• afganistan kralı...

    kendisi atatürk'ü örnek alan ve onun yaptığı devrimleri ülkesinde de yapmaya çalışan iyi niyetli bir liderdi. bir önceki kral habibullah'ın oğlu olan amanullah 1919'da ülkenin başına geçti...ülkede bir süre modernleşme rüzgarları estirdiyse de, afganistan'ın durumuna göre belki de bu durum fazla geldi, yahut temelleri sağlam atamadı kral.

    1919 yılında afganistan'ı yönetirken britanya imparatorluğu ile savaştı. en sonunda 1929'da gericiler tarafından devrildi...atatürk'e ziyaretler yapmış bir zattır, hatta bir takım türk subayları günümüzde olduğu gibi o dönem de afganistan ordusuna eğitim vermeye, danışmanlık yapmaya gitmiştir...döneminde ilk rıza pehlevi şah'ın iran'ın başında olmasıyla beraber hoş bir iran-türkiye-afganistan yakınlaşması oluşmuştur...ancak atatürk'ün yaptığını diğerleri yapamamıştır.

    1940'larda, yıllar sonra ismini afganistan savaşı sırasında tekrar duyacağımız muhammed zahir şah'ın gelmesiyle intikamının alındığı söylenmiştir.
  • feza kürkçüoğlu'nun basın tarihi köşesinden: 1938’de atatürk’ün ölümü üzerine türkiye’ye gelen devrik afgan kralı amanullah han’ın nizamettin nazif’in kaleminden hikayesi...

    "bu ırk dünya kadar eski, dünya kadar engin: geçişinden belli. bu ırk, insanlık kadar gür. aramızda ilâhî bayrağımızın örttüğünü tabut sanan yoktur. bütün tarihtir bu. tarihin önünden insanlık geçiyor. (...)

    bu düşüncelerle yorulmuş, saatlerce kımıldamadan durduğum yerden, dinmeyen yaşların eşyayı bulanık gösterdiği gözlerle altı meşaleye bakarken amanullahı görür gibi olunca birden irkildim: acaba mustafa kemal günleri, o günlerin bu salonda geçmiş sahneleri tekrar maddeleşmeğe mi başlıyorlardı?

    gözlerime inanamadım, sildim, bir daha baktım:

    o.

    fakat, bu salonun ışıklar, zekâ ve kadın güzellikleri, pırlantalarla parladığı bir balo gecesinde çevik vücudüne tıpatıp gelen, iki tarafı dünyanın en büyük nişanları ile süslü fırakı içinde ve bir aylı kandehar gecesi gibi hülyalı ve asîl bir güzelliğin ihtişamı ve zerafetini yayarak dolaşan kraliçe süreyya’nın yanındaki majeste ruvayal amanullah han değil. bambaşka bir amanullah.

    üniformasız, nişansız, yaversiz, erkânıharbiyesiz, unvansız, bir devlet şefi gibi değil, fakat kemalizme pek yakın ve kemalizmden çok nur almış bir ideali asla terketmeyen bir insan gibi değil amanullah. arkasında on kişi vardı: eski afgan krallık hanedanının prensleri. ve eski kralla hanedanı, engin insanlık ümmeti içinde bir aile tevazzu ile yavaş yavaş yürüyerek en ufak tasannudan âri bir elem ve matemle, katafalkın önüne ulaştılar. amanullah evvelâ başını sonra uzun boynunu eğdi. dudaklarında bir kımıldanış oldu. belki bir şeyler söyledi, belki bir şeyler okudu. belki de hiçbir şey söylemedi, ağlıyan bir çocuğun dudakları gibi kımıldandı bu dudaklar... sonra, insanlık mihrakından yeni bir kuvvet almış gibi dik ve vakur adımlarla sokağa çıktı.

    kendisini takip ettim. dolmabahçenin büyük salonlarından birindeki “defteri mahsus”u imzalarken yanına yaklaştım. elleri heyecandan titriyordu. kalın parşömen üzerine evvelâ tuğraya benziyen imzasını attı. akabinde kalemi, gayet işlek bir hatla ve yeni türk harflerile bu imzanın yanına bir amanullah yazdı.

    onunla “şehametlû afgan hükümdarı amanullah han” diye tanındığı ve türkiye cümhurreisi gazi mustafa kemal paşayı resmen ziyarete geldiği zaman konuşmuştum. sonra onunla montrö’de boğazlar konferansının iki celsesi arasında görüşmüş ve “vand” kantonu polisleri tarafından “ex-roi aman = eski kral aman” adile anıldığı devirdeki düşüncelerini gazetemde neşretmiştim. acaba şimdi ne düşünüyordu? şimdi ki bütün ferdî ihtirasları dışında idi. herkesle bir olmanın vaftizini alalı bir hayli zaman olmuştu ve maddenin faniliğini bütün dünyanın en acı bir şekilde anladığı günlerde karşılaşıyorduk. otomobiline binerken beni görebileceği derecede yanına yaklaştım. tanımakta en ufak bir tereddüt göstermedi. eskisinden bir parça daha işlenmiş türkçe ile:

    - çok muztaribim... – dedi - bay nizameddin nazif, bu hal benim için pek büyük bir bedbahtlık oldu. onu tanımış olmanın, onun büyük kudretini yakından bilmiş olmanın felâketi içindeyim. insanlık en büyük muasırını ve mürşidini kaybetmiştir.

    - ihtisaslarınızı daha dikkatli bir surette zaptetmek istiyorum. -dedim. - bana bir saat tayin etmez misiniz?

    - münasip görürseniz tam saat dörtte.

    ve tam saat dörtte bütün hanedanile birlikte oturduğu salona girdiğim zaman büyük bir nezaketle yer gösterdi, sormama mahal bırakmadı:

    - atatürk’le meslek ve ideal arkadaşı idik. kendisine çok büyük hürmetim vardı. şahsî dostu olmak şerefini kazanmıştım. hastalandığını işittiğim gündenberi dehşetli bir azap içinde yaşıyordum. elîm hâdiseyi öğrenince duramadım, dayanamadım ve karşısına bir daha çıkıp çok ulvîleşen hatırasına bir defa daha saygılarımı sunmak istedim. insanlığın bu kadar müşterek matemi olmamıştır, diyebilirim. asyanın asîl bir ailesine meziyetlerini, fevkalâdeliklerini öğretmeğe uzun zaman savaştığım ve öğrettiğim millî kahramanın ölümünden duyduğum büyük matemi türk milletine şahsan bildirmek, mutlaka, ifaya mecbur olduğum bir vazife idi. şimdi onun yasını tutuyorum, fakat bir büyük insanî vazifeyi başarmış olmanın rahatlığı içindeyim. onu ben, anadoluya ilk ayak bastığı gün beğenmiştim. sonra her hareketi hayranlığımı arttırdı. afganistanı temsil için türkiyeye ilk sefirimi gönderdiğim zaman, sefirim bana sormuştu:

    “- iki türkiye var şevketlim, hangisine gideceğim?”

    “cevabım şu olmuştu:”

    “ -ben mustafa kemal türkiyesinden başka bir türkiye tanımıyorum. oraya gideceksin.”

    sözünü keserek:

    - bu hâdiseyi hatırlıyorum – dedim - sefir sultan ahmet handı ve geldiği zaman ankarada kendisini ziyaret ettiğimiz anda ilk sözleri, sizden aldığı bu emri bize tekrarlamak olmuştu.

    ateşli ateşli devam etti:

    “- yalnız bu kadar değil. halka, ben onu daima bir nümune olarak göstermişimdir. ben, afganistanda mühim kararlar verildiği zaman daima söze şöyle başlardım:

    “mustafa kemal paşanın şerefli kılıncı üzerine kasem ederim ki...”

    bundan, sanırım ona ne derece inanmış ve bağlanmış olduğum anlaşılır. insan sevdiği bir adama son hürmeti gösteremezse kalbinde edebî bir ukde kalır değil mi?...

    cevap vermedim. yalnız sordum:

    - atatürk’ümüzün meslek ve ideal arkadaşı olduğunuzu söylüyorsunuz, bu meslek ve idealin asyada gittikçe yayılacağını ve asyanın kat’î surette türkiye mikyasında bir modernizasyona ulaşacağını sanıyor musunuz?

    - buna inanıyorum.

    ve bir an düşündükten sonra, yanında duran eniştesi prens tarzî’ye:

    - bana bir kalem veriniz. – dedi - kendi el yazımla türk kardeşlerimize bir taziye yazmak istiyorum.

    ve lâtin harflerile şu pürüzsüz cümleleri yazdı.

    salonu saran sükûtu bozmak için:

    - imzanız cidden muhteşem ve sanatkârane... – diyecek oldum -

    kalemin ucile imzanın oka benziyen bir tarafını işaret etti:

    - şunu gördünüz mü?

    - evet, dedim. kalemi asabî kullandığınızdan bir oka benzedi.

    yüzünde bir hafif tebessüm belirdi:

    - hayır...dedi. bu kalem ve asabiyetin değil, benim ve idealin eseridir. tarihte eski afgan ihtilâlcileri arasında bir işaretti bu. ihtilâlciler imzalarının bir tarafına daima bir ok yaparlardı. bu ok ta şimdi benim ve arkadaşlarımın imzalarında bulunur. (...)"

    nizamettin nazif, modern türkiye mecmuası,
    25 ii.teşrin * 1938, no.40
  • emanullah han'ın ingiliz ajanı olduğuna dair açığa çıkan bir şey yok. atatürk de hayatının hiç bir döneminde afganistan'da bulunmadı. hatta atatürk soyadını aldıktan sonra yurtdışı ziyareti bile yapmadı.
  • anlamsızca akla kamasullahı getiren
hesabın var mı? giriş yap