• emekli öğretmen, çocuk kitabı yazarı ve şair.

    http://www.siir.gen.tr/ den yaşamöyküsü :

    1938 yılında balıkesir'de doğdu. savaştepe ilköğretmen okulu'nu, gazi eğitim enstitüsü eğitim bölümü'nü bitirdi. ilkokul, lise, eğitim enstitüsü öğretmeni olarak çalıştı. ilköğretim müfettişliğinden emekli oldu.

    edebiyat dünyasına şiirle giren uysal, ilk ürünlerini şairler yaprağı, demet, imece, çaltı, türk sanatı, varlık gibi dergilerde yayımlattı. daha sonra çeşitli gazete ve dergilerde eğitim, edebiyat ve çocuk kitapları üzerine yazılar yazdı (cumhuriyet, politika, akşam, yeni halkçı adlı gazetelerde; yeni toplum, yeni dönem, dönemeç, türk dili, sesimiz, oluşum, türkiye yazıları gibi dergilerde).

    1975 yılından sonra çocuk edebiyatına yöneldi. çocuklara öykü (bursa 1975, 4 sayı) adlı bir dergi çıkardı. çocuklar için pek çok masal, öykü şiir ve roman yazdı. kitaplarından bazılarının adları şöyledir : alaca baykuş (öykü), çöpçü martı (öykü), keloğlan'ın diliyle (masal), yaban kedisi (öykü), çöp toplama yarışı (öykü), anası bulut babası yağmur (roman), mağara gölünde serüven (öykü), ayda yaz uykusu (bilimkurgu roman), keloğlan'ın düşü (masal)... yaban kedisi adlı kitap, almanya'da türkçe/almanca olarak iki dilde basıldı (1989).

    ahmet uysal, edebiyat dergilerinden ardıçkuşu, bahçe, damar, kıyı, insan, morca, çağdaş türk dili, pencere, söylem, yaşasın edebiyat, şiir-lik'te yazmayı sürdürüyor. ayrıca yaklaşım (balıkesir), düşlem (bursa) adlı dergilerin de kurucuları arasında yer aldı.
  • geceyle dinlemeli genişleyen
    bir ağacın gövdesini

    üzerine yıldız sekerken
    su vermeli gülün toprağına

    şiir geceyi sever çünkü
    aşk geceyle açıklar kimliğini

    eski bir ırmak yatağında
    yeni bir serüvendir gece

    ve bir kadın sevilmeyi bekler
    gecenin en ince yerinde

    (bkz: gece sözleri)
  • "bir gün ölecektik iki güzel...kırmızı gül açacaktı toprağımızda" diyerek aramızdan ayrılmıştır...
  • şair, yazar. öğretmen emeklisi. geçen yaz ölmüş, bilmiyordum. oğlu devrim uysal bir ara (itü'de öğrenciydi o zaman, '88-'89 olmalı) arkadaşımdı, ben ankara'daydım filan koptuk sonra. aşağıdaki yazı hocanın şairliği ve şiirleri üzerine bir inceleme. ahmet günbaş'ın imzasını taşıyor ve kurşun kalem dergisinin eylül-ekim 2011 sayısında yayınlanmış.

    =====alıntı=====

    ahmet uysal söylencesi

    ahmet günbaş (kurşun kalem, eylül-ekim 2011, sayı:13)

    3 temmuz 2011’de ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılan 1938, balıkesir doğumlu ahmet
    uysal’ın ilk şiiri, nedret gürcan’ın yönettiği şairler yaprağı’nda (dinar, 1954) çıkar. savaştepe ilköğretmen okulu’nun duvar gazetelerinde yazdığı ( öğretmenlerince de başarılı bulunan ) şiirleri okul çapında ödüller alır. 17 yaşındayken kitap çıkarmak ister; ancak bizzat okulu ziyaret eden cahit külebi’yle konuştuktan sonra bu isteğinden vazgeçer. 1965’e değin kendine çekilir. yeniden şiire sıvandığında, ilgaz dergisinde sık sık ‘ayın şiiri’ni paylaşır. ancak ilerleyen süreçte, ses olarak dönemin belgici toplumcu mekanik şiiriyle bağdaşamaz. 1970’lerde yeni dönem, türk dili, oluşum, dönemeç, sesimiz, türkiye yazıları, militan gibi dergilerde tek tük şiirler yayımlarsa da göze batmaz. henüz vardığı bireşimden mutlu değildir. bu arada, mapusane şiirleri antolojisi ’ni ( 1) hazırlar.

    1975’den sonra önceliği çocuklara verir. çocuklara öykü (1975, 4 sayı) adlı bir çocuk dergisi çıkarır. şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, tanıtım ve öyküler yazar. çeşitli türde 120’yi aşkın çocuk kitabına imza atan uysal, ancak 1986’dan sonra şiirle içli dışlı olduğunu belirtir. o ana değin ses getirmediği gibi, üslup olarak farklı bir yerde durmuştur. arayışlarını yoğunlaştırır. deyim yerindeyse tanımsız bir şiir sağanağına tutulur. dergilerle ciddi ilişkiler kurar. 1994’den itibaren ölümüne değin şiiri yaşam biçimine çevirerek, 15 yıllık zaman diliminde, (biri e-kitap ) geride 6 yapıt bırakır. şiir okuruyla buluşan sularla (2),uzak yazlarda (3),acının gümüşü (4), şiirtüven (5), eylül ebruları (6), sonsuz ve uzak’la (7), dilini ve duyarlığını perçinleyen bir şair olarak adından söz ettirir.

