• efendim didem madak hanımefendinin ikinci solo çalışması, şiirsemeleri olan kitap...ilk kitabı grapon kağıtlarına oranla daha bir acılardan geçmiş ruh hali var gibi...ya da anlatması bana düşmez, bir parça arka kapak'dan notlar düşerim;

    "...
    güçlü bir el silkeledi beni sonra
    sanırım bu tanrının eliydi,
    sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
    çok şey görmüşüm gibi,
    ve çok şey geçmiş gibi başımdan
    ah dedim sonra,
    ah!

    iç ses, diye söylendim...
    gel!
    ahlar ağacından sen de biraz meyve topla...
    ..."
  • tesadüf... (bkz: vahlar ağacı)
  • didem madak'ın sesinin tonunu emanet ettiği ahlat ağacına yazdığı ikinci kitabına adını veren şiiridir. 'ah'lar ağacıdır, iç sesle bölünüp duran uzunca bir şiirdir. tanrıyla sohbeti boldur, ölümden sıkça dem vurur ve şöyle biter;

    "...
    vasiyetimdir:
    bin ahımın hakkı toprağa kalsın..."
  • didem madak güzelliklerinden biridir bu da.. bir kısmı:

    "bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
    biraz kolonya sürünsem,
    ferahlasam, pencereyi açsam.
    şöyle bir şey yazdım sonra:
    yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
    sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
    berbattı,
    bir şiire böyle başlanmazdı.

    iç ses diye söylendim,
    ardından yıldırım gürses...
    aptal aptal güldüm bir de buna.
    ayşecik vazoyu kırıyor
    ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
    yapıştırsam da parçalarını hayatımın
    su sızdırıyordu çatlaklarından.
    karnabahar kızartmıyordu asla
    başrolde kadınlar.

    güçlü bir el silkeledi beni sonra
    sanırım tanrı’nın eliydi.
    sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
    binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
    çok şey görmüşüm gibi,
    ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
    ah...dedim sonra
    ah!

    iç ses, diye söylendim
    çocukken şöyle dua ederdim tanrı’ya:
    tanrım bana hiç erimeyen,
    kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
    eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
    kardeşimle kendimize durmadan,
    olmayan çayları,
    olmayan fincanlardan içerdik.
    olmayan kapıları açardık,
    olmayan ziller çaldığında.
    siyah papyonlu olurdu mutlaka
    resim defterimizdeki damat.
    yedi günde yarattığımız dünya
    mutlu olurduk pastel koksa.

    ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı’ya:
    olanlar oldu tanrım
    bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

    kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    kapının arkasında yokum demiştim
    ve divanın altında da.
    bulamazsınız ki artık beni,
    hayatın ortasında.
    kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    beni kimse bulamazdı
    tanrı’nın arkasına saklansam.
    o kocamandı, en kocamandı o.
    bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

    bir zamanlar kendimi
    bulunmaz hint kumaşı sanmıştım.
    kaç metredir benim yokluğum?
    benden daha çok var sanmıştım.
    benim yokluğumdan dünyaya
    bir elbise çıkar sanmıştım.
    dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
    sonunda ben de alıştım.
    ah...dedim sonra,
    ah!

    güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
    içim sıkılmasa o kadar
    tek bir satır bile okumazdım.
    taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
    bir derdi var derdim.
    derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
    ninni derdim, ninni bebeğim!
    cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
    plastik gözkapaklarının ardında,
    bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
    gözyaşları da.
    ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
    bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
    kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

    insan çıtır ekmeği ısırdığında,
    kırıklar dolar kucağına,
    işte orası umudun tarlasıdır.
    ve orada başaklar ağırlaştığında,
    sayısız ah dökülür toprağa.

    iç ses, diye söylendim
    ve ah dedim sonra,
    böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

    dallarına salıncak kurardı çocuklar,
    hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
    meyveleri tatsızdı
    eski bir lanetten dolayı
    herkes dişlerdi acı meyvelerini,
    ve herkes söverdi ona.
    ismini yazardı herkes onun bağrına,
    ah derdi o. ah!

    bıçağın ucundaydı insanların hafızası
    ‘insan unutandır
    ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
    tanrı şöyle derdi o zaman:
    ah!

    ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
    ulaşılamazdı,
    sen sarılmak istesen ona,
    o sana sarılmazdı.
    ne çok dikenin vardı tanrım!
    ne çok isterdim,
    sana sarılamazdım.
    ve şöyle derdim o zaman:
    ah!

    ahlat ahların ağacıydı,
    yaşlanmaya başlayanların,
    itiraf edilememiş aşkların,
    evde kalmış kızların.
    ahlat ahların ağacıydı,
    cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
    öyleydi işte.

    ve etimoloji eti’lerden kalma
    bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
    ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
    kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
    mesela o zamanlar
    mutsuz olduğunda insanlar,
    yok olurmuş bazı dakikalar"
  • didem madak'ın temmuz 2002'de everest yayınlarından çıkan, -sesinin tonunu emanet ettiği ahlat ağacına- ithaf ettiği ikinci şiir kitabıdır.

    kitabın içinde;

    ahlar ağacı
    siz aşktan n'anlarsınız bayım
    kalbimin en doğusunda
    samson ve dalila
    pollyanna'ya son mektup
    müsveddeler
    karınca kumu
    ağlayan kaya
    paragraf başı

    şiirlerini barındırır.
  • tamamı aşağıdaki gibi olan şiirdir.

    bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
    biraz kolonya sürünsem,
    ferahlasam, pencereyi açsam.
    şöyle bir şey yazdım sonra:
    yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
    sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
    berbattı,
    bir şiire böyle başlanmazdı.
    iç ses diye söylendim,
    ardından yıldırım gürses...
    aptal aptal güldüm bir de buna.
    ayşecik vazoyu kırıyor
    ve 'tamir et bakalım' diyordu babasına.
    yapıştırsam da parçalarını hayatımın
    su sızdırıyordu çatlaklarından.
    karnabahar kızartmıyordu asla
    başrolde kadınlar.
    güçlü bir el silkeledi beni sonra
    sanırım tanrı’nın eliydi.
    sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
    binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
    çok şey görmüşüm gibi,
    ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
    ah...dedim sonra
    ah!
    iç ses, diye söylendim
    çocukken şöyle dua ederdim tanrı’ya:
    tanrım bana hiç erimeyen,
    kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
    eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
    kardeşimle kendimize durmadan,
    olmayan çayları,
    olmayan fincanlardan içerdik.
    olmayan kapıları açardık,
    olmayan ziller çaldığında.
    siyah papyonlu olurdu mutlaka
    resim defterimizdeki damat.
    yedi günde yarattığımız dünya
    mutlu olurduk pastel koksa.
    ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı’ya:
    olanlar oldu tanrım
    bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
    kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    kapının arkasında yokum demiştim
    ve divanın altında da.
    bulamazsınız ki artık beni,
    hayatın ortasında.
    kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    beni kimse bulamazdı
    tanrı’nın arkasına saklansam.
    o kocamandı,en kocamandı o.
    bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
    bir zamanlar kendimi
    bulunmaz hint kumaşı sanmıştım.
    kaç metredir benim yokluğum?
    benden daha çok var sanmıştım.
    benim yokluğumdan dünyaya
    bir elbise çıkar sanmıştım.
    dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
    sonunda ben de alıştım.
    ah...dedim sonra,
    ah!
    güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
    içim sıkılmasa o kadar
    tek bir satır bile okumazdım.
    taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
    bir derdi var derdim.
    derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
    ninni derdim,ninni bebeğim!
    cam gözlerini kapardı,naylon kirpiklerini.
    plastik gözkapaklarının ardında,
    bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
    gözyaşları da.
    ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
    bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
    kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
    insan çıtır ekmeği ısırdığında,
    kırıklar dolar kucağına,
    işte orası umudun tarlasıdır.
    ve orada başaklar ağırlaştığında,
    sayısız ah dökülür toprağa.
    iç ses, diye söylendim
    ve ah dedim sonra,
    böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
    dallarına salıncak kurardı çocuklar,
    hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
    meyveleri tatsızdı
    eski bir lanetten dolayı
    herkes dişlerdi acı meyvelerini,
    ve herkes söverdi ona.
    ismini yazardı herkes onun bağrına,
    ah derdi o. ah!
    bıçağın ucundaydı insanların hafızası
    insan unutandır
    ve insan unutulmaya mahkum olandır.
    tanrı şöyle derdi o zaman:
    ah!
    ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
    ulaşılamazdı,
    sen sarılmak istesen ona,
    o sana sarılmazdı.
    ne çok dikenin vardı tanrım!
