*

  • hayatta iki yerde huzursuz olmuşumdur; düğünler ve cenazeler… bu huzursuzluğumun ikiye katlandığı, üzerimdeki “yabani bizim çocuk, hiç akrabayla – tanıdıkla işi olmaz” baskısının daha fazla hissedildiği bir yer soracak olursanız, “az samimi olunan veya hiç tanınmayan insanların düğünleri ve cenazeleri” derim.

    gürültü – patırtı, herkesin hep bir ağızdan konuşmasına rağmen kimsenin kimseyi anlamaması, bünyeye alınacak az miktarda alkol, düğünleri cenazelere nispeten daha katlanılabilir kılmıştır. öyle ya, mevsimine göre giyersin takım elbiseni veya uzun kollu gömleğini, herkes gibi yüzünde salak saçma bir sırıtış olur, alkolün de tesiri ile belki halayın arka taraflarında saf bile tutabilirsin. günün sonunda da gömleğinin kollarını dirseklere kadar kıvırıp evin yolunu tutunca, aile ve yakın akrabalarından “pek efendi, pek sıcakkanlı çocuk” yakıştırmalarını duyman hiç zor olmaz.

    hal böyleyken cenazeler düğünlere göre daha sıkıntılı geçer. insanların, cenaze evi bireylerini, artık klişe haline gelmiş cümleler ile telkin etmesi, hayat ve ölüm hakkında artık ezberlenen özlü sözler sıralamaları ne kadar garip geliyorsa, zaten pek hazzetmediğim iş arkadaşımın dayısı öldü diye cenaze evine gidip, dönen sohbeti yüzümde sahte bir üzüntü ifadesiyle dinlemek de aynı oranda saçma gelir bana.

    ama mecbur kalıyor insan bazen. yeri geldiğinde o çeyrek altın takılacak, yeri geldiğinde o helva yenilecek, kaçarı göçeri yok.

    yalnız cenaze evlerinde helvayı yemek pek kolay olmuyor, öyle veya böyle muhabbetin kilitlendiği bir yer mutlaka olacak, mutlaka kalabalıktan bir dallama çıkıp “siz nasılsınız” diye seslenecek, işte o esnada kalabalığın sadece ayaklarındaki terlikleri izleyen sizin kafanızı kaldırıp insanların yüzüne bakmanız ve maalesef ki bir iki özlü söz söylemeniz gerekecek.

    işler bu aşamaya geldiğinde sizin içinizden “kavat zaten 82 yaşındaymış, bu saatten sonra o ölmesin de ben mi öleyim amına koyayım” demek gelse bile bu cümleyi kurmanız sizin açınızdan pek iç açıcı olmaz.

    nedendir bilinmez insan bu aşamada “aniden mi oldu” - “ bir rahatsızlığı var mıydı” gibi sorularla vakit kazanmaya çalışır. gelen cevaplara “cık cık cık” diye hayıflanmak bu işin farzlarından biridir. yalnız bilinmesi gereken bir ayrıntı, o “cık cık cık” hayıflanmasının ardından artık sizin de bir iki şey söylemeniz gerektiğidir.

    bu aşamada,
    - çok zor yaaee
    - allah rahmet eylesin
    - allah geride kalanlara sabır versin gibi dillere pelesenk olmuş telkin cümleleri size pek yardımcı olmaz, zira o helvayı bu kadar kolay hak edemezsiniz. daha yaratıcı, daha etkili, daha vurucu bir telkin cümlesi bulmanız gerekecektir.

    işte tam da bu sırada imdada allah ölümün bile hayırlısını versin yetişir. çok tesirli bir cümledir bu, bu cümleyi ederken kafanızı dünyanın şifresini çözmüş, nirvanaya ulaşmış, her şeyi yalayıp yutmuş filozof havalarında öne arkaya sallamanız cenaze evinde size artı puan kazandıracaktır.
hesabın var mı? giriş yap