    uysal’ın onca beklentiden sonra meyvelerini veren yoğunluk anlayışı, ilk yapıtındaki sana
    ne söylesem ömrüm şiirinde sözünü ettiği sözünü ettiği, “güz geldi ah, güle ne söylesem / sana ne söylesem ömrüm / toparlan, kanınla katıl haydi / kalan ömrünle, kanayan yanınla / bir yoğunluğa koy günlerini” (s/s:23) düşünceleriyle eşanlamlıdır. şiir, yoğunluğuna yaşanılan bir şey olmalıdır. nahit kayabaşı’nın hazırladığı ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) (8) yapıtında da belirttiği üzere, gerçek şiiri kavramak için sabırla beklemiş, geniş ölçüde yaşanmışlığın küllerinden yararlanma yolunu seçmiştir. sık sık kullandığı ‘güz’ imgesi yaşanmışlığın tam karşılığıdır. kendi buluşuyla güz hüznünü ölçen ‘acıölçer’in kırgın sesiyle şiirin eşiğine ulaşmıştır. biraz geç de olsa (ki ilk yapıtı sularla’yı yayımladığında 56 yaşındadır), uysal, bu sabırlı arayı şöyle değerlendirir:

    “mumdan da olsa kanatlar takınıp uçmak istiyordum. bu nedenle uzun yıllar ertelemiş
    oldum şiirimi. ama kendi köşemde gizli gizli şiirler yazdığımı da itiraf edeyim. dosyalar dolusu yazdım.” (aubyg/s:13)

    buradaki ‘uçmak’ fiili sesine uygun lirizme işaret ettiği gibi, üslubuna erişmedeki
    güçlükleri, sıkıntıları da anlatır. bu, aynı zamanda yaşamla özdeş bir şiir aidiyetini dile getirir ki, “yurdun neresiydi senin / ey rüzgâra bürünen göçebe” ( s / s:8) sorusunun anlam katmanlarında tutunamamanın acısına tanık oluruz. sanki yaşamla şiir birlikte savrulmuştur.

    uysal’ın, şiirin tanımı hakkındaki görüşlerini irdelersek, yolunu nasıl çizdiği konusunda
    önemli ipuçlarına ulaşırız. has şiire varmak için, insana özgü yara izlerinin izlenmesi gereğini itiraf eder:

    “edebiyatta bütün tanımların yetersiz olduğunu anladım. her şair her gün yeni bir tanım
    ekliyor şiire. şiir, yaralı insanın ardından bıraktığı izdir. bunun ateşiyle tutuşur hayat. şiirin tanımı şiirlerden çıkarılır. benim sözlüğümde yaz sıyrığı bırakan aşktır şiir. külünü düşüren yaz ırmağıdır. bir pazar sabahının yağmur ıssızlığı, rüzgâra giden yol ırmağıdır. parlak sözler, boş sözler yakını değildir şiirim. muhalif ve aykırı olma hakkını her koşulda saklı tutar. hiç kimse, hiçbir güç aldatamaz onu.” (a.u.b.y.g. /s:56-57)

    etkilendiği şairlerin başında cahit külebi gelir. öncesinde halk şiirimizin saç ayağı sayılan
    yunus emre, karacaoğlan ve pir sultan abdal’ı özümsemiş, anonim şiire büyük eğilim duymuştur. özellikle yunus emre adı, yalınlık dersinin baş okutmanıdır. külebi’yle birlikte behçet necatigil, sabahattin kudret aksal, cahit sıtkı tarancı’yı başucu şairlerinden sayar. nâzım hikmet’i de simavna kadısı oğlu şeyh bedreddin destanı’yla açığa bireşimci ve ağırbaşlı yanıyla değerlendirir.

    zamanla etkileşim ortamına cemal süreya ile ceyhun atuf kansu dahil olurlar. her ikisi de taşkın lirizmleriyle fazlasıyla etkiler uysal’ı. kansu, “kuru otların sesi”ni getiren bozkır lirizmiyle yaklaşırken, süreya da, sevda kokulu duyarlığı ve kendine batan incelikli ironisiyle ilgisini çeker şairimizin. bunlar arasında zikredilmesi gereken – söylenmemiş olsa da - bedri rahmi eyuboğlu adı, güzellemelerden yansıyan bir yaşama sevinci olarak kendini belli eder. sonuçta sevişir gibi yazılan öpüşken bir şiir çıkar karşımıza.

    yanma faslında hafız, mevlâna, fuzuli, şeyh galip gibi lirik divan şairlerinin etkisi olduğu
    da açıktır. ancak odaklandığı biçem halk şiirinin etkisini taşır. zaman zaman gazel tarzına koşut ikiliklerle yazar.

    uysal, şiirin eşiğinde şiir coğrafyasını da önceden işaretlemiştir. bu, bilinen adıyla kaz
    dağları, tarihsel konumuyla ida’dır. yazacağı şiirin köklerini yazılı tarihle bir tutar. oluşturacağı şiirin altyapısı, uygarlıklar kültüründen beslenmelidir çünkü. homeros’un ilyada ile oyssseia’sı, troya trajedisiyle onu dönüştürmeye hazır iki dev yapıttır. daha doğrusu konuşlandığı coğrafya, tarihsel derinliğiyle ilgisini çeker uysal’ın. dolayısıyla homerik metinlerden süzülen troya hüznüyle yaşıt anadoluluk bilincidir sürekli kazıp durduğu. sessiz, içten bir yürüyüştür bu:

    “bekle beni diyor sessizlik, bekle
    o unutulmuş hitit gecesinden” ( s/s:17)

    yazılı tarihe yönelik ilgi çemberi, “yitik kentlerin sesi” (s/s:26-27) olarak son sığınak
    (s/s26-27) şiirinde belirtildiği üzere, maya surları, zimbabwe tapınağı, nil’deki yamuk piramitler’e değin uzanır.

    temelde mitolojiyle kucaklaşan bir şiirdir uysal’ın dizeleri. onu, çağdaş metropol
    ilişkilerden uzaklıkla suçlayan anlayışa göre, mitoloji-şiir ilişkisi boş bir avuntudan ibarettir. genelde şiirimiz, mitolojik ilişki açısından fakirdir zaten. mitolojiyi belirleyen insan öznesi gözden uzak tutulur. ida çevresini mitolojisiyle işleyen şair sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. (bunda ulusal bilinci ilgilendirmeyen mitolojilere sahip çıkmama eğiliminin de payı vardır) melih cevdet anday (troya önünde atlar), mustafa seyit sutüven (sutüven), ömer bedrettin uşaklı (sarıkız mermerleri) adlarının çok üzerine koyabiliriz ahmet uysal’ın şiir emeğini. o ki yapıtlarının tümünde ida’yla içli dışlıdır. tümüyle ida damarlıdır ve her şiir birbirini ilgilendirir. ida etkisi fonda değil, bizzat şiirin yapıtaşında, özsuyunda, tinselliğindedir. tıpkı homeros’un sözünü ettiği “bin pınarlı ida” gibi salkım saçak ıslaklıktadır hamuru.. uysal da “ida sözlüğü” oluşturacak denli vurgundur coğrafyasına. hayal gücüyle zorladığı “eski evlerde unuttuğun / kırık bir testiydin sen” (uy/s:21) arayışının ekseninde, günceldeki gelir geçerlikten ayrılarak, ‘eski’nin içinde süreklilik arz eden yeni’in peşine düşer. söylenceler yumağından çözülen erdemi, yanı başındaki tarihsel kalıtın zenginliğiyle birleştirir. şiiri bu açıdan bir gizeme bürünür; arayışlarının ardı arkası kesilmez:

    “troya taşları arasından
    şiire açılan zamana
    düşürmüştü mor dikenini” (ag/s:32)

    “zeus altarı’na sunaklar sunarak
    ulaşıyordum o uzak ormana” (ag/s:59)

    kimi kişileştirmelere bakılırsa, ida coğrafyasının en başta bitkisel örtüsüyle şaire bağışladığı
    zenginlik şiirini de harekete geçirmiştir olmalıdır:

    “ida geriniyor
    tutkuyla
    kızıl koynunda ege’nin” (ş/s:53)

    uysal, şiirini esnek bir söyleyişe büründüren ‘su’ imgesi için “yaşamın karşılığıdır”
    (aubryg/s:23) der. onun, omurgadan saydığı kimi sözcüklere şifreler, tılsımlar yüklediği; suyun yanında ‘rüzgâr’ı da vazgeçilmez iletişim aracı olarak kullandığı bilinir. bu açıdan şiirinin açarı olabilecek durumları bilmekte yarar vardır:

    “rüzgârı öpme vakti, benim şiirimin yükselen haz noktasıdır.(…) rüzgârı öpersen dil nehrini
    geçer ve şiiri bulursun.” (aubyg/s:33)

    “temmuz benim için vazgeçilmez bir imgedir.” (aubyg/s:25)

    aynı şekilde ‘güz’ imgesi bir hüzün topudur gibi tüm acıları sinesinde barındırır. hüznünü
    nasıl kullandığını görmek için ‘güz’le geliştirdiği sözcüklere bakmak gerekir. bir yerde acıyı yontma sanatıdır sunduğu. güz, tüm varlığımızdan süzülmüştür neredeyse. bu yüzden yüreği ören yerine dönüşmüştür. buluntularını özenle saklar ve yorumlar. güzle ilişkisindeki akıttığı teri görmek için, güz yeli, güz sokağı, güz ipliği, güz görümlüğü, güz savrulması, güzevi yalnızlığı, güz tartımı, güz sözlüğü, güzaltı, güz çıkmazı, güz kırımı, vb imge derinliği taşıyan sözcük ve tamlamalara yüklediği işlevlere bakmak gerekir. sık sık sözünü ettiği ‘tartım ’ ve ‘ölçer ’ gayretleriyle, acıyı kristalize eder biçimde ‘güz’ü anlamaya çalıştığı gözlerden kaçmaz. şiir ilmeği’yle dokuduğu güzdeki sözdüşü’dür hep.

    yaz’la çoğalan yaz ırmağı, yaz gömleği, yaz sıyrığı, yaz bürümcüğü, yaz kucağı, yaz yıkımı
    vb yakıştırmaların, yaşanmışlıkla uyumlu çağrışımları vardır. ancak uzaklık ve yakınlık kavramlarını nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır her şey. yeni başlangıçları hep ‘nisan’la anılırken (türküsüz geçmede nisan günleri, s/s:21), delice savrulmaların dökümü ‘uzak yazlar’dan bilinir. yazla gelen acılardır güzde biriken. yazlar hem çekici, hem netamelidir. “temmuz bir iç kanamadır” (uy/s:29) çoklukla. her şeye karşın yazlar, -uçurum kıyısı hesabıyla- ‘düş süzgüsü’nden geçerek yaşanır. ay sürçmesi, ay yolu, ay uykusu, ince otlar aralığı, rüzgârın ipeği, su parıltısı vb soyutlamalar, yazdan kalma ‘acıötesi ’ avuntulardır. bir yerde dirimle ölüm içi içedir uysal’ın şiirinde. doğasal gözleminde ne varsa, şiirinde de o vardır. insanlar ve bitkiler gibi yeşerip sararan organik bir şiirden yanadır o. taşını toprağını okuyarak varır anlamın derinliğine. “taş şiirdir ve unutmaz / iz bırakır” (uy/s:12) saptaması geçmiş zamanlara göndermede bulunur. zaten başka türlü ele geçmez ida’nın tinselliği. onu konuşturdukça gizemine yaklaşılır.

    az önce sözünü ettiğimiz ‘kırık testi’ metaforu, ilk yapıtından itibaren olmadık yerlerde
    karşımıza çıkarak tarihsel eksenden kesitler taşır. bazen bir çocuk, bazen bir sevgilidir onu imleyen. bazen de testinin hamurunu biçimleyen usta ellerin derinliğinden tılsımla söz eder. evlerde unutulan kırık bir testi olmanın kederi, testinin yitik parçalarıyla ait olduğu zamanı akla getirebilir. testide kalan suyun parıltısının doyumsuz bir anı çağrıştırması yanında, kırıklarıyla başlayan boşluğun bellekte yarattığı domino etkisi, aşk meselinde masum bir bağlılığı işaret edebilir. kırılmayanda kalan ‘duru zaman’la birlikte daha çok yitik parçalardır sorgulanan. ‘kırık testi’ye doğrudan belleğin kendisidir diyebiliriz:

    “kırık testide iz bırakan
    büyük ustalık oradadır” (ag/s:23)

    “sen ki bir sözdüşüydün
    ulaşan en eski aşklara
    kırık testimde biriken su
    ilk yazılı taşı söylencemin” (s/s:7)

    uysal’ın aşk anlayışı da kuşkusuz hatırnaz bir derinliğe sahiptir. bu, öyle bir derinliktir ki
    bize birkaç sözcükle çağ atlatabilir. sularla kitabında yer alan “sürüp giden bir çağdır aşk” başlığı bizi tümüyle haklı çıkarır. örneklemek gerekirse, “alacahöyük memeli ana tanrıçam / küçükkuyu’da çapkın sepetçi çingenem” (ş/s:15) söyleminde; kadını, aşka yönelik tapınç içinde bir araya getirir. sevgiliye tapıncı güçlendiren her şey, güzellemeleri de köpürtür; gelmişiyle geçmişiyle dünyaya özgü kılar. sözgelimi “kireçtaşı katmanı kırk odalı evim / beşbin yıllık papirüsüm, sevgilimsin ” (ş/s:15) dendiğinde, ilişkilerin boyutu genişler, anlamı çoğalır. hem de öylesine çoğalır ki insan bir aşk tapıncı içinde bulur kendini. üstelik kadını anıştıran değerlerle, onun aşktan ve insanlıktan koparılmış durumunu yansıtan ‘uzaklık, ıssızlık, gölgelilik’ gibi belirlemeler, eskiliğin yerine geçen değerbilmezlikle bizi düşüncelere yönlendirir:

    “kızılağızlı kadınım, uzak ırmağım,
    deyrul zafaran avlum, ıs/sızım
    gölgeli mardin ara sokağım
    mor esahya manastırında bulduğum
    uruk kalıntısı kırkı tabletim” (ş/s:77)

    doğallıkla mistisizmin karıştığı bu eskilikte uysal, o kırık tableti yine ida’da, troya
    önlerinde bulur. afrodit’le hera’nın kutsallığını geride bırakan biricik helena’sı, ayakları yere değen bir kadınlık destanıdır. eylül ebrularında yer alan yaz sonu tabletleri’nde, helena’yla birlikte antik kentleri gezeriz. bu, aslında bir söylenceyi gezdirmektir şairin dilinde. ki “ah helena, benim büyülü söylencem!” (ee/s.14) dizesi, helena destanının özü olsa gerektir. ki o büyüde geleceğe özgü iletiler gizlidir:

    “şimdi çok geç, bu mermer parçası
    kalsın ikimizin aşkında geriye,
    yok edilmiş şehrimizden, yedi kez
    yıkılıp yakılmış o troya’dan
    bir de senin güzelliğin kalsın,
    aşkla yaşamayı seçen insanlara!” (ee/s:15)

    çünkü uysal, bir şiirinde çocukların aşkla eğitilmesi gerektiğinden hareketle, “aşkla
    korunur inandım buna, / bir ülkenin tam bağımsızlığı” (ş/s:42) gibi ayrıksı bir sonuca varır. ayrıca derinlik yoklamasında kırık testisi ‘kırık tabletlere’ dönüşürken, kırık tabletlerin her biri de kadınlık anıtı olan “tanrıça sanıp ardından gittiği” (s/s:36) ‘yaşlı kadınlar’a dönüşür. zaten güzel kadınlar toplamıdır sürekli yüceltilen. helena, çıkış noktası, omurgası, kanı canı, ideal ölçütleridir bu göz alıcı güzelliğin.

    sevgiliyi kentiyle ilişkilendirmek, salt helena-troya ilişkisiyle sınırlı kalmaz; sevgili her
    zaman kentine yakışır ve yaşama dirim katar. yokluğunda yıkımlardan yıkım beğenilir:

    “ayvalık’ta aradığım yüzün
    bir günbatımıdır bergama’da” (s/s:35)

    “sisli şehirler bıraktın bana
    erken ölümünü kuşların” ( uy/s:59)

    bazen de yaşanılır bir kenti aramak aşkla eşanlamlıdır:

    “aşk yerine geçecek
    bir şehir bıraksaydınız bana” (ag/s:15)

    yeri gelmişken kent-şiir ilişkisine nasıl baktığını da irdelemekte yarar vardır sanırım. çünkü
    uysal’ın şiiri, konup göçtüğü kentleri aşkları ve dostluklarıyla birlikte çok özel dizelerle anan bir şiirdir. ida eteklerine yerleşene değin seyran eylediği yozgat, ankara, bursa, izmir gibi kentlerle kapadokya bölgesini geniş şekilde görebiliriz şiir serüveninde. özellikle bursa denince akan sular durur. öyle ki “bursa rüzgârına sarın beni” (ag/ s:13) diyecek denli kendinden geçer ipek kenti aklına düşünce. öğretmenliğinin çoğu, aşkı, mahfel’de soluklanan şairliği, bursa’da kök salmıştır denebilir. “bursa’da sisli bir sokak / kapılırım giderim büyüsüne” (s/s:28) noktasında geçmiş zamanı besleyen her yapı ve buluntu, çınarlarla, erguvanlarla karışık bir duyarlıkta karşılığını bulur uysal’da. an gelir, sevgilinin küskünlüğü “bir kaşı eğik bursa ikindisi” olur; an gelir, ömrünü çelen kent hatırına unutmalarla boğuşur.
    --
    kıyıda köşede bekleyen bursalar dolusu şiirler yanında, “sağ çıktığım öldürücü aşklar gibi
    güzel / izmir’de yağmurlu geceler” (ag/s:50) ile “bulvarda şiir okur, sokaklara sığınırdık / parklara usulca kar yağardı” (ag/s:69) şeklinde altını çizdiği izmir ve ankara şiirleri tümüyle yaşanmışlık kokar. kapadokya günleri ise şarap ve çömlekle açıklar kendini. üzümün kanı ile ellerin hüneri özenle biçimlerler zamanı. öğrendiklerini “hiçliğin felsefesi” ile birleştirerek bozkırın gizini çözmeye çalışır. “uçhisarla ortahisar arasında”(ş/s:76) arasında uçan “algın bor güvercin”, kanadında “algın sözler” taşır gizillerde yankılanan.

    sözü yine aşka getirirsek; ıslaklık, aşkın başlıca belirtisidir, diyebiliriz. sutüven’in değiştirimiyle ortaya çıkan şiirtüven, belki de bu ıslaklığın şiirsel sesidir. sevgili gelir kuraklık biter; sular seller içinde kalınır. bu yüzden yağmurlu kentleri de çok sever şair. ama sevgilinin ıslaklığı sanki yeni bir doğumun belirtisidir:

    “sularla gelirdin bana
    saçlarında sağanak seli” (s/s:33)

    “gizli yeraltı karızım
    oldun akıttın o saklı
    suyumu be kadın” (ş/s:63)

    kadın, salt ‘su’yu imlemekle kalmaz; doğanın her türlü varlığını taşır. yerine göre “kolunun
    kumtaşı kokusu”nu bırakır, yerine göre “bin bir bitkisiyle” yaklaşır sevdiğine. şair, yine ida’yı adres gösterir “bindallı dağımsın, tanrıçam / bölünmüş yürek parçam” (ş/s:39) seslenişindeki güzellemesiyle. kadınla yoğrulan şiir öyle bir noktaya varır ki, “görmeyen kalmadı, yadsıma:/ her gece kumsalda, göğsüne / ay ışığı sürdüğünü” (ş/s:35) soyutlamasıyla en mükemmel şiirle boy ölçüşür. tapınç sürecindeki esriklik; arzu, yanmak, erimek, pişmek gibi eğilimlerle an gelir tasavvufta bulur anlatımını:

    “kızılca kıyamet çilehanesi
    tenim orda özüyle ölesi” (ee/s:51)

    “hangi kadın?” sorusunu ise, “zeytinyağı kokusu / bırakır ardında / alınları / yalbırdayan
    kadınlar” (ş/s:44) açıklığıyla yanıtlar şair.

    uysal’ın, bildiri havasından sıyrılarak saklı tuttuğu karşıtlığı, ironik anlamda ‘öteki’ye
    dokunan sevgiyle mayalanmış insancıl bir tutum izler. gördüğü, gösterdiği engeller/olumsuzluklar, şiirin kiri olarak yansır aynı zamanda. öncelikle baş eğmez bir doğa savaşçısıdır. doğasal ve tarihsel güzellikleri yağmalayan, “zalim karanlık” adını verdiği çapulcu anlayışa kendi dilince meydan okur; ırkçılığı, ayrımcılığı, can kırımcılığı yerden yere vurur. sivas acısını –yanmanın sürekliliğiyle- çok özel bir yere koyar:

    “yüzyılın kirli ayağıdır
    yıkanan
    ıssız bir ayazmada” (ag/s:16)

    “siyanür buğusu üflendi
    zeytinime pamuğuma
    gümüşle kör edildim” (ş/s:21)

    “gâvur izmir’e geldim ki
    tez vakit ben de gâvur olayım” (ş/s:81)

    “bozkır yangını da neymiş ‘madımak’ta
    haddeden geçti sözcüklerim, yana yana kaldım” (ş/s:82)

    yüzü ege’ye dönük bir şairimizin en büyük özelliği ise ‘barış adamı’ olmasıdır. türk-
    yunan dostluğunu kıyılara yapışık derinliğiyle ölçer. her fırsatta, bir arada yaşama kültürünün temel göstergesi olan ‘paylaşım’ duygusunu öne çıkarır. sınırtanımaz özelliğiyle elini bir zeytin gibi uzatır “uzak sevgili” midilli’ye. sapho’nun midilli’si (daha doğrusu lesbos’u), zeus altar’ından bakıldığında “aşk adası ” gibi görünür ona.midilli uğrak yeridir zaten şiirinin:

    “assos’la midilli’nin
    bir zeytin dalı
    uzatımıdır arası” ( ee/s:58)

    dahası, şiire toz kondurmadan, mübadeleyle el değiştiren emaneti gönül alıcı biçimde teslim eder sahibine:

    “a be hristo
    diktiğin zeytinin yağı
    benimse, senindir ağacı” (ee/s:58)

    uysal’ın eşyayı okuyan özelliği burada da karşımıza çıkar. zeytin körfezinin taş evlerinin
    hüznünü iki dilli yaklaşımla çözmeye çalışır:

    “tanığımız olsun
    taş evlerin iki dilde
    söylenen ezgileri” (ş/s:54)

    ne var ki tüm ezgilerin kaynağı yine ida’dır. büyük olasılıkla su perilerine benzettiği şiir
    perilerinin şiirini ipek kıvamında ezgili kıldığı bilincindedir:

    “ipekten ince olsun dili,
    idalı ecemin;
    sularından saydam olan
    söylediği ezgiler …” (ee/s:5)

    empati, şiir dostluğunda da kendini gösterir. yerli-yabancı fark ettirmeden, duyarlık ortağı
    şairleri, şiire yakışır biçimde saygınlıkla anar. örneğin ceyhun atuf kansu’nun gülü bozkır toprağınca gülümserken, azer yaran ile yesenin’e uzatılan yasemin dalı da iki şairin, yaseminle özdeş doğal kokusunu/yakınlığını anımsatır:

    “bir dal yasemin
    uzatıyorum ida’nın eteğinden
    azer’e ve yesenin’e” (ş/s:40)

    uysal’ın her yapıtında, ölüsü dirisiyle, sevdiği şairlere özgü bu tür saptamalar bulabilirsiniz.
    çünkü onlar, “şiire yetmeyen zaman” içinde ‘onlar divanı’yla anlatılacak çok değerli kişilerdir. özellikle şiirine akraba şairlere ayrı bir özen gösterir. sağlığında, ida eteklerinde onlar’la birlikte “şiirin sofrası”nda sürdürdüğü şiir etkinliklerinin hazzını hiçbir duyguya değişmez:

    “ida’nın zeytin dallarında savrulan
    söz hevenkleri değil miydi aşklarımızın tanığı” (ees:21)

    onlar ’ın varlıklarıyla onurlanır, şiir dostluklarını yere göğe sığdıramaz. kimi zaman erken
    giden bir şaire - yanlış zarf örneği- hayıflanarak tanrıya çıkıştığı olur. zaman şiire yetmese de, herkesin aynı şiir zamanını kullanması diler gibidir.

    şiiri tanımlamanın zorluğuna değinen uysal’ın şiir anlayışını, aşk anlayışıyla
    bağdaştırabiliriz bir bakıma. şiiri de aşk gibi ıslaklıktır alabildiğine. “lirik dizeler bulursun / çünkü sesinde suların” (s/s:41) derken, doğal ki yine ida’yı işaret etmektedir. ida’dan öğrenmiştir ne öğrendiyse!.. kaldı ki öğrenmeyi ertelemeyen bir süreçtir bu. aslında şiir tanrısıdır ida’dır ve ancak şiirle varılır onun katına. bu yüzden, “imge kırkları / toplardım giderayak, / yeni bir ida şiiri için” (ş/s:47) eylemini de gündelik tapınç biçiminde algılamak gerekir. bir bakıma şiir diliyle kendi kültünü ve onu dirimli tutacak ritüeli yaratmak başlıca amacıdır tapınanın.

    ha, bir de “yaz gölü”ne dökülen “yaz ırmağı” vardır şiir ustasını sınayan gizli bilge
    edasıyla! ida katına erişecek şiirler onun olurundan geçer. rüzgârı öpmüş, dil nehrini geçmiş, “acının gümüşü”ne ulaşmıştır nasılsa! zaman zaman yaz ırmağına atılacak “kırk şiir”den söz eder ki alevilikteki “kırklar cemi”ne yakın durur söyledikleri.

    şiir tanrısının huzuruna varırken baştan ayağa yenilemelidir kendini. biraz sonra yalınlık ve
    sonsuzluk dersinde göreceğimiz ‘kendinden geçme hali’ öncelikle ‘bilinen dilden çıkmayı’ gerektirir ki uysal, şiirle arıtır tinselliğini:

    “dilim şiire doğru
    terk ediyor bedenimi” (ag/s:54)

    kuşkusuz burada “şiire yetmeyen zamanda” kullandığı dilin büyük önemi vardır. türkçenin
    özgün tazeliğini vuslatına aracı kılar:

    “sözcük yenileme
    tadı eklemeliyim, dilimin
    kanayan ucuna” (ee/s:64)

    “bir dil nehri olsaydım
    türkçenin ağzında yalın
    uzak yaz göllerine akan” (ag/s:37)

    aşkın ve şiirin benzeştiği noktada, ağzında eriyen tılsımlı sözcükler bir öpüş tadı
    bırakmalıdır okurda. daha ilk yapıtta, öpüş tadında şiiriyle varılmıştır bunun farkına. o sevişken üslup sonucu doğan çocuğa şöyle seslenilir:

    “çöle çökeğe batırma
    ışıklı olsun dilimiz oğul” (ş/s:41)

    uysal, düşündüğü gibi yazar nitekim. sular seller içindeki lirizmi taşkın bir hal alır.
    sözcükler adeta dökülür ağzından. biri diğerinin önünü kesmez. yalınlığı yakıcıdır. öz-biçem dengesi son derecede uyumludur. daha çok halk şiirinden yönseyen dörtlüklerle yazar. bazen türkü tadında üçlüklerle, dörtlüklerin taşkınlaştığı beşliklere sürüklenebiliriz. düzyazı şiirden sayabileceğimiz ardışık dizeler taşkınlığın en açık belirtisidir. şu var ki sesi oldukça ezgiseldir. daha başlarken duyulur kanaması. bunun yanında divan şiirine koşut gazel türüne de modern anlamda yer açtığı görülür. bilgelik kırıntılarını gazel türüne saklar çoğunlukla. bu haliyle bize yunus emre’yi anımsatır. o yunus emre ki iki şiir anlayışı ortasında kurduğu ilişkide –lirizmine halel getirmeden- başarıyı yakalamıştır. tüm bu özellikleriyle organiktir uysal’ın şiiri; akışının, eylemselliği asla bitmez. kaynağı oldukça güçlü, debisi yüksektir. (şiirtüven’le açıklanan bu olsa gerektir ) sürekli çağıltılı bir görüntü çizer. kimilerince yakınmalara konu olan sık yazma özelliği, yüksek debisinden ileri gelir.
    (bu açıdan lirik şairleri pek durduramazsınız ) bir büyük şiire çalışır gibidir. ayrıksı gibi görünen bölümleri kolayca birleştirebiliriz.

    birbirini tamamlayan ‘yalınlık’ ve ‘sonsuzluk’ düşünceleri, uysal’ın baş hedefidir. çünkü o,
    zorlu yalınlık yürüyüşüne uzun bir suskunluk döneminden geçerek girmiştir. kıvrıldığı dönemeçleri, geçtiği köprüleri yine ilk yapıtıyla belli eder:

    “bir düşteydin bunca yıl
    boynunda şiir ilmeği
    ince olsun istedin hep
    ince olsun şiirin ipliği” (s/s:46)

    ve bakın, rüzgârı öperek acının gümüşüne uzandığı yalınlık halini nasıl özetler:

    “o saatlerde söz yalındır
    yıldızlar ipliğini bükmektedir
    bekliyorum seni
    rüzgârı öpme vaktidir” (ee/s:68)

    “ormanı da geçtim ustam
    kırık süzgüler arasında
    duruyordu acının gümüşü” (ag/s:71)

    zamana çentik açtığının bilincindedir artık. çünkü yalınlıkla sonsuzluk el eledir. uzak
    kavramı yalınlıkla yakınlaşır. unutmalar toplamı ise eylül ebruları’ndan ibarettir. böylece sık sık vedaları gündemi getirir. hatta bu konuda bizlerle halelleşir, gönlümüzü alır:

    “kırmayın bu şairi n’olur, şimdiden
    öpüşelim, sıcaklığınız kalsın yüzümde” (ee/s:70)

    ardından ‘ölüm’ düşüncesini – korkulara yer kalmayacak biçimde- yumuşatır, doğal kılar.
    her şeyiyle sonsuzluk aralığı’dan geçerek söylence olmaya hazırlanır ki, unutmalardan sonra başlayacak anımsamalara (özümsemelere) terk edecektir tüm varlığını:

    “arkana bakmanın sırasıdır
    ermeye taşlara gizine
    yıkık bir sunakta
    söylence olmaya” (svu/s:6)

    bu konuda doğanın yanıtını (çağrısını) almış gibidir:

    “kendini yok say, dedi
    güzellikler ırmağı, sen benim
    yalnızlık halimsin” (svu/s:4)

    sonsuz ve uzak e-kitabında yer alan kalıt niteliğindeki şiirlerin toplamında, kendinden emin
    bir yürüyüşün ayak sesleri duyulur ölüme doğru. bu öyle bir hazırlıktır ki, ilk kez bir önsöz yazma gereği duyar yakın dostlarına:

    “neden “sonsuz ve uzak?”

    evvel zaman içinde, yakınlarımdan sevdiğim biri: “bir gün hak vaki olursa, ardımdan kadeh
    kaldırmayı unutma!” demişti. bu sözler şimdi bana da yol gösteriyor; veda şiirlerini neden yazdığımı düşündürüyor. o şiirleri yeryüzü için; dostlarım, sevdiklerim ve şiirime değer verenler için yazdığımı bilmem söylememe gerek var mıydı? kaldı ki benim “veda” olarak nitelediğim, kalmanın öteki anlamını aramaktı. bulduğuma inanmasaydım, bunca şiiri yazamazdım. ida'ya, troya toprağına, yaz ırmağına, hayıtlara, “ilan-ı aşk”tır yazdıklarım. dostlarımın beni çok iyi anlayacaklarını biliyorum. ancak, benim düşündüklerim dışında olanların böyle bir açıklamaya gereksinimi olabilir. her neyse… veda şiirlerimi bir dosyada toplamayı “son arzum”a dahil ettim bugün! bir gün “hak vaki” olursa elinizin altında bulunsun! ah, bu ne kolaylık olacak sizin için? ahmet abimiz ara sıra kırıcı olsa da
    inceliklidir; diye düşünmenizi isterim doğrusu! belki şiirlerime, ömrüme, savruluşuma, ida
    söylencelerine katkı yaparken, onlara katılışıma dair yazmak geçer aklınızdan. öyleyse bu dosya aklınızda bulunsun. veda şiirleri de nereden çıktı demezsiniz umarım. sonsuzluk uzaklık ve veda şiirleri aşk içinde yazılmıştır kuşkusuz. benim “son dönem” (hadi bilgelik demeyeyim) ürünlerimdir. bir yere vardım ki; orada sonsuzluktu her şey! bu sözlerin ne anlama geldiğini şiirin büyülü diliyle açıkladığımı sanıyorum.

    11.06.20011 altınoluk”

    bu son çalışmada, şiirlerinde egemen olan kırgınlığı ve yalnızlığı biraz daha sivrilttiğine
    tanık oluruz. öyle ki kendine batacak denli hançerimsi bir sivriltmedir öne çıkan. artık dirimle ölüm arasındaki o ince köprüyü atmasına ramak kalmıştır. “son yolculuğum kısa sürecek / seziyorum içimdeki titremeden,/ şiir dilim kördüğüm / sevdiklerimle aldatacak, / daha gelir gelmez: / yaz beni korkutuyor” der apaçık önseziyle. özellikle ‘temmuz’u, - madımak can kırımından çağrışımla- “yedi boğumlu ateş” olarak nitelendirir. içindeki kördüğümü ise terslale şiiriyle açıklar. “şiirleri tersine okuyorsun” (9) sitemiyle işaret edilen ve her türlü incelikli yaklaşımları geri çeviren bir yanlış anlama ustasıdır terslale! bu siteme, kimi nobran dergi editörleri, görmezden gelen eleştirmenler (!) ve iki yüzlü dostluklar da dahil olmalıdır kanımca. anlaşılmak için her yolu denemiş, uçurum başlarında soluk soluğa kalmıştır. özellikle “bir güle yenildiğinden” (svu/s:5)söz eder kırgınlık şiirinde. oysa sarf ettiği yoğun emeğin karşılığı bu olmamalıdır. bu kez iyiden iyiye “susmalar sunağı”na atılmıştır. şu iki dizeyle yayılan sıcaklık, en başta şiirini iyi kavrayan değerbilir dostlarına özgü son iletidir:

    “unutmadım elimdeyken
    kalbiniz olan elini” (svu/s:8)

    yine de kuşkuyla not düşer, rotasını kendi çizdiği uzaklığının altına:

    “ah şiirlerin güzel
    ahmet abisi

    uzaklığına yer verir mi
    dersin bir şiir dergisi ” (svu/s:18)

    söylencelerden gelip söylencelere karışan güzel insanların öyküsüne kendi adını da yazar
    rüzgârın diliyle. hem de öylesine haddeden geçmiş incelikle yazar ki!.. ida çoktan bağrına basmaya hazırdır şiiroğlunu:

    “arkanıza bakmanın sırasıdır
    ermeye taşların gizine
    yıkık bir sunakta
    söylence olmaya” ( svu/s:6)

    rivayet olunur ki ahmet uysal diye bir şair, ne gelmiş ne geçmiştir! hatta şiirle içli dışlı
    olduğu bile yalandır. ida’nın sisi, bulutu erkenden örtüvermiştir üzerini. ağrılar sızılar içinde
    yazdıklarını ise bile bile yaz ırmaklarına savurmuştur. son kertede izlerini silmeye çabaladığına göre, ahmet uysal söylencesi’nin şimdiden ida tarihindeki yerini aldığı savlanabilir:

    “ida’nın eteğinde
    gelincik aralığından
    zambak kapısına süzüldüm
    omzum kuğulara değdi
    rüyalarınızı ağzından öptüm
    şiir sandınız! ” (10)

    şair, değerbilmez şair artığına seslenedursun, biz, onun, “troya şiir hattı”nda şiirimizde
    bir “ida okulu” oluşturduğunu savlayarak, kalıtının küllerini eşelemeyi sürdüreceğiz yaşadıkça. özellikle onlar divanı’na mensup biri olarak, “unutan unutsun, ben unutmazam!” andının arkasında duracağıma söz veriyorum kendime.

    giderayak alçakgönüllü kalıtsal bir dileğe odaklandığımızda dersimiz başlıyor demektir:

    “daha sonra

    daha sonra yakımlar olsun dedim onlara
    ısrarım kendi ölümümdü

    neyim kaldığını bilmeliydim
    geçtiğim incinmiş yollara bakarak

    üç bölüm ilyada okuyun yeter
    troya önünde atlar’ı anday ustadan

    kırkım çıksın cemal ustaya da
    söz düşer kuşkusuz

    mor çentikli hayıt dalları
    uzatırsınız üzerime daha sonra! ” (svu/s:3)

    ahmet abi sapağı’ında buluşmak üzere!..

    kaynakça:

    (1) mapusane şiirleri antolojisi – ahmet uysal, adım yayınları, 1.basım, nisan 1974
    (2) sularla – ahmet uysal, yeni biçem yayınları, 1.basım, haziran 1994
    (3) uzak yazlarda – ahmet uysal, düşlem yayınları, 1.basım, nisan 1998
    (4) acının gümüşü – ahmet uysal, bilgi yayınevi, 1.basım, ekim 1999
    (5) şiirtüven – ahmet uysal, imbat yayınevi, 1.basım, ekim 2006
    (6) eylül ebruları – ahmet uysal, mühür kitaplığı, 1.basım, haziran 2009
    (7) sonsuz ve uzak (e-kitap) – ahmetuysal, www.cosmosgunlugu.com
    (8) ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) - nahit kayabaşı, düşlem yayınları, 1.basım, ekim 1999
    (9) www.comsosgunlugu.com
    (10) akatalpa, temmuz 2011, sayı:139

    not: metin içi alıntılar, kaynakçaya bağlı kalınarak, kitap adlarının baş harfleriyle belirtilmiştir.

    =====alıntı sonu=====
  • "ah ne çok savruluş
    ne büyük aşktı o
    şiir sandınız!"

    demiş güzel şair...
  • odtü psikoloji bölümünde doçent'tir. denekleri önce manipule edip, sonra ellerini buzlu havuz suyuna sokturup acı algısı ölçmek gibi şahane çalışmaları vardır.
    ahmet uysal
  • tanıma şansına eriştiğim, güzel insan.

    annemle aynı camiadan oldukları için tanışıklıkları var, teftişlerde falan karşılaşıyorlar. eşi ise babamın lisede fransızca öğretmeni. kopmuyorlar tabii. evlerimiz yakındı, babam elektrik işlerini yapardı onların hep. dükkana iş için geldiğinde oturur sohbet ederdi benimle. hatırlarım bir sürü sorular sorardım hep kitaplarla ilgili. cahil cahil kim bilir neler sordum da... bana bir liste yapmıştı, okuma listesi. ilk sıraya stendhal'ın kızıl ile kara romanını koymuştu hiç unutmam. ilgime yanıtsız kalmaz, dükkana geldiğinde kendi kitaplarını da bırakırdı bana, imzalı.

    kitap okuma hevesime heves katan değerli insan, toprağın bol olsun. daha ne sorular soracaktım sana...
  • “ida’nın eteğinde
    gelincik aralığından
    zambak kapısına süzüldüm
    omzum kuğulara değdi
    rüyalarınızı ağzından öptüm
    şiir sandınız!“
  • orsam başkanı olan, klasik bir akademisyen. dikkate alınacak bir kimse değil. boş.
hesabın var mı? giriş yap