    ne çok isterdim,
    sana sarılamazdım.
    ve şöyle derdim o zaman:
    ah!
    ahlat ahların ağacıydı,
    yaşlanmaya başlayanların,
    itiraf edilememiş aşkların,
    evde kalmış kızların.
    ahlat ahların ağacıydı,
    cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
    öyleydi işte.
    ve etimoloji eti’lerden kalma
    bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
    ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
    kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
    mesela o zamanlar
    mutsuz olduğunda insanlar,
    yok olurmuş bazı dakikalar.
    gülümsedim o sıra,
    bazen sevinirim,
    sevinmek nedense hep yedi yaşında
    ve ah... dedim sonra,
    ah!
    bazen ah diyorum durmadan,
    şimdi ben ahlatın başında,
    otuz iki yaşımda.
    ahlar ağacı gibi.
    rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
    mavi, mor,kırmızı ve yeşil,
    istedim,hep istedim,
    sen iste derdim,iste yeter ki
    vereyim.
    her istediğimi verdim.arttım,fazlalaştım,
    eksikli yaşamaktan.
    ahlar ağacıyım,gibisi fazla.
    başka bir şey istemem
    artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
    hesabımı vermekten başka.
    vasiyetimdir:
    dalgınlığınıza gelmek istiyorum
    ve kaybolmak o dalgınlıkta.
    at arabasıyla kağıt toplardı
    her sabah çingene kadınlar.
    üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
    şaşırırdım
    kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
    bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
    kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
    ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
    yeniden doğmuş olurdum oysa,
    öldüğümü sandıklarında,
    yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
    vasiyetimdir:
    en güçlülerinden seçilsin
    beni taşıyacak olanlar.
    ahtım olsun,
    yükleri ağırlaşsın diye iyice,
    tabutumun içinde tepineceğim.
    bir göl vardı evimizin karşısında,
    mavi gözleri olan,
    kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
    ya siz,
    nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
    nasıldı
    öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
    ilk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
    annem sevindiydi hatırlarım.
    ah demişti.
    ah!
    üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
    annem çok sevinmelerin kadınıydı.
    bazen sevinince annem gibi,
    rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
    annem çok sevinmelerin kadınıydı,
    sıcak yemeklerin.
    başına diktikleri o taş,
    ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
    ben okşadığımda ama,ısınır sanki biraz.
    iç ses!
    bu bahsi kapa!
    mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
    çoktandır öksüz olan mutfakta
    buğulandı ve ağladı camlar,
    gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
    çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
    allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
    poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
    sanki biraz rahatladım.
    kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
    artık kimse mutsuz olmayacaktı.
    ah...dedim sonra,
    ah!
    iç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
    aynı vampir gibi çıkacağız.
    kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
    sanki biraz ferahladım.
    karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
    hala aç mısın?
    bir tren geçti yine tam o sıra
    ustura gibi kara,
    düdük çala çala,
    geçti şiirimin ortasından.
    kes şunu dedim,kes artık!
    oldu olacak,
    kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
    merak ederdim,
    kesik başları ve sarı ışıklarıyla
    nereye gider bu insanlar?
    raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
    bir kara yılan gibi,
    bilemezdim menzil neresi?
    ah...dedim sonra
    ve acilen makas değiştirdim.
    iç ses, diye söylendim,
    raydan çıkma bundan sonra.
    kuyruk sallardı,
    annemden kalma maaşım
    her üç ayın sonunda.
    sevinirdi,
    kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
    sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
    muhabbet ederdik kuyrukta.
    bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
    fötr şapkalı kelimeleriydik,
    çürük dişlerimizle bizler,
    dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
    saf ve pembe gülümserdik.
    bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
    neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
    neden hep aynı yerdeyiz,
    hayattan söz edilirdi,
    zor denirdi,
    ve ardından susulurdu mutlaka.
    fötr şapkalı amcalardan biri
    ah derdi sonra,
    ah!
    kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
    bir arap şairi şöyle demiş,
    savaşta yenilen halkına,
    ağlamayın,ağlamayın,acınız azalır

    uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
    şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
    sorardı:
    daha yazacak mısın?
    hayır derdim,
    artık yazmayacağım.
    ama şöyle denir:
    kılıç çeken kılıçla ölür.
    ama şöyle denir:
    kaderden kaçılmaz.
    ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
    tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
    yıllarca biriktirdim
    rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
    aşık olduğumda,
    çikolata kokardı kırmızı yazgım.
    hayatıma hayat diyemem artık.
    sarı yazgım her sonbahar onu
    biraz daha fazla,ömür yaptı.
    maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
    kara yazgımı şimdi kim bilir
    hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
    ah.. dedim sonra
    ah!

    iç ses, diye söylendim,
    başımda rüzgar vardı
    başımda uğultular...
    kalbim usulca kıpırdardı
    ve ses çıkarırdı dokununca
    çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
    bir başkası olsa.
    başımda rüzgar vardı,
    yine esiyordum
    hızla dönmeye başladı kalbim
    rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
    bir başkası olsa.
    başımda uğultular...
    fırtına çıktı sonra,
    yaşadığını anladı kalbim,
    böyle yaşanamaz derdi
    bir başkası olsa.
    bir zamanlar meydan okumak isterdim.
    kaç meydanını okudum da bu hayatın.
    yalnızca iki harfini öğrendim:
    a
    h!
    ah benim nergis kokulu cehaletim...
    ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
    anlatmak isterdin kendini durmadan
    bir bardağa bile olsa.
    ne diyecektin, ne söyleyecektin
    şairlerin şahı olsan,
    bir ah’dan başka.
    ah benim nergis kokulu cehaletim
    bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
    ah!
    güçlü bir el silkeledi beni sonra
    sanırım tanrının eliydi,
    sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
    çok şey geçmiş gibi başımdan
    ah dedim sonra,
    ah!
    iç ses, diye söylendim.
    gel!
    ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
    vasiyetimdir:
    bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
  • didem madak'ın ikinci şiir kitabı. ilk basımı 2002'de everest yayınları'ndan çıktı. kasım 2012'de metis kitabevi, diğer iki şiir kitabı ile beraber (bkz: grapon kağıtları) (bkz: pulbiber mahallesi) yeni baskısını yayınladı.

    bunlar da kitaptan:

    "zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan allahım
    bırak okşayayım.
    esirge ve bağışla beni gerçekten
    bırak düşlerimde kaybolayım."

    ...

    "az gerçi cüzdanımda hala kağıtlar,
    ama bozuklar harmandalı oynuyor,
    zil oluyor parmağımın ucunda,
    küçücük insanlar şimdi cüzdanıma her bakışımda
    neşeli bir ateşin üstünden atlıyor.
    kardeşim, biriciğim, kimse yoksulluğu benim için
    böyle sevimli kılmadı şimdiye kadar."
  • ne güzel bir şiirdir, ne eşsiz bir kitap.
    tekrar tekrar okuduğum,
    bir kadını anlamlandıran,
    duygunun derinliği, gündelik olanın anlatılış biçimine hayran bırakan eserlerden.
  • "ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi
    tırnaklarıyla düzeltemiyor insan."
  • "neden her aşk
    bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka" *
hesabın var mı? giriş yap