• 2009 yılında alef tarafından yayınlanan monika maron romanı. yaşlı bir kadının geçmişe, büyük aşkına ve hayata dair düşünceleri gibi oldukça sıkıcı olabilecek bir konuya sahipken, "eve gitsem de animal triste okusam" dediğim akıcı dile sahip. özellikle keskin içgörülerini, yorumlarını okudukça elinize kalem alıp altını çizesiniz gelecek. hatta ben çizdiğim bir kısım yerleri paylaşayım:

    "tanıdığım insanların hemen hepsi, anne babalarına benzemek gibi bir doğal tehdit karşısında öyle dehşete kapılmışlardı ki, hayatları kalıtımla geçmiş özellikleri etrafında yapılan bir slalom yarışına benzemişti, böylelikle bu benzeyiş nihayetinde bir yazgı gibi gerçekleşmişti."

    "söz dinleyen insan, kendisinden kaçamayacak olanı sever. bir köpek satın alır ve onu sever. köpek öldüğünde yeni bir tane satın alır ve köpeği sevemeye devam eder. ben işin kolayını seçmiştim; ben franz'la karşılaşmadan önce, ölümsüz brachiosaurus'u (bir dnazor türü) seviyordum."

    "başkalarının bolluk içinde sefahat sürmeleri gibi, franz gençliğinin yoksulluğu içinde sefahat sürüyor(du)"

    "mikrokozmos kendi başına bir muammadır. hayvanlığımı hiçbir zaman unutamadım ben."

    kitabın adı eski bir latince deyişten geliyor: omne animal triste post coitum
    her hayvan cinselbirleşme sonrası hüzünlüdür.

    edit: bir daha okumadım, ama yıllar geçti, 7 yıl, bu kitabın bana anlattığı kendi hikayem peşimi bırakmıyor. okumadım çünkü istemedim. içgörüsü beni yaralıyor sanki. ne zaman kendimden kaçtığımı fark etsem orada! lanetli ve sinsi bir hikaye. tedbirli okuyunuz.
  • "gençliğimde, genç insanların çoğu gibi ben de genç ölmem gerektiğine inanmıştım. içimde öyle çok gençlik, öyle çok başlangıç vardı ki, ancak şiddetli ve güzel bir son düşünülebilirdi; ben yavaş yavaş ölüp gitmek için yaratılmış değildim, çok iyi biliyordum bunu." cümleleriyle başlar. okumayı bitirdiğim andan değil, okumaya başladığım andan itibaren sevdiğim belki de tek kitap.
  • "her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür: kadınlar ve horozlar hariç."

    arka kapağında yazılı şu yazıyı görünce ilgimi çekmişti. kapağı da öyle. alef yayınları basmış yeni baskısı yok sanırım. sahaftan almıştım.
    yaklaşık yüz yaşındaki bir kadının geçmişte aşık olduğu tek erkeğe olan takıntısını anlatıyor. fakat takıntısının sebeplerini sonda anlıyoruz. ayrıca kadın yaşlı olduğundan sık sık "yüz yaşındayım belki de doksa bilmiyorum"ya da "adı franz'dı ya da başka bişey bilmiyorum" gibi çoğu şeyi hatırlamadığını belirttiğinden anlattıklarının belki de bir kurgu olduğunu düşündürtüyor. zihinimiz bizimle oynadığı oyunlar.
    kitabı okurken biraz sıkıldım ama akıcı bi dili var. sadece hikaye ilgimi çekmedi sanırım.
  • 24 ekim 2017 salı akşamı saat 19'da ayfer tunç ve murat gülsoy'un diyaloglar kapsamında hakkında konuşacağı kitap.

    link
  • son zamanlarda en çok etkilendiğim kitaplardan. hüzünlü hayvanlardan insan, birleşme sonrası hüznü. şehrin birleşmesi, iki bedenin birleşmesi... monika maron'dan sarsıcı anımsamalarla savaşı, savaş sonrasını, aynı ülkede kültürlere ayrışmayı ve bir insana duyulan tutkuyu anlatan bir roman 159 sayfada o kadar çok şeyden bahsediyor ki, her okuduğunuz sayfadan haz alıyorsunuz. kitapla ilgili blog yazım için.
  • "ben asla franz'a yemek yapmam, çünkü bir sevgiliye yemek yapmayı müstehcen buluyorum."
    alef yayınları 73 / 2.baskı
  • hüzünlü bir bekleyiş romanı. yüzleşmelerden kaçmak için ömrünü feda edenleri, kıskananları, paylaşamayanları, berlin duvarını, aşkları - evlilikleri - ihanetleri anlatıyor.
    sonunda hissettiğim, hüzün.
  • kitabı elinize alınca kapak resmine bakıyorsunuz ve nasıl oluyorsa kitabın bütün hissiyatını edinmiş oluyorsunuz. konuyu bilemememe rağmen karaktere empati, sempati ne varsa hissetmeye o anda başlamış bulundum. banu birecikligil'e ait olan kapak resmi beni en az hikaye kadar etkiledi. roman zaten ilk cümleden yakaladı ve sürükledi. kitabı okuduktan sonra murat gülsoy ve ayfer tunç'un dialoglar'ını izledim. izlerken zevkten dört köşe oldum. edebiyat severler için daha büyük bir keyif olamaz heralde .
  • romana referans olan ayfer tunç'a ufak bir teşekkürle başlayayım. kitabı bitirdikten sonra kendisinin murat gülsoy'la beraber gerçekleştirdikleri "diyaloglar" serisindeki tartışmayı da dinledim, gayet doyurucu buldum. aynı seriden devam etmek isteği oluşturdular.

    öte yandan bir süre, monika maron'un türkçe'ye çevrilmiş diğer iki kitabını okuyamayacağım çünkü 150 sayfalık kitap son derece yoğun ve kasvetli bir anlatı içeriyor. diğerleri de böyleymiş, yukarıdaki sohbette söyleniyor. orada konuşulanları tekrar etmemek adına kısa tutmaya çalışacağım, eksik kaldığını düşündüğüm birkaç meseleyi vurgulamak isterim.

    öncelikle hatırlama-varsayım-yanılsama-gizleme-ifşa/kusma ekseninde bilinçdışının sürekli müdahalesi gözetilerek kurgulanmış bir kitap olduğunu belirtmek gerek. olay örgüsü (anlatıcının izlenimleri) zaman zaman keskin ve uyarıcı neden-sonuç ilişkileriyle bilinç akışı tekniğini bıçak gibi kesiyor ve bunu da tematik olarak "bilincin her yerdeliği" ve saplantıyla ilişkili olarak kullanıyor yazar. bu parçalı anlatı ve kesintilerin sürekliliği okuyucu alışkanlıklarını zorlayan bir teknik. okurun kafasında romanın hemen bir yere oturmasını engelliyor, onu rahatsız ediyor.

    olay örgüsü adına parça parça çok şey var fakat ana meseleler genellikle bir tokat gibi ses getirecek çıplaklıkta veriliyor.

    genel izlek şu: doğu almanya'da iktidarın zihne müdahele ederek (duvar inşa ederek) unutmayı yasaklaması, anlatıcı tarafından bayılmanın yasaklanması (yasak delinir, baba öldürülür, iktidar devrilir) olarak bir gerçeklik şeklinde (beden üzerinde) yaşanır. bu anlamda anlatıcının bedeninde iktidarın cisimleşmesi bir epilepsi krizini tetikleyerek neyin kader olduğunu; kalıtım ve beden meseleleri üzerinden tartışmaya açar. genellikle dış faktörlere işaret eden kriz özneden bağımsız olarak var olamaz çünkü kişi tüm tarihiyle kendi krizini içermektedir ve hikayesi aracılığıyla da o'nu (ötekisini) çağırır. özne kendini, krizine kilitlemiştir; ta ki kendi içinde(n) yaratacağı çatlağı/yarığı bulup onu kendi hakikati yapıncaya kadar. duvarın yarılması metaforu içselleştirilmiş iktidarı da kapsar, barbarlık ve uygarlığın çatışmasını da.

    akla uygarlığın huzursuzluğu'nu getirir bu kurgu. dolayısıyla o yarıktan eros ve thanatos'un mücadelesinin çıkması şaşırtıcı değildir. anlatıcı bir şeyler bulduğunu sanır, aşkı keşfi, aşka gecikmeyi de içerir. gerisi arzu, haz, ötekinde kendini arama, yeni duvarlarla karşılaşma, haset, gurur, acı, öfke... lacan'ın sözüyle, “seni seviyorum, fakat açıklanamayacak bir şekilde içindeki bir şeyi - objet petit a - senden daha fazla sevdiğim için seni tahrip(mutilate) ediyorum.”

    romanın tematik zenginliğinin çatışmalarla bezili iç içeliğini ifade etmek açısından bir kısmını belirtmek gerekirse: hafızanın seçiciliği/aldatıcılığı/kurtarıcılığı, bedenin sabitleyiciliği/aşınması/yabancılaşması, cinsiyetlenmenin mekanikliği/androjenliği/parçalayıcılığı/politikası, uygarlık'ın gururu/yaralayıcılığı/duvarları, hayvanın fısıldadıkları/sükuneti/kehaneti/dehşeti, aşkın kendiliğindenliği/özgürleştiriciliği/bağlayıcılığı/yıkıcılığı, ötekinin sözcükleri/yansıtıcılığı/varlığı/kurgusallığı, savaşın yıkımı/kuruculuğu/ekonomisi/kalıtımsallığı...

    fakat kitapta beni rahatsız etmiş çok temel bