• haksizlik ediliyor, aslen hepi topu 268 yil sonra tani$an zihniyettir. (bkz: smiley koysam ne olur koymasam ne olur)
  • kendi tembelligimizi baskasına atmak. ulan venedikte vardı bastırıp getireydin diye sorası geliyor insanın. herseyi kacak olarak yapabilen bu millet nasıl olduda kitap basamadi.
  • akademisyenler geçmişi bir 'bilim olarak ele alır ve ona 'tarih' adını verirler, öte yandan tarihin bir de 'ideolojik' boyutu vardır. güçlüler ve yönetenler geçmişi belli bir açıdan anlatır. halk da bu hikayeye inanır.
    bugün türkiye'deki resmi tarih anlayışı çatırdıyor. artık başka hikayeler dinlemek istiyoruz. bu talep de bazı tarihçilerin ön plana çıkmasına neden oluyor, ilber ortaylı gibi...
    ilber ortaylı doğru bileğimiz birçok şeyin yanlış olduğunu, olayların başka türlü de okunabileceğini gösteriyor. örneğin matbaa konusu.
    bize ne öğretildi? özetle şöyle bir şey: "avrupalı matbaayı buldu... kitaplar yaygınlaştı... herkes incil'i kendi dilinden okudu; aydınlandı... osmanlı'daki gerici güçler ise matbaaya karşı durdu; ülke geri kaldı..."

    llber ortaylı ise başka açıdan bakıyor olaya. bakın yapı kredi yayınları'nda yapılan bir 'salı toplantısı'-nda neler demiş:
    *kitap okumakla bir toplum bir yerden bir yere gelmez. son 150 yıldır orta doğu'da en çarpıcı devrimleri türkler yapmıştır. ama kitap basma, okuma, çevirme konusunda iran'dan, mısır'dan, lübnan'dan geriyiz.
    * türkler aptal bir millet değildir. her toplumun kendine has özellikleri vardır. kimi iyi yemek yapar; biz o sınıfa dahiliz. kimi kavgacıdır; biz de öyleyiz. kimi teknolojiyi sever; türkler bu kategoriye girer. ama bir de müziği, felsefeyi seven; bunları konuşan toplumlar vardır; biz onlardan değiliz.
    * sanılıyor ki matbaaya yobazlar engel oldu. hayır, durum ondan çok daha vahimdir, utanç vericidir. türkler okumayı sevmez. okumak yalnız kalmaktır, içine kapanmaktır. türkler yalnız kalamaz; bir araya gelip dır dır dır konuşurlar.
    * avrupalılar, örneğin italyanlar, matbaadan önce elle gazete yazıp dağıtıyordu. 200 nüshayı elle çoğaltıyorlar. bizde ise bu yok. bahnameleri, ayıp şiirleri dahi çoğaltmamışız. peki ne yapılmış? toplanıyorlar; biri okuyor, diğerleri dinliyor. çoğaltma ihtiyacı duymuyorlar. devrimleri dahi işte böyle yapıyorlar. okunuyor, dinleniyor, tartışılıyor.
    * türkler konuşmak yerine okumayı sevseydi, matbaa olmasa dahi kitabı dışarıda basıp getirirlerdi. ama yapmıyorlar.

    emre aköz
  • matbaa, osmanlı'ya, söylendiği gibi 300 yıl sonra gelmemiştir. isterseniz matbaa'nın tarihine kısaca bakalım:

    çinliler, dokuzuncu yüzyıl itibariyle matbaa makinasına* aşinaydılar. japonya'da onbirinci yüzyılda buddhist metinler matbu halde okunabiliyordu. şu farkla ki, bu makinalar oldukça uzun süreçlerin sonunda işlevlerini yerine getirebiliyordu. tabi, bu da gelişim gösterdi ve "gutenberg'in icadı"ndan yaklaşık çeyrek asır evvel, çin ve kore'de bu makinalar yaygın bir şekilde kullanılıyordu (türkistan'a ulaşmış olması dahi imkan dahilindedir).
    yeniden icat edilmiş yahut kopyalanmış olsun, bir şekilde matbaa 1440-50 seneleri itibariyle, artık avrupalılarca da kullanılmaya başlanmıştır. 1470'te paris ve venedik'e, 1474'te krakow'a, 1480-1500 yılları arasında ise ispanya'ya, almanya'ya ve iskandinav ülkelerine ve hatta rusya'ya dahi ulaşmıştır. kısa bir zaman sonra ise afrika'ya, amerika'ya, venediklililer vasıtasıyla balkanlar'a ve nihayet yahudiler vasıtasıyla da istanbul'a gelmiştir matbaa. portekizliler ise hindistan'a (1557'de) ve japonya'ya (1590'da) götürmüşlerdir baskı makinasını (böylece döngü tamamlanmış, çin, zaten icat etmiş olduğu makinayla, bir daha karşılaşmıştır). bu da, zamanın şartları dahilinde oldukça makul bir ulaşım hızıdır.
    (bkz. braudel, f., "(bkz: les structures du quotidien)" ss. 399-401)

    diyeceksiniz ki, yahudiler yalnızca dini kitaplarını basmışlardır; bu da statüko'ya halel getirmez. aslında şöyle söylemek lazım gelir, burası önemli:

    yahudilerin dini kitaplarını basmaları değil; osmanlı'nın tam anlamıyla klasik çağı'na tesadüf etmiş olmasıdır matbaanın osmanlı'ya girişinin sükûneti bozmamasının sebebi.
  • - muratcim, matbaacim, buyrun.. murat.. matbaa.. matbaa.. murat..
    - kaç senedir duyuyoruz ününüzü, nasip bugüneymiş...
  • aslında matbaayla tanışma hadisesinden çok, bir 'pratik' hadisesidir bu durum. buradaki 'pratik' kelimesinden de kastım, toplumsal yaşam içinde yer eden, insanlar tarafından benimsenen edimlerdir.

    şimdi, pek çok icat gibi, matbaa da 'bir ihtiyaca cevap vermek' maksadıyla üretilmiş bir şeydi. nasıl ki, ulaşım bir sorunsa ve bu sorunla alâkalı olarak araba, gemi gibi icatlar günlük hayatımıza girdiyse, aynı şekilde, 'kitap' ve 'okumak' kavramları da avrupa için o zamanlar bir 'sorun'du. çünkü, zaten belli bir okuma alışkanlığı toplum nezdinde yerleşmişti. ama, var olan kitaplar el yazması şeklinde olduğu için, kitapların dolaşımı bir problemdi. işte matbaa da bu ihtiyaca cevap vermek amacıyla geliştirilmiş bir makineydi.

    yani, burada vurgulanması gereken nokta şu: okumak ve matbaa kavramları sürekli birlikte anılır. osmanlının -ve bizlerin- okuma alışkanlığında geri kalması da hep "matbaa bu ülkeye geç girdi" lâflarıyla açıklanmaya çalışılır. bu çok mu yanlıştır peki? hayır, çok da yanlış değildir; ama eksiktir. zira, belirttiğmiz gibi, aslında bu okuma alışkanlığı dediğimiz şey, matbaadan daha öncesine dayanan bir kavram. bir kültür sorunu, bir anlayış sorunu. toplumun işleyiş tarzıyla, egemen sınıfların halka bakış açısıyla, egemen sınıfların himayesindeki halkın dünyaya bakış açısıyla hayli alâkalı bir şey.

    kısaca, aslında sorun "300 yıl sonra matbaa ile tanışan zihniyet" değil, "aradan yıllar geçmesine rağmen sorgulama kavramı ile tanışamamış zihniyettir," dersek, acaba çok mu yanlış demiş oluruz?
  • kimilerince, gecikmenin nedeni siyasi ve dinsel nedenlerle değil, saray çevresinde kümelenmiş ve el yazmasıyla geçinen, padişahlara yakın ve kısmen zengin kesimin işlerini kaybetmemek için yaptıkları lobiye bağlanıyor. bu varsayım altında; kendi işini kaybetmek istemeyen birkaç bin kişinin, koca bir ülkeyi batıran etkenlerden biri olmasını sağlayan zihniyettir.
  • mustafa armağan'ın bu konu ile yazısı:

    ......

    matbaaya karşı iki direniş olduğundan söz ediliyor. birincisi ulemadan, ikincisi ise hattatlardan gelmiş direniş.

    hattatlardan başlayalım. bir rivayete göre sözde matbaa kurulacağını haber alan ve sayıları 90 bini bulan hattatlar, bir tabutun içerisine divit ve hokkalarını koyarak yürüyüş yapmışlar. bu hadisenin "canlı" şahidi olan kont de marsigli'nin verdiği 90 bin hattat yalanı asırlardır tekrar edilegeliyor.

    bir kere nüfus 550-600 bin dolayındaki bir şehirde 90 bin hattatın bulunduğuna kim ve nasıl inanır? bu rakamı, aileleri ile birlikte düşündüğümüzde o zamanlar istanbul'un bir tür "hattatistan" olduğu sonucuna ulaşmaktayız. başka kimse yaşamıyor muydu, o zamanlar istanbul'da yoksa?

    kaldı ki bu hadisenin bir diğer şahidi karacsan bir katolik rahibidir ve niyazi berkes'e göre matbaa ile ilgili hemen bütün yanlış anlamalar bu rahip ile italyan kont de marsigli'nin yazdıklarının adam gibi tahkik edilmeden benimsenmesinden kaynaklanmıştır.

    görüyorsunuz tarihimizin temellerini kimlerin ağzına emanet ettiğimizi...

    ulemanın tepkisine gelince. artık biliyoruz ki ulema, ne müteferrika matbaasına ne de önceki ve sonraki matbaa girişimlerine karşı bir tepki göstermiş değildir. aksine, bu tür girişimleri teşvik edip desteklemişlerdir. nitekim ilk basılı kitabımız olan vankulu lugati'nin başına şeyhülislam, yenişehirli abdullah efendi dahil tam 11 alim, matbaanın faydasını ve önemini belirten "takrizler" yazmıştır. ve kitap bu kalkanlarla çıkabilmiştir.

    en büyük hatamız, yeterince soru sormayışımız, soruları olduğu gibi kabul edişimiz. şu cevdet paşa'daki şuur düzeyine ne kadar muhtacız halbuki!

    tarihinin birinci cildinin başında dini kitapların basılmaması yönünde ulemanın bir sınırlaması olmadığını bildirenlerin tam tersine, bu talebin müteferrika'dan geldiğini o müthiş osmanlı rahatlığı içinde anlatır. ve zaten der, bir süre sonra "dinî kitaplar da basabilir miyiz?" diye sorulduğunda, ulemanın cevabı olumlu olmuştur
  • böyle bir zihniyetin olup olmadığı tartışmasının yanında, şöyle de bir soru var konuyla yakından ilgili: neden ve nasıl oldu da ibrahim müteferrika basımevi (evet, sadrazam ibrahim paşa destekli ticari bir kurum, yani erken-modern kit'i olarak müteferrika matbaası) kurucusunun ölümünden kısa bir süre sonra battı? (iktisadi bir kavram olarak batmak, iflas)

    osmanlı tarihi ile ilgili meselelere sürekli olarak dışarıdan/tepeden/demode avrupa-merkezci tarih yazımı ve onun etkisiyle şekillenmiş modernist cumhuriyet dönemi türk tarih yazımının zihinlere nakşettiği zihniyet kalıpları çerçevesinden bakınca, matbaanın üç yüz yıl sonra geldiğini düşünmekle kalmıyor aynı zamanda bundan bir eksiklik/gerilik hissetmemiz gerektiğini kendimize buyuruyor, matbaanın daha sonra işlememesini ise, mustafa altıoklar gibilerinin filmlerini süsleyen yobaz ulemaya bağlıyoruz.

    16. yüzyılda istanbul'da matbaayı kuran yahudi osmanlıları, arapça-farsça-türkçe basılı kitap ticaretini gayri-müslimlere izin veren 3. murad'ı geçerek doğrudan müteferrika matbaası'nın performansına bakalım: 17 senelik süreçte basılabilmiş 17 kitap. (toplamda 23 cilt ve her bir eserden de 500 ile 1000 arası kopya) ne var ki satışlar iyi değildi. satışların iyi olmaması, üretim maliyetlerini tetiklediği için, kitap birim fiyatını düşürme şansı bir türlü oluşamadı. basit bir tüketici/okuyucu rasyoneli: eğer iki kitabın fiyatı hemen hemen aynıysa neden el yazması olanından almayayım ki?

    tüketici/okuyucu demişken, meselenin kilit noktası da orası zaten. erken modern osmanlı dünyasında okuma-yazma halleri üzerine düşünmek lazım. kimler, neyi, nasıl okuyor? bir kere yaygın bir okur-yazarlıktan bahsetmek pek tabii sözkonusu değil. okuması olanların da düzenli olarak kitap okuyan kişiler olduğunu düşünmemek gerek. genel okuma pratiğinin, az ama öz, sözgelimi bir iki kitaba sahip olup hayat boyu onu okumak, onun dışındaki zamanlarda istima yoluyla hikaye-tarih vb malumat alımlamak olduğunu söylersek abartı olmaz muhtemelen. zaten erken modern osmanlı dünyasında kahve ve kahvehanenin, kitap ve kütüphaneden daha mühim bir yer teşkil etmesi üzerine de biraz düşünmeliyiz. neyse.

    "okumaz-yazmaz" ve "okur-yazar ama modern ölçütler içinde okumaz" olanlar dışında görece dar bir entelektüel zümreden söz edebilmek mümkün ve onlar, hakikaten de coğrafya, dil-bilim, tarih vb disiplinlerle ilgililer. müteferrika matbaasının bastığı eserler incelendiğinde -ki on yedi kitaplık envantere katip çelebi'nin coğrafi eserleri, sözlükler, tarih-i hind-i garbi vb eserler dahil - matbaanın okuyucu kitlesi olarak bu ufak zümreyi hedef aldığı görülür.

    hal böyleyken, müteferrika matbaası, satış azlığı-maliyet yüksekliği fasit dairesini bir türlü kıramadığı için sürdürülebilirliğini yitiriyor.

    eğer kuran-ı kerim'in matbaada basılabilmesi kabul görebilse ve müteferrika matbaası da kuran-ı kerim basmış olsaydı; belki de hala "müteferika ibrahim efendi matbaası ve mahdumları" gibi bir şirketten söz ediyor olabilirdik.

    bunun dışında, pek tabii katip-müstensih sınıfının yoğun varlığı ve onların sınıf baskısını da hesaba katmak gerekir. evet, belki 90000 müstensih yoktu; ama matbaanın bir senede basabildiği kitaptan daha fazlasını daha az maliyetle aynı süre içinde istinsah edebilecek kadar gelişkin bir katip-müstensih iş kolu vardı. müteferrika matbaası, bir anlamda, onlarla rekabet edebilecek bir pozisyona hiç erişemedi.

    heyhat, olan oldu, geçen gitti işte. hatırladığım kadarıyla müteferrika matbaasının bastığı 17 eserlik bir lot geçen sene bir müzayedede satıldı. turgay ciner almış diyorlar ya, orasını bilen düzeltir muhakkak.
hesabın var mı? giriş yap