu kadar cüretkar davranamıyor cesaret edemedikçe de ingilizce fobisi gibi bir gerçekle karşı karşıya kalmak zorunda kalıyordu. hayata karşı yeterliliğiyle çoğu zaman hayranlık beslediğim arkadaşım fevzi’nin ingilizce’nin ihtiyaç olduğu zamanlardaki pısırık ve sünepe halleri, değişen ses tonu beni tabiri caizse kahrediyordu. markus münch’ü de anlamadı ve yanıma gelip, anlamadım demeden bana anlamadığını anlatmaya çalışan kelimeler bulmaya çalıştı. başaramadı. o sessizlik, ya onu mahcubiyetten ya da beni dertten öldürecekti. daha fazla sessizliğe müsaade edemezdim. ‘’ne diyor yeni transfer’’ dedim. ‘’çocuk havuzunun oraları falan gösterdi’’ dedi. sonra yine plansız bir şekilde, hani gayri ihtiyari olandan, fevzi ile birlikte çocuk havuzuna doğru yürümeye başladık. çocuk havuzunun başına geldiğimizde münch’ü havuzun içine dikkatli dikkatli bakarken bulduk. bizi görünce yüzünde mahcup ve tedirgin bir gülümseme oluştu ve uzaklaşmaya başlarken bize parmağıyla havuzun içini gösterirken:

    - sorry!!!

    dedi ve gitti.

    beşiktaş’ın yeni transferi markus münch’ün anadan üryan havuza giren sarı pipi oğlu otelin çocuk havuzunun içine boyu kadar sıçmıştı. ben ve fevzi, beyazlar içinde, melek gibi, şaşkın, soğuk kanlı ama her şeyden çok ne yapacağını bilmeyen bir ifadeyle havuzun içine bakakaldık. fevzi’nin ilk defa bir planı onun çok dışında gelişen bir hava durumu sebebiyle tutmamıştı. eğer o gün yağmur yağsaydı, biz hem tuvalet temizlemekten yırtacak hem de havuzda bir günü hiç çalışmadan geçirecektik. ancak bu haliyle klozet temizlemenin de ötesinde bir boku havuzdan temizlemek zorunda olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştık. fevzi’nin isyan eden sessiz çığlıklarını, feveranını duyar gibiydim. ortalığı ‘’laan, koşun laaan, herifçioğlu havuza sıçtı laaan’’ diye koşarak inletmek istiyordu, hissediyordum. ama yapamıyorduk işte. o koşamıyordu, ben de çözüm bulamıyordum. kan deveran etmiyordu benle fevzi de feveran etmiyorduk. onun yerine düşünüyorduk.

    tam olarak neyi düşünmemiz gerektiğini bilmeden 2 dakika boyunca sadece çocuk havuzunun içindeki boka baktık. ne düşünmeliydik ki? temizleyen biz mi olacağız? eğer biz olacaksak bunu nasıl yapacağız? boku havuzdan bir şekilde çıkartıp bir şey olmamış gibi devam mı etmeliyiz? cellat osman’a bilgi vermemiz gerekir mi? cellat osman temizleyin derse sorumluluğu hangimiz alacağız? çocuk havuzunun komple kapanıp suyunun boşaltılması mı gerekiyor? öğle yemeği saati geldi, önce sırayla yemeğe gidip bu işi sonra mı halletmeliyiz? münch’ün karısına gidip ‘’hanım hanııım, sahip çıksana piçine’’ desek haksız mı oluruz? bir sürü soru.
    fevzi’nin sessizliği hayra alamet değildi. mutlak suretle bir plan üzerinde düşünüyordu. ancak bu sefer master plan yapılması gereken konu kolay yönetilemeyecek cinsten bir krizdi.

    hayatı şirazesinden çıkartıp daha sıradışı bir şeyler yaşama hayalleri kurarken zihnimizden geçen markus münch’ün oğlunun havuza sıçması ve bizim bunu temizlemek zorunda olan kişiler olmamız değildi. fevzi, kabinleri dışardan kilitleyip içlerinde biri var gibi gözükmesini sağlayarak temizlenecek kabin sayısını %50 azaltmak gibi net ve iyi bir plana ihtiyacımız var der gibi bir tavırla hindi gibi düşünüyordu. 5 yıldızlı ultra lüks otelin bütün ihtişamı tuvalet alışkanlığı henüz oturmamış bir sabinin olan bitenden habersiz bir şekilde suda oynarken havuza sıçmasıyla kaybolmuştu. otelin fransız restoranında akşam a la minute pişecek yemekler için hazırlık yapılıyordu, havalanından özel limuzinle alınmış bir iş adamı giriş işlemlerini geçekleştiriyordu, genel müdür isviçre’de tatildeydi, şampanyayı açan barmenin aylık maaşı fiyatına şampanya satılıyordu ama gelin görün ki çocuk havuzunda bok vardı. bok işte. bildiğin bok. bu daha fazla devam edemezdi. fevzi’nin sessizliğinin başımıza daha büyük dertler açacak bir planla sonuçlanacağını hisseder gibiydim. ve fevzti konuştu: ‘’oğlum şimdi cellat osman’a haber verirsek bu iş çok büyür. bu havuzu komple boşaltırlar, ordan temizlik işi çıkar bir sürü. olan yine bize olur. zaten devir daim ediyor, kloru da atılıyor günlük. ben şimdi bir lastik eldiven geçirip suyun dışına alayım şu boku. sen de poşeti tutarsın. içine atarız. ordan da çöpe. sen sağ ben selamat.’’ bu planın doğruluğuna inanmadığını ses tonundan anladım. o da benim sessiz kalışımdan içime sinmeyen bir şeyler olduğunu anlamış olacak ki yine benim açımdan tarihe geçecek o meşhur cümleyi kurdu: ‘’olum zaten her gün götünü yıkamayan bir sürü ecnebi girmiyor mu bu havuzlara...’’ dedi ve depoya doğru yürümeye başladı. çaresiz ve istemsiz eşlik etmeye başladım. depoda lastik temizlik eldiveni bulup bir de çöp poşeti aldıktan sonra cinayet mahaline doğru iki dedektif gibi yürüdük. fevzi son derece soğuk kanlıydı, hatta durumla bir miktar eğleniyordu bile diyebilirim. ben boku başarıyla çıkartırsak tedirginliğimin daha çok artacağından emindim. zira biz boku havuzdan çıkardıktan sonra bu durumdan kimsenin haberi olmayacak ve biraz önce içine sıçılmış bir havuza başka çocuklar girecek ve oynayacaklardı. bu benim içime sinmiyordu ama fevzi’nin bu konulardaki acımasızlığına da inceden özeniyordum.

    o an avantajlı olduğumuz tek konu çocuğun sıçtığı yerin tam olarak havuz yuvarlağının kenarında bir yer olmasıydı. suyun içine girmemize gerek kalmadan ulaşabileceğimiz bir konumda sere serpe duruyordu markus münch’ün oğlunun boku. fevzi havuzun kenarına banu alkan gibi uzandı. son bir kez bana baktı. ben poşetin ağzını iyice açtım ve hazırım mesajı verdim. fevzi diğer eliyle lastik eldiveni dirseğine kadar esnetip kolunun hiç bir kısmının suya değmemesini sağlamaya çalıştı. elini suyun içine daldırdı. ancak olay hiç beklemediğimiz, hiç hesap etmediğimiz şekilde cereyan etti. mebzul süredir suyun içinde duran bok kütlesi iyice pelte kıvamına gelmişti ve fevzi’nin almak üzere avuçlamaya çalışmasıyla birlikte binlerce partiküle ayrılıp tüm havuza dağıldı. o an fevzi’nin midesinin ne kadar bulandığını çok net anladığım surat ifadesiyle karşılaştım. fevzi çaresiz bir şekilde eldivenli elini sudan çıkardı ve diğer eliyle tiksinç durumdaki eldiveni bilek kısmından sıyırıp benim tuttuğum poşete attı. poşeti büzüştürüp basit düğümledikten sonra olay yerinden uzaklaşmaya çalışan iki suçlunun tedirgin hareketleriyle depoya doğru hızlıca yürüdük. hemen elimdeki poşeti çöpe attım ve fevzi’nin beni takip etmesi için depodan çıkıp tuvalete doğru yürüdüm. fevzi arkamdan geldi. ellerimizi hiç konuşmadan bileklere kadar köpürte köpürte yıkadık. artık çok daha büyük bir problemle karşı karşıyaydık.

    cellat osman’a haber verme zamanı gelmişti. birlikte housekeeping ofisine gittik ve durumu anlattık. cellat osman’a ulaşacaklarını belirtip bizi havuz başına geri gönderdiler. fevzi ile çocuk havuzunun boka bulanmış rengine uzun uzun baktık. bazı partiküller suyun içinde yüzüyordu, bazıları ise havuzun dibine çökmüştü. cellat osman ilk defa bu denli ‘ne yapacağını bilmez’ halde olay mahalline teşrif etti. bir süre genzinden homurtulu sesler çıkartarak havuzun içine baktı. onu bu denli ne yapacağını bilmez halde görmek beni ve fevzi’yi içten içe mutlu ediyordu ancak bunu belli etmeden durumu sahiplenen bir tavır sergiliyorduk. cellat osman bu mevzunun kendini aştığını düşündü ki telefonuna sarıldı ve ilk önce kendi müdürüne, sonra otelin teknik müdürüne, sonra da güvenlik müdürüne haber verdi. ‘’burdan bir yere ayrılmayın ve havuzu kullanmak isteyen olursa engel olun’’ dedi ve gitti. yine fevziyle baş başa kaldık. ikimiz de birbirimizi umursamayan ses tonlarıyla kıvrak zeka ürünü olmayan kötü şakalar içeren bir sohbete koyulduk.
    + olum şimdi bu münch’ün oğlu gelse dese ki ben havuza giricem... yemin ediyorum engel olmam, bırakırım kendi bokunda yüzsün puşt herif. başımıza açtığı işe bak.
    dedi fevzi. stajın bitmesine 15 gün kalmıştı. o dakikaya kadar fevzi’nin üzerinde plan yaptığı en önemli konu havanın bozuk olduğu günlerde tuvalet temizliğine verilmeyecek şekilde bu 15 günü tamamlamaktı. soğuk şakaların olduğu diyalog esnasında bir ara fevzi havuza düşen büyük cisimleri almak için kullandığımız uzun saplı fileyle partikülleri süzdürmek suretiyle temizleme fikrini dahi ortaya attı. ‘’akvaryum mu temizliyorsun fevzi, saçmalama’’ dedim şaka yapmaya çalıştığını bilerek ve şaka yapmaya çalıştığını bildiğimi belli etmeye çalışarak. 20 dakika sonra cellat osman, ben, fevzi ve 3 departman müdürü çocuk havuzunun başında büyük bir akvaryuma bakar gibi bok partiküllerini izlemeye başladık. oğlanın annesi çocuğa domatesli bir şeyler yedirmişti zira yakından bakıldığında suyun üzerine çıkan domates çekirdeklerini görebiliyorduk. 17 yaşımdaydım, arkadaşlarım o lüks otelin havuzunda güneşlenerek staj yaptığımı düşünüyordu, berna ile henüz hiç konuşamamıştım, bir süre gülümseyerek tuvalet temizledikten sonra ünlülerin rafine dert ve zevklerden oluşan hayatlarına kıyısından dahil olacağım havuzda havlu dağıtmıştım ve şimdi de markus münch’ün oğlunun bokundaki domates çekirdeklerini yanımda kör talihim fevzi, 3 departman müdürü ve bir de cellat osman’la izlemeye koyulmuştum. hülasa o gün çocuk havuzu komple kapatıldı. devir daim pompası kesilip havuz suyunun boşaltılması sağlandı. cellat osman benim ve fevzi’nin çok iyi tahmin edeceği üzere ‘’bugün bu iş sonlanmadan paydos yok’’ diye ültimatomu hemen araya sıkıştırdı. suyun komple boşalması zaman aldı tabii. aynı havuz problemlerindeki gibi. su boşaldıktan sonra cellat osman’ın getirdiği özel kimyasallarla, fevzi’nin sürekli şakasını yaptığı letoon on, çok çok iyi ayakkabıları ve çorapları çıkartıp çocuk havuzunun içine girip gerekli dezenfeksiyon işlemlerini yapmaya başladık. bir anda otelin havuzu gören tüm odalarından bizi izliyorlarmış gibi hissettim kendimi. o yaz sıraselviler’deki masaj salonu hadisesinin dışında, hayatın şirazesinden çıkmasıyla ilgili yapılan tüm planlar gerçekliğe kavuşamadan geçerliliğini yitirdi. nedenini sonradan ne fevzi’nin ne de benim tam yorumlayamadığımız şekilde 1 eylül 1999 tarihinde markus münch’ün oğlunun çocuk havuzuna sıçması çok özel olayların yaşanmadığı ama yolunda gitmeyen her hangi bir şeyin de olmadığı 1999 yaz stajını bir anda bom bok hale getirdi. fevzi’de konuyu doğru yönetememiş olmanın mahcubiyeti vardı ancak bunu paylaşmıyordu. ben kurduğum sıradışı şeyler yaşama hayalleriyle gerçekleşen sıradışı mevzuu arasındaki farka inanamıyor bunun üzüntüsü ve öfkesiyle içi içimi yiyordum.

    o gün havuzu eski haline getirene kadar çalıştık. akşam yemeğini de normalde sabah vardiyasında çalışanların yemesi yasak olduğu halde otelde yedik. fevzi adeta bugün yaşananların acısını çıkartmak istercesine çok yemek yedi. üzerine de yine 10 adet muzu çarli gibi yuttu. neden bilmiyorum markus münch’ün havuza sıçan oğlunun bokunu temizlediğimiz günden sonra kalan 15 günde hiç bir şey eskisi gibi olmadı. berna dahi çekiciliğini bir miktar yitirdi. sıraselviler’deki masaj salonu unutuldu. fevzi diğer bölümlerden sohbet halinde olduğu abilerden uzaklaşmaya başladı. kahvaltı servisinde çalışan başka lisenin stajyeri olan kızla mola saatini denk getirmek için plan yapmaktan vazgeçti. istabul’a sonbahar geliyordu. havuz yine teoman şarkısı mırıldandır bir görüntüye büründü. sonraki günlerde yağmurlu bir çok gün olmasına rağmen cellat osman bizi tuvalet temizliğinde kullanmak için musallat olmadı. markus münch’ün oğlunun havuza sıçması yeni bir dönemin başlangıcı oldu adeta. demir kırat belgeseli sunan mehmet ali birand için yeni hikaye fırsatı doğmuş gibi bir atmosfer oluştu. staj bitti.
    15 günlük bir tatilin ardından okula döndüğümüz ilk gün fevzi’yi basketbol sahasının kenarında birikmiş bize yakın adamlara sıraselviler’deki masaj salonunu anlatırken buldum. beni görünce ‘’hehh geldi benim ortak’’ diye gevrek gevrek gülerek ‘’anlatsana olum sen de’’ diye beniz zorlamaya başladı. ben ise markus münch’ün oğlunun havuza sıçışından bahsetmek istiyordum ancak fevzi’nin bu konunun gündeme gelmesini istemediğini anladım ve çok üstelemeden vazgeçtim. günün son iki dersi mesleki eğitim derslerinden biriydi. sürekli tuvalette sigara içen öğrencilere operasyon yaptığı için lakabı narkotik olan celal hoca sınıfa girdi. ‘’anlatın bakalım, nasıl geçti stajlar’’ dedi. elimizde anlatabileceğimiz, belki de anlatmak istediğimiz ama asla anlatamayacağımız birer hiakye vardı. fevzi sıraselviler’deki masaj salonunu anlatmak istiyordu ancak narkotik celal’in dersinden bunu yapması imkansızdı. ben markus münch’ün oğlunun çocuk havuzuna sıçış hikayesini anlatmak istiyordum ancak hem fevzi buna direnç gösteriyor diye hem de aynı travma ile tekrardan yüzleşmekten korktuğum için bundan imtina ediyordum. aynı anda hikayeyi haykırma iç güdüme de engel olamıyordum. bir kaç sulu tipleme gevşek staj anılarını anlattıktan sonra söz alıp ayağa kalktım ve fevzi’ye son bir defa daha bakıp ‘’hocam biz fevzi ile aynı otelde staj yaptık, çok dolu ve öğretici bir 6 ay geçirdik. ancak spekteküler bir anımız yok’’ deyip oturdum. oturduktan sonra fevzi’ye mırıldanarak ‘’oğlum ben münch’ün çocuk havuzuna sıçan oğlunun hikayesini yazarım sen de sıraselviler’deki masaj salonunun hikayesini yazacaksın’’ dedim. gülüştük.
    üzerinden 20 sene geçtikten sonra fevzi'nin kaleminin kağıtta bıraktığı sessizliklerini duyarak bu anıyı paylaşıyorum. belki de fevzi başka bir dünyada masaj salonunun hikayesini anlatıyordur, belki de yazıyordur.

    ---------------------------------------------------------------------------------------------------

    fevzi sıraselviler'deki masaj salonu ile ilgili konuşurken beni ikna etme amacı taşıdığından son derece emin olduğum ''ne kadar rezil olursak o kadar iyi'' örneği üzerinden gitmeseydi, bu denli kolay ikna olur muydum? bence olurdum. belki fevzi hiç bir şey demeden ''bir masaj salonu buldum, yarın senle oraya gidiyoruz'' deseydi de üzerinden hikayenin bir bölümünü yazacak kadar lakırdı çıkarmadan da uyum sağlayabilirdim. çünkü fevzi'nin getirdiği ve içinde masaj salonu ifadesi geçen bir öneri üzerinde harici bir pazarlama çalışmasına gerek kalmayacak kadar çekicidir. muzun fevzi'ye çekici gelmesi için ekstra bir tanıtıma gerek yoktur gibi. bence fevzi muzu bırakın tatmayı, 21 yaşında ilk defa görse dahi sanki 30 yıldır iştahla yiyiyormuşçasına yumulurdu meyveye. bizim için de masaj salonu ile ilgili durum bir miktar böyleydi. bir odada sonucunun ne olacağından mevzu sonlanana kadar son derece emin olduğumuz, bir kadın masöz ile baş başa kalma fikrinin ekstradan bir reklama ihtiyacı hiç yoktu.

    perşembe günü otelden çıktıktan sonra sanki bir sonraki güne hazırlık yapmak istermişçesine bir kararlılıkla 28t'nin kalkış noktasına kendimizden emin ama heyecanlı adımlarla yürümeye başladık. yarın cuma'ydı. ben ve fevzi izinliydik. ve masaj salonuna gitmeye karar vermiştik. ancak karar verdiğimiz günden sonra bu konuyla ilgili hiç konuşmamıştık. bir şekilde yarın ne yapacağımızla ilgili konuşmamız gerekiyordu. bir ara 28t'ye doğru yürürken fevzi'nin, yarın sıraselvilerde'ki masaj salonuna gidecek olmamız mevzuunu çok da sıradışı bulmuyor ve bu durum için tüm soğukkanlılığını koruyor olmasını, yazlıktaki şişme botta sedef'le bir tık daha cinsel deneyime yakın bir şeyler yaşamış olmasına bağladım ve fevzi'yi inanılmaz kıskandım. ve tabiri caizse onun da yarınla ilgili planlar yaptığının belirteci olacak bir hareketini beklemeye başladım. fevzi'nin bu tip durumlardaki soğukkanlılığı ve plansızlığı kaygı ve tedirginliği birlikte getirirdi. ancak bu durum yine çok uzun sürmedi. fevzi'nin yine demokrasi tarihine geçecek sözlerinden biri 28t'ye binmek için beklediğimiz durakta yankılandı:

    - yak bi tane!

    fevzi yandan bol cepli kargo pantolonunun cebinden bir paket kırmızı kısa marlboro sigarası ve zippo çakmak çıkardı. hoşuma gittiğini itiraf etmek zorunda olduğum tedirgin el hareketleriyle bir adet sigarayı kutudan yarım çekip, kutuyu bana doğru uzatıp ''yak bir tane'' dedi. çok kısa bir flashback ile okulun erkekler tuvaletine gittim. ne ben ne de fevzi, okulun erkekler tuvaletinde sigara içen normalin bir tık üzerinde serserilik seviyesine sahip eray, ilker, gürkan, bora, vural gibi isimleri olan çocukların olduğu gruba dahil olmamıştık. aksine fevzi'nin sigarayı değersiz bulan, öğle teneffüslerinde kravatını gömleğinin içine sokmak suretiyle masa tenisi oynayan, voleybola meraklı kız gruplarına yakınlaşmaya çalışan hallerini hatırlarım. bu zippo çakmak ve kısa marlboro mutlak suretle bir kurgunun parçasıydı. böyle olduğuna o an hemen oracıkta inanıp, sıraselviler'deki masaj salonunda her şeyin daha yolunda gitmesi için fevzi'nin plan yapmış olmasına hem sevindim hem de bu planlılığın bir parçası olarak sigara mevzuunu kendi içimde kabul edilebilir hale getirdim. tedirgin ama kararlı bir el hareketiyle fevzi'nin uzattığı kutunun ucunda duran dışa dönük sigara dalını çekip ağzıma götürüp götürmeme kararsızlığını bir an yaşadıktan sonra zaman kazanabilmek için sigaralı elimi pantolon cebimin hizasına götürdüm ve beklemeye başladım. fevzi muhteşem bir oyunculukla kutudan çektiği sigarayı kıvrak bir hareketle ağzına götürdü, sigara kutusunu kapatıp şortunun yan cebine koyduktan sonra zippo çakmağı eline aldı. ancak bu aşamada hiç planlamadığı bir şey oldu. planlamadığının farkında değildi, planlamadığını ikimizin de o an fark ettiği aşikardı. zippo çakmak kullanımı bir miktar artistik hareketler isteyen bir süreçti. eğer fevzi kısa marlboro sigarası ve zippo çakmakla masaj salonunda ''bizim yaşımız küçük değil'' imajı oluşturmak niyetindeyse, zippoyu doğru kullanamama durumu benim ve fevzi'nin birer muhallebi çocuğu olduğumuzu ele veren bir unsur olarak karşımıza çıkabilirdi. fevzi bir muhallebi çocuğu olsaydı görsel olarak kesinlikle çikolatalı, içerik olarak mutlak suretle muzlu muhallebi olurdu. benim ''zippo mevzuundan vazgeçmemiz gerekir'' dememe gerek kalmadan kıvrak bir yalanla ''ben yarın bunu yanıma almayayım, özgür abiden aldım, kaybolursa sıçar ağzıma'' dedi , kendi sigarasını yaktı ve benimkini de yakmak için zippoyu bana doğru uzattı. iki dakika sonra 28t durağında, bir sonraki gün gidecekleri masaj salonunda piyastos olmamak için sigara ile talim yapan ve berna ile henüz hiç konuşamamış, münch'ün oğlunun sıçtığı havuza doluyken hiç girememiş bir adet ben bir adet de çikolatalı muhallebi fevzi, bir balonun havaya bırakılması sessizliğiyle, bir un çuvalının yere düşme sessizliğiyle duruyorduk.

    fevzi'nin yarınla ilgili planın konuşulması adına attığı sigara adımı oldukça önemliydi. bu adım onun da bu konuyla ilgili kaygılı ve heyecanlı olduğunu gösteriyordu ki bu beni hem bir miktar daha müsterih hale getirirken aynı zamanda daha çocuksu bir heyecanla doluşmamı sağladı. artık yarın ile ilgili işin pratik boyutuyla alakalı konuşma vakti gelmişti. az önce dolu giden ve sigara talimi yapmak için binmediğimiz 28t'nin yerine yenisi geldi. biletlerimizi attıktan sonra fevzi her zamanki gibi pasosunu çıkartıp öğrenci bileti atıyor olmamızı zerre umursamayan şoförün gözüne doğru uzattı. adam umursamaz tavır sergilediğinde fevzi pasoyu daha uzun gösterirdi. yine böyle oldu. arkaya doğru ilerlerken oturulacak koltuğu seçme konusunda ''tekerin üzerine oturma'' uyarısı da otobüse binmiş bir fevzi klasiğiydi. otobüste asla gidiş yönünün aksi istikametindeki koltuklara ve tekerleğin hizasına tekabül eden koltuklara oturmazdı fevzi. ben de onun bu isteğinin dayandığı temeli çok irdelemeden, 17 yaş erkek çocuğu pervasızlığına bürünmeden, fevzi'yi kategorize etmeden fevzi'nin kurallarını ihlal etmeyen en uygun koltuğu bulur ve oturmaya çalışırdım. yine böyle yaptık. kaçta masaj salonunda olmalıydık. yarın günlerden cumaydı. ilk konuşulması gerek kısım çok belliydi, ve konuşuldu da:

    - kaçta gidicez?
    + bilmem, öğlen gidelim işte.
    - yarın cuma. cuma saati mi gidicez?
    + cuma kadınlara farz değil. farz olsa bile masözlerin cuma namazına gideceklerini düşünmüyorum. sonra kazasını kılarlar.
    - cumanın kazası yok ki.
    + doğru. biz gitmeyecek miyiz cuma'ya?
    - akşamına muhteşem günahlar işleyeceğin bir cuma namazı mı kılmak istiyorsun?
    + cumadan sonra masaj salonunda her şeyin yolunda gitmesi için dua etmek istiyorum sanırım.
    - içki içmeden mi gidicez?
    + o nerden çıktı şimdi?
    - biraz rahatlarız diye dedim.
    + o zaman dıgıl birahanesinde ikişer bira içeriz.
    - ya tam masaj sırasında çok çişimiz gelirse.
    + tam masaj anında bir anda mı gelicek çişimiz?
    - ne biliym oğlum işte. ihtimal olarak söylüyorum.

    yukarıdaki diyalogta kimin fevzi olduğu kararını okucuya bırakıp hikayeme geri dönüyorum. öğleden sonra 14:30'da orada olacak şekilde, öncesinde içki içme ve cuma namazı sonrası sıraselvilerde'ki masaj salonunda her şeyin yolunda gitmesi için dua etme fikrinden vazgeçerek planlama yaptık. saat bir 13:30'da otobüs durağında buluşmak için sözleştik. ben ne fevzi'den önce ne de fevzi'den sonra geç kalmayı, uyuya kalmayı başaramamış ve bu geç kalma hallerinin telaşlılığının kişi üzerinde oluşturduğu çekiciliği hiç tadamamış aşırı temkinli kişi olarak saat 12:30'da otobüs durağında fevzi'yi beklemeye başladım. fevzi ne benden önce ne de benden sonra geç problemini çözememiş, uyuya kalma sorunuyla başa çıkamamış ve bu geç kalma hallerinin telaşlılığının üzerinde oluşturduğu çekicilik hallerini dibine kadar yaşamış aşırı rahat kişi olarak saat 13:50'de otobüs durağına teşrif etti. fevzi'nin gündem bu kadar yoğun ve özelken buluşma saatine geç kalacak kadar uyuya kalabilmesine hem özenmiştim hem de onun bu rahat halleri sebebiyle bir miktar öfkeliydim. ancak keyif kaçırıcı tavırlardan uzak durma iç güdüsüyle öfkemi belli etmedim. fevzi'nin durağa giriş yapmasıyla birlikte bambaşka bir gündem oluştu. giyim tarzlarımız. fevzi'nin bu tip özel olarak adlandırılabilecek günler için her zaman sotede sakladığı, fransa'da işçi olarak çalışan dayısının hediye ettiği, sarı bir lacoste tişörtü vardı. kavruk tenine geçirdiği sarı lacoste tişörtüyle, dönemin popüler takımı istanbulspor'un vasat ön liberosu alioum saidou gibi olmuştu. otelde beyazlar içinde beşiktaşlı madida gibi süzülen fevzi bu defa sarı lacoste tişörtüyle istanbulspor'un uvertür yabancı oyuncusu gibi otobüse binmek üzereydi. şık sayılabilecek gibi giyinmişti ancak ikimizin de üzerinde konuşamadığı tedirginliğin sebebi buydu. masaj salonunda kendimizi beğendirmenin bir faydası olur muydu? hiç sanmıyorum. hatta kıymet verdikleri kıyafetleri giymiş gibi gözükmek daha kolay ütülebilecek 17'li yaşlarda iki genç olarak görülmemize sebep olur muydu? kuvvetle muhtemel. fevzi'nin lacoste tişörtü macera arayan zengin çocuğu gibi gözükmemize sebep olup zor duruma düşmemize sebep olur muydu? bilmiyorum. fevzi sanki içimden geçirdiğim soruları duymuşçasına, konuyu kafamızdan atmamızı sağlamak adına rahatlatıcı bir tavırla ''zaten içeri girip hemen soyunucaz, peştamal veriyorlarmış'' dedi. sükut ikrardandı. sükut ettim. başka çarem var mıydı ki?

    fevzi'nin otobüs koltuğu prensiplerine uygun yan yana oturabileceğimiz ikili koltuk bulamadığımız için en arkada dikilmeye başladık. otobüs vefa'daki su kemerinin altından geçerken taksime yaklaşıyor olmanın heyecanını bir kat daha fazla hissettiğimi hatırlıyorum. otobüse bindiğimiz dakika itibarı ile sessizliğini hiç bozmadan otobüs camından dışarı bakarak yolculuğa devam eden fevzi yine kafasını bana çevirmeden ''night nurses'' dedi. ben tepki vermedim. night nurses fevzi ile birlikte izlediğimiz ilk gerçek porno filmiydi. neden bir anda bu filmden bahsetmek istemişti? kendi heyecanını yatıştırmaya çalışıyorken benim heyecanlı olup olmadığımı mı anlamaya çalışıyordu? benden tepki alamayınca bu defa kafasını ani bir hareketle bana çevirip ''hatırladın mı night nurses filmini'' diye sordu. unutmama imkan var mıydı ki? sadece turizm otelcilik lisesi öğrencilerinin bildiği bir servis ve bar kitabı vardır. m.e.b tarafından hazırlanmıştır, yaklaşık 1000 sayfadır ve 3 sene boyunca servis derslerinde aynı kitap okutulur. saman kağıttan olduğu için oldukça esnek olan bu kitap lise 1. sınıf boyunca fevzi ve bana, night nurses filminin cd'sini arasına koymak suretiyle koruma kalkanı olarak görev yapmıştır. cd'nin el değiştirdiği herkes onun servis ve bar kitabı arasında geldiğini bilir, teslimat aşamasında hiç sorgulamadan uzatılan kalın kitabı alıp eve gidene kadar hiç açmaz, eve gidince de ani bir sayfa karıştırma hareketiyle cd'yi bulurdu. kitap sayfları saman kağıttan olduğu için ilk defa porno izleyecek olanlar, sayfaları karıştırma esnasında aceleci ve heyecanlı davranıp mutlak suretle bir kaç sayfayı yırtarlardı. night nurses ile ilgili kısa ancak tebessümsüz sohbetin sonuna geldiğimizde otobüs tarlabaşı bulvarı'nı tırmanır durumdaydı. fevzi her zamanki ''tarlabaşı al maaşı'' şakasını bu defa gözüme gözüme sokmadan yaptı. onu tanıdığım ilk günden beri tarlabaşı'ndan her geçişimizde aynı şakayı duyuyordum. ne ben ''yeter, sıkıldım'' dedim ne de o bu şakadan bıkıp yapmaktan vazgeçti. şakanın kalitesinden çok, fevzi'nin şakanın komikliğine inanışındaki saflığa önem veriyordum belki de. fevzi ''yumurtayı sahanda mı yersin deplasmanda mı yersin'' şakasını yapıp kahkahalarla güldüğünde ben de ona eşlik ederdim. fevzi şakayı beğendiğimi düşünürdü. halbuki ben şakaya değil, fevzi'nin mizahla ilgili kanaatkarlığına hayran olup neşelenirdim. ama gerçek gülme sebebi mi de anlatıp fevzi'yi kırmazdım. o da beni kırmazdı. ben ona salak şakalar yapabilme özgürlüğünü veriyordum. o da bana kafamı yeteri kadar çalıştırmaya üşendiğim zamanlarda zekasıyla arka çıkıyordu. sorgusuz. birbirimizi sevmek için sebep aramıyorduk. uygulamalı bir arkadaşlığımız vardı.

    otobüs meydanın paralelindeki son durağa yanaştı. inmeden önce birbirimize kaçamak birer bakış attık. sonra kararlı adımlarla en arka kapıdan kendimizi tahliye ettik. fevzi'nin otelde samimi olduğu abilerle daha önce masaj salonuna gelmiş olabileceği ile ilgili başından beri şüpheleniyordum. ancak bunu ona hiç sormadım. böyle bir şey olsa benle mutlaka paylaşırdı şeklinde inandırdım kendimi, pişman da değilim. kızılkayalar'ın önünden geçip sıraselviler caddesine giriş yaptık. fevzi masaj solununun yeriyle ilgili tarifi bir dükkan karşısındaki sokaktan girilmesi üzerinden almıştı. sıraselviler caddesine girdikten sonra ''fotoğrafçının karşısındaki sokaktan girince hemen solda'' şeklinde mırıldandı ve kafa işaretiyle bana fotoğraf stüdyosunu gösterdi. stüdyonun karşısına tekabül eden sokağa girdik, 50 metre yürüdükten sonra gölge oyunu filmindeki rüya pavyon'un girişini andıran ''masaj salonu'' yazılı dükkanla karşı karşıya kaldık. ancak daha önce planlanmamış bir şekilde, son derece gayri ihtiyari masaj salonu yazan dükkanın karşı kaldırımından konuyla hiç alakamız yokmuşçasına geçip gittik. 100 metre daha konuşmadan yürüdükten sonra, yine öncede kararlaştırmışız gibi bir anda durduk. masaj salonuyla karşılaştıktan sonraki ilk deneme tam bir başarısızlıktı. kapıdan içeri girecek cesareti toplayamamıştık. fevzi de ben de istemsiz olarak ikimizden birinin dükkana doğru yönelmesini beklemiştik ancak ikimiz de buna cesaret edememiştik. kapıdan gözüken küçük resepsiyon bankosunun içinde sadece bıyıkları ve keli gözüken orta yaşlı adamın görselindeki ürpertici hava zaten kararsız ola beni fevzi'yi iyice tedirgin etmişti. resepsiyon bankosundaki adam rahmetli boran kaya'nın sunduğu iner misin çıkar mısın yarışmasına komedi showu dalında katılan orta yaşlı adamlara benziyordu. stüdyodaki izleyici tarafından hiç alkışlanmadığı için platform yerin dibini boylamıştı ve adamın sadece keli ve bıyıkları gözüküyor gibiydi. resepsiyon bankosu o dibe giden platform, keli ve bıyığı gözüken amca da iner misin çıkar mısın yarışmasındaki yarışmacıydı. ben ve fevzi alkışlamaya hazırdık ama stüdyoya giremiyorduk ki. ''bana bak artık dönmek yok, bu sefer pat diye dalıcaz içeri ona göre'' dedi, ben de kararlı bir ses tonuyla tamam dedim. geri dönüp yine masaj salonuna doğru yürümeye başladık. tam salonun önüne gelmiştik ve içeri girecektik ki, resepsiyondaki adama ödeme yapmakta olan iki adet sinek kaydı sakal tıraşlı, bıyıklı, saçlarına fön çekilmiş, pileli pantolon üzerine bol kısa gömlek giymiş, beyaz çoraplı, hafif sivri burun yumurta topuklu ayakkabıları, altın künyeleri olan iki adamla karşı karşıya kaldık. resepsiyonistin bizim farkımıza varıp varmadığını anlamadan tekrar sıraselviler caddesi istikametine doğru yürümeye başladık. ikinci deneme de başarısız olmuştu. fevzi durumumuzun çok dikkat çektiğini düşünmüş olacak ki dümeni istiklal caddesine kırmıştı. planının biraz istiklal'de dolanıp zaman geçirdikten sonra daha kararlı bir şekilde salona gitmek olduğunu anladım. istiklal caddesine yönelmeden önce ıslak hamburger yiyelim diye sorduğumda fevzi ilk önce tamam dese de kızılkayalar'a girdiğimizde ıslak yerine pide arası dönere dönüş yapmamızı tavsiye etti. fevzi masaj salonunda sarımsak kokmak istemiyordu. istiklal'deki oyun salonunun önünden geçerken fevzi ''çekelim mi bir otuz sayı'' dedi. bu bizim 3 top bilardo düellosu daveti için kendimize ait jargonumuzdu. fevzi'yi bilardoda yenmek çok keyifliydi. bilgisayar oyunlarında benden çok daha başarılı olmasına rağmen bilardo konusunda bir türlü istediği noktaya gelemiyor, bu onu beni bilardoda yenme konusunda daha hırslı hale getiriyordu. bilardodaki halleri ingilizce konusundaki çaresiz ve utangaç hallerine çok benzerdi. oyundaki hırslı halleri beni hem eğlendirir hem de fevzi'nin geleceği ile adını koyamadığım bir kaygılanma sürecine dahil olmama sebep olurdu. oyun salonundan içeri girip üst kattaki bilardo salonuna doğru yönelirken fevzi miss world 96 oyununu gördü. yüzünden şapşal bir tebessümle bana bakıp yine arkadaşlığımızın hezeyanlarla dolu tarihine geçecek bir cümle kurdu:

    + günün anlam ve ehemmiyetine binaen miss world 96 oynayalım!!

    atari salonu müdavimlerinin iyi bileceği üzere miss world 96 nude bir kadın soyma oyunuydu. örümcekten kaçarak kadının kapalı yerlerini soymak suretiyle oynanırdı ve iyi derece yakalanması halinde daha pornografik bir kadın fotoğrafı bonus olarak sunulurdu. fevzi bu oyunu oynayarak içinde bulunduğumuz durumu daha eğlenceli hale getirmek istiyordu. 5 adet jeton alıp oynamaya başladı. sanki masaj salonuna girdikten sonra yapacaklarıyla ilgili alıştırma yapıyor gibi bir havaya büründü. bu mizahı kaliteli bulmasam da fevzi'nin üzerimizdeki baskıyı azaltmak için durumu eğlenceli hale getirmeye çalışıyor olmasını takdir ettim. bilgisayar ve atari oyunlarında son derece başarılı olan fevzi iki jetonla perfect yapıp bonusu aldı. kalan 3 jetonla kick off'ta kapıştıktan sonra bilardo oynamadan oyun salonundan çıkıp biraz daha gevşemiş bir şekilde sıraselviler caddesine doğru yürümeye başladık. bu defa ikimizde de en ufak bir tedirginlik belirtisi dahi yoktu. yıllardır girip çıktığımız bir mekana gidermişçesine bir müdavimlik hissiyle ama yine hiç konuşmadan hızlı hızlı yürüdük. sokağa girdik. masaj salonunun rüya pavyon'un tabelasına benzeyen giriş kapısından aynı anda geçtik. artık resepsiyon bankosunun ardından sadece keli, kalın kaşları, sıradan kahverengi gözleri, özel bir anlam ifade etmeyen burnu ve bıyıkları gözüken adamla karşı karşıyaydık.

    seyfi doğanay

    resepsiyon bankosunun hemen ardındaki iki kaset bölmeli küçük arçelik teypte seyfi doğanay'dan ''kimsesizler ülkesine'' adlı parça çalıyordu. bu seyfi doğanay'ın 1994'te çıkan gariban albümünün en hit parçalarından biriydi. seyfi doğanay ile ilk defa dayımın kumkapı'daki restoranında tanışmıştım. restoranın bulaşıkhanesinde çalışan ''maraşlı'' yine masaj salonundakine benzer minik bir teypte kumkapı'daki restoranın izbe mutfağında seyfi doğanay dinlerdi. ne maraşlı'nın ne de dinlediği arabesk şarkıcısının adını kimse bilmezdi. mutfakta bir maraşlı bir de maraşlı'nın küçük teybinde çalan dertli şarkılar vardı. kimse ''ya hu maraşlı senin gerçek adın nedir'', ya da ''ya hu maraşlı bu dinlediğin adam kim'' diye sorma gereği duymuyordu. maraşlı'nın dinlediği, vokalinin sesi derin dertli arabesk müzik, mutfakta kısa vakit geçiren komi ve garsonlar için bir fon müziği halini almıştı. izbe bir mutfak, derdinin tam olarak ne olduğu asla bilinmeyen ve önemsenmeyen ancak dertli olduğundan son derece emin olunan bir bulaşıkçı, üzeri yağ bağlamış minik bir teyp, bir de onun sürekli dinlediği uvertür arabesk şarkıcı. kimse için yadırganacak bir durum yoktu. herkes bu duruma müthiş bir kanıksama ile yaklaşıyordu. bir gün ''bu dinlediğin adamın adı nedir maraşlı'' diye sorduğumda, maraşlı'nın bir miktar huzursuzlanıp çemkirircesine cevap vermek istememesini yıllardır içinde bulunduğu rutinin dışına çıkmayla ilgili yaşadığı korkuya bağlıyorum. huzursuzlanmanın ardından son derece nafi bir sesle ''seyfi doğanay'' deyişini dün gibi hatırlarım. seyfi doğanay arabeski köyden kente sadece bedenen göçüp ruhunu memleketinde bırakanlar için yoğun dram içeren bir türdür. dinleyici kitlesi her zaman diğer halk müziği ve arabesk şarkıcılarınkinden farklı olmuştur. içinde bulunduğumuz kare - fevzi, masaj salonunun resepsiyonisti, ben ve seyfi doğanay - dışarıdan bakıldığında sıradışı şeylerin yaşanabileceği ile ilgili önemli sinyaller veriyordu.

    evet, gençler hoş geldiniz.

    yine gençler hitabı içeren bir giriş. benim de fevzi'nin de cellat osmanı hatırlamamamız için hiç bir sebep yoktu. bu ''gençler'' hitabı içeren girişin fevzi'nin ve benim üzerimde adını hiç koymadığımız bir kısa tedirginlik oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. resepsiyonda giriş işlemleri için geçirdiğimiz 10 dakikada tam olarak neler yaşandığını yeteri kadar iyi hatırlayamayacak derecede gergin olduğumu çok net hatırlıyorum. bir de fevzi'nin biraz cesaretlendikten sonra kendini rahat hissettiğini belirten bir tavır takınmak adına resepsiyonist giriş ücretini söyledikten sonra ''öğrenci indirimi'' var mı şakası yaptığını ve adamın hiç bir tepki vermediğini hatırlıyorum. eğer resepsiyonist minicik bir şakaya karşılık verme tepkisi gösterseydi, fevzi'nin bir sonraki şaka hamlesi olarak resepsiyoniste pasosunu göstereceğinden emindim. göster fevzi, herkese pasonu göster. istanbul'un bütün iett şoförleri, masaj salonu resepsiyonistleri, pavyon fedaileri senin öğrenci pasonu görsün fevzi. namın yürüsün, nur ol fevzi...

    15 dakika sonra ben ve fevzi ayağımızda açık mavi vinlex tuvalet terliği, edep yerlerimiz peştamale sarılmış halde bekleme salonunda oturur halde bulduk kendimizi. o peştamaldeki ve masaj salonundaki mavi vinlex terliğin ihtiva ettiği mantar ve zührevi hastalıkları düşündüğümde bugün dahi anksiyete ve obsesyon krizleri geçiririm. bir de o gün o peştamali nasıl hevesle sarındığımı ve terliği ayağıma ne kadar tereddütsüz geçirdiğimi hatırlıyorum, çok değişik. içinde bulunulan mekanı bir masaj salonu olarak adlandırmak çok olası değildi. soyunma odası olarak kullanılan kısımda dolaplar yoktu. bir tahta sıranın üzerinde duvara çivilenmiş askılar vardı. herkes orada orada soyunup eşyalarını bu askılara asıyordu. bu durum fevzi'yi tedirgin etmişti. sarı lacoste tişörtünü muntazaman katlayıp askıya astığı pantolonunun bir ayağından içeri sokarak sakladı. fevzi'nin kendi içinde bu tip güvenlik önlemleri hep vardı. cuma namazına gittiğimiz zaman da ayakkabısını caminin en zor ulaşılır ayakkabılıklarından birine koyup çalınma riskini minimize etmeye çalışırdı. ben bu önlemlerini faydasız bulurdum ancak yine de temkinliğinden dolayı fevzi ile birlikteyken kendimi güvende hissederdim. kapıda ödediğimiz rakamın sonrasında cebimde sadece bir adet iett bileti ve bir önceki gün havuzda bir misafirin havlusunu şezlonguna sermek karşılığında aldığım 20 mark bahşiş kalmıştı. içerde masaj ritüelini gerçekleştirecek olan kadına bahşiş verme zorunluluğunun üzerinde uzun uzun durmuştu fevzi. otelde samimi olduğu abilerden aldığı tüyoların en önemli bulduklarının üzerinde daha hassasiyetle durmaya çalışıyordu. 20 mark benim gözümde iyi paraydı. zaten iyi ya da kötü olmasından bağımsız bir çaresizlik durumu söz konusuydu. bir ara 20 marklık bahşişin üzerine öğrenci biletimi de eklesem diye düşündüm. sonra eve yürüyerek dönmek zorunda kalacağım aklıma gelince bu fikirden vazgeçtim. fevzi ile paralel şartlara sahip olduğumuzdan emin olmalıydım. fevzi iett bileti konusunda çok derli topluydu, aylık kullanacağı miktarı o ayın başında alırdı. bu yüzden benden çok daha fazla bileti vardı. kapıda ödediğimiz rakamın ardından fevzi'nin cebinde kalan para 50 milyon liraydı. o an 50 milyon bahşiş vermeyi 20 mark bahşiş verme fikrinden daha çekici buldum. bahşişi vereceğim masöz hanım efendinin bu ikisinin hemen hemen aynı para olduğunu anlamamasından ve sürecin sabote olmasından endişe ettim. ancak üzerinde de çok durmadım.

    yine yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. ve fevzi bunu beden diliyle, surat ifadesiyle adeta haykırıyor gibiydi. masaj salonu çok kalabalık değildi. ancak var olan bir kaç kişi de bornoz giyiyorlardı. bornozların hiç biri tek örnek değildi. farklı desen ve kalitelerde bornozlu adamlar, evlerindeymişçesine rahat tavırlarla dolaşıyolardı. içeride bir müdavim barı havası vardı. müdavim barının barmeni sürekli cuba libre hazırladığı cemal bey ile karşılaştığı zaman samimi tebessüm ile ve aynı oranda rahatlıkla sohbete koyulurdu ya hani, burda da bornozlu adamları yıllardır aynı adamlara masaj yapar gibi aşina tavırlarla karşılayan kadınlar görüyorduk. ben ve fevzi bu herkesin birbirini tanıdığı ortamın istenmeyen tüyü gibi bekleme salonunda çaresiz oturuyorduk. üstelik üniformamız da diğerlerinden farklıydı. herkes kalın ve yumuşak havlulu bornozların konforuyla yaşarken ben ve fevzi edep yerlerimizi saran peştamal ve mantarlı vinlex terlik ile yaşam mücadelesi verir gibiydik. geç gidilen misafirlikte hali hazırda kaynaşmış diğer çocukların oyun ortamına dahil olamayan çocuk gibi oturuyorduk bekleme salonunda. bekleme salonunun 37 ekran televizyonunda deli yürek dizisinin ilk sezonunun tekrar bölümleri oynuyordu. her şey o kadar karışıktı ki, bornozlu adamlar, seyfi doğanay, miss world 96, mark, tl, öğrenci bileti, ıslak hambuger, tarlabaşı, fevzi, maraşlı... hepsi yetmezmiş gibi bir de üstüne yusuf miroğlu. allahım, savruluyoruz. bir şeyler yap fevzi.

    çalışkan ikiler

    tam o savrulma anında içerdeki odalardan birinden ''çalışkan ikileri kim alıyor'' diye bir ses geldi. son derece çatallı, bir paket uzun marlboro çekmiş ve bir küçük rakıyı sek içmiş gibi çıkan aşırı çatallı bir kadın sesi. fevzi bana baktı. çalışkan ikiler olarak adlandırılanların biz olduğumuzdan emindi. konuşmadan, sadece yüzüme bir miktar hüzünlü biraz da hayal kırıklığına uğramış gözlerle baktı. uzun zaman yaşımızın küçük olduğu anlaşıldığı için ''çalışkan ikiler'' olarak adlandırıldığımızı düşündük. ''çalışkan ikiler'' tanımının masaj salonu jargonunda neyi ifade ettiğini çok sonra anladık.

    az önceki çatallı sesin sahibi olduğunu anladığımız iri ve kumral kadın bekleme salonuna girdi. o an ''şekerpare kız'' filminde letafet'in evine provaya gitmiş bekçi cumali ve hurşit olarak duruyorduk kumral ve iri kadının karşısında. birazdan ser komiser ziver takma sakalı ile gelecek gibiydi. kadın içeri girince fevzi üzerine başına çeki düzen verme hareketi yapmak istedi ancak üzerinde sadece peştamal vardı. peştamaline dokunmadan otobüste yayılmış gibi oturma halinde bacaklarını kapatıp oturma pozisyonuna geçti. iri kumral kadın sevgi dolu gözlerle, mütebessim bir ifade ile bize bakıyordu. o an buna çok ihtiyacımızın olduğunu anlamış gibiydi. 'hoş geldiniz gençler' dedi müthiş flörtöz bir ses tonuyla. evet yine ''gençler'' hitabı içeren bir giriş. cellat osman, seyfi doğanay dinleyen resepsiyonist, ve şimdi de bizim masaj salonunun letafet anası iri kumral kadın. hoş geldiniz gençler dedikten sonra kafasını hafif sola büküp ellerini beline koydu ve sanki vücuduma bakın dercesine beklemeye başladı. o an fevzi'nin surat ifadesini görmeye çok ihtiyacım vardı ama bakamazdım. fevzi'nin suratına bakmam demek, fevzi'nin himayesi altında olan bir muhallebi çocuğu olduğum imajı oluşturup tüm süreci jeopardize edebilirdi. çaresiz iri kumral kadını izlemeye koyuldum. ve açık gri ojeli, siyah apartman topuk terlik giydirilmiş ayaklarının çatlak topuklarına ait görseli çok uzun yıllar hafızamdan silemedim. iri kumral kadının poz kestiği esnada içeri iki adet daha, iri kumral kadın prototipinde, iri kumral kadından yaşça daha genç olduklarını düşündüğüm başka kadınlar girdi.

    iri kumral kadın bekleme odasına giren diğer kadınların adını bize bildirmek istercesine ''tuana, sibel hadi ilgilenin delikanlılarla'' dedi ve son derece neşeli bir kahkaha atıp, ''çalışkan ikiler bunlar ayol'' deyip odadan çıktı. tuana benim elimden tuttu, sibel fevzi'nin. tam tersi de olabilir. yani benim elimden tutup beni masaj odalarından birine götüren sibel de olabilirdi. bunu asla öğrenemedik. ama ben sonraki konuşmalarımızda benim elimi tutanın tuana olduğuna inanmayı çok istediğimi belli edebilmek için elimi tutup beni masaj odasına götüren kadından hep tuana diye bahasettim. fevzi de asla 'ya tuana benimkiyse'' gibi bir tartışmaya girmedi. sibel ismini büyük bir ağır başlılıkla benimsedi. fevzi ile yollarımız bir kez daha ayrılıyordu. aynı otelde tuvalet temizliğine verildiğimiz gündeki gibi. fevzi ve deneyimli tuvalet temizleyicisi doğuya ben ve deneyimli tuvalet temizleyicim batıya doğru yürüyerek ayrılmıştık. şimdi de fevzi ve sibel sauna tarafındaki masaj odasına, ben ve tuana ise türk hamamı tarafındaki masaj odasına doğru yola koyulmuştuk. fevzi'ye son bir kez bakmak için arkamı döndüğümde onun da bana son bir kez bakmak için arkasını döndüğünü gördüm. kısa soluklu ama derin anlamlar ifade eden bir göz göze gelişin ardından büzüştürerek sıkıştırmak suretiyle bağladığım peştamalimin yere düşmesiyle irkildim, peştamali can havliyle yerden alıp tekrar belime doladım ve tuana'nın elini tekrar tutup minik bir kırmızı gece ampulu ile aydınlatılmış masaj odasına doğru giriş yaptım.

    çok değil 20 dakika sonra sauna'da, fevzi ile akıbetimizin aynı olmasına tabiri caizse niyaz eder durumda buldum kendimi. tuana beni masaj odasından çıkardıktan sonra ''saunayı falan kullanabilirsin'' deyip masaj salonlarının ve ıslak alanların bulunduğu kattan ayrılmıştı. biraz da saklanmak istercesine peştamalim ile kendimi saunaya attım. sanırım bu masaj salonu macerasının bana kattığı en önemli tecrübe peştamal ya da havluları belden büzüştürüp sıkıştırmak suretiyle bağlamayı çok iyi bir şekilde öğrenmiş olmamdı. tuana bana artık odadan çıkabilirsin minvalinde komutu verdiğinde gayet ustaca bir hareketle peştamalimi bağlamayı başarıp kendimi saunaya atmıştım. bunun adı piyastos olmaktı. eğer fevzi benden daha başarılı bir masaj odası süreci geçirmişse dahi bunu bana beni gıcık edecek şekilde anlatmazdı biliyorum, ama ben yine de fevzi'nin de benimle aynı oranda piyastos olmuş olmasını umdum. çünkü böylesi bizi ortak bir dramda buluşturmaya devam edip dostluğumuzun bekasının sağlanmasıyla ilgili bir garantör olacaktı. ancak fevzi'nin zafer hikayesiyle masaj salonundan ayrılacak olması bu hikayedeki tek kaybedenin benim olmam şeklindeki sonuçlanacaktı ki bu hikaye benim ve fevzi'nin beraber kaybetmesiyle güzellik kazanan bir hikayeydi. böylece düşünerek yaklaşık yarım saat sauna'da kaldım. artık iyice bunalmaya başladığımı düşündüğüm anda zincirlerimden boşanırcasına, kısrak gibi kendimi dışarı attım. saunanın kapısını kapatıp arkamı döndüğümde sauna'nın yanındaki buhar odasından çıkan fevzi ile göz göze geldik. bir otuz saniye kadar sessizce durup bakıştık. artık yapılabilecek iki şey vardı. ya ikimiz de gerçek dışı bir ''masaj odasından zaferle ayrılma'' hikayesi anlatıp ikimiz de birbirimize inanıyormuş gibi yapacaktık. ya da ikimiz de gerçekten yaşananı anlatıp 10 dakika içinde nasıl postalandığımızı açık yüreklilikle paylaşıp eğlenecektik. masaj salonundan zaferle ayrılmanın ya da piyastos olup postalanmanın mahiyetinin ne olduğunu belki daha sonra, aynı fevzi'yle tartıştığımız rafinelikte yazıya dökebilirim, emin değilim. bu konuda nasıl ilerleyeceğimizi belirlemek için birbirimize zaman tanımak istercesine, hiç konuşmadan soyunma odasına gittik. fevzi gayet özenerek katlayıp sakladığı sarı lacoste tişörtünü gayet dikkatli hareketlerle pantolonun içinden çıkarıp giydi. pantolonun cebindeki sigara kutusu dikkatini çekti. kutuyu cebinden çıkartıp iki elinin arasında sıkıca buruşturup içinde kulak temizleme çubuğu ve peçetelerin olduğu çöp kutusuna attı. sigara kutusu çöpe atıldıktan sonra burdaki işimizin bitmiş olduğundan emin oldum. hızlıca yürümeye başladım. resepsiyondaki adam bıraktığımız gibi duruyordu. seyfi doğanay'ın gariban albümünün ''vır vır etme'' parçası çalıyordu. fevzi bir miktar tepkili bir şekilde pasosunu çıkartıp adamın gözüne sokarcasına gösterdi. adam yine tepki vermedi. tam kapıdan çıkarken sert bir omuz darbesiyle kendime geldim. dayımın kumkapı'daki restoranında bulaşıkhanede çalışan maraşlı masaj salonuna heyecanlı bir giriş yaparken bizim kapıdan çıkmaya çalıştığımızı görmemiş ve bana sert bir omuz darbesi vurmuştu. maraşlı beni tanımadı. fevzi de maraşlı'yı tanımıyordu. sokağa çıktık. cebimden iett öğrenci biletimi çıkardım. meydandaki otobüs durağına doğru sallanan adımlarla yürüdük. insanı kahreden bir sessizlik hakimdi. birilerinin bir şey yapması gerekiyordu. tercihen fevzi'nin. yaptı:

    - ben çalışkan ikilerin ne olduğunu buldum.

    otobüste fevzi'nin standartlarına uygun ikili bir koltuk bulduk. her zamanki gibi cam kenarını bana bıraktı. masaj salonundaki gelişmeler her ikimiz için de istediğimiz gibi olmamıştı. ancak bunun üzerine konuşup konuşmamayla ilgili son derece arada kalmış haldeydik. tam olarak çırak çıkmamıştık bunu net olarak söyleyebilirim. sanırım biraz da masaj odasında baş başa kaldığımız kadınların hangisinin tuvana hangisinin sibel olduğuyla ilgili net bilgi sahibi olamamış olmanın burukluğunu yaşıyorduk. fevzi içten içe oteldeki abilerinden yeteri kadar oryantasyon alamamış olmanın öfkesini yaşıyordu, bundan emindim. ancak öte yandan hikayenin dramatik ve komik bir tarafı olduğunun da farkındaydık. artık en azından çalışkan ikilerin ne olduğunu konuşabilecek kıvama gelebilmemiz gerekiyordu. o dakikaya kadar çalışkan ikiler tanımlamasının gençliğimize vurgu yapmak için kullanıldığından son derece emindim. ancak fevzi konuyu bambaşka bir boyuta taşımıştı. bu konudaki çıkarımının doğruluğundan emin olmasa bu kadar iddialı bir şekilde ''ben çalışkan ikilerin en olduğunu buldum'' demezdi. kısa bir tebessümün ardından anlatmaya başladı. uzun uzun anlattı. kahkahalara boğuldu. arada küfretti. bazen hüzünlenir gibi oldu. birbirimize karşı dürüst davranıyor olmamızla övündü. benim peştamalimin yere düştüğü anda götümün gözükmesi üzerinden mizah yaptı. girişte öğrenci indirimi yapılamaması üzerinden kendince kara mizah yaptı. çalan müziğin seyfi doğanay'ın gariban albümü olduğunu söylediğimde benimle arkadaş olmaktan gurur duyan bir benden dili sergiledi. kapıdan çıkarken bana omuz atan adamı tanıdığımı söyleyince şaşırdı. onu dayımın kumkapı'daki restoranına hiç götürmediğim için kızdı. masaj odalarında kalma sürelerimizin kısalığı direkt olarak çalışkan ikiler olmamız ile alakalı bir konuydu.

    seni duyuyorum fevzi. kurşun kaleminin kağıtta bıraktığı sessizliği duyuyorum. beni okuduğunu biliyorum. bir yerlerde çalışkan ikiler hikayesini anlattığından eminim. seni soranlara beni bırakıp gittti demeyi yediremiyorum kendime. seni soranlara bir miktar huzursuz tavırlar sergiliyor olmamın sebebini en iyi sen anlarsın. yüzüne bakmaya ihtiyacım var. yüzeyselliğine muhtacım. öğrenci pasosu gördüğümde irkiliyorum. muz meyvesinden nefret ediyorum. çocuk havuzu görünce ürperiyorum. yeni tanıştığım erkeğin adının fevzi olması ihtimalinden korkuyorum. 28t'nin varlığını reddediyorum. tekerleğin üzerine denk gelen otobüs koltuğuna asla oturmuyorum. bir de seni çok özlüyorum fevzi. ruhun şad olsun
  • o konuda markus münch'ün oğluna bende çok kızgınım.

    ilginç hikaye, vakti olan okusun derim.
  • bu ne lan böyle okuyamadim
  • bize ne bundan dediğim hikaye
  • hızlı hızlı aşağı inerken yoruldum. okumadım, okunmasını da tavsiye etmiyorum.

    edit: aşağılarda yazdığım entryden dolayı küfür eden, cahil diyen yazarlar olmuş. öncelikle tabi ki okudum. yazarın emeğine sağlık. eskiden ironiden anlayan yazarlar vardı! bir çok kişi beğenmiş zaten, çok beğendiğimi söyleyemezsem de büyük bir çaba ve enerji harcadığı için tebrik ederim. küfür edene de küfürlerini misli ile iade ediyorum.
  • best seller olacak bir roman, uzun yolculuğa çıkarsam belki okurum. adam, yılmaz özdil'in on senede yazamadığını yazmış.
  • corona gündeminden sıkılanlar için güzel.
    edit:özet bile geçemiyorum, düşünün o kadar uzun işte.
  • sen bi 31 çek gel bu ne amına koyayım /okumadım
hesabın var mı? giriş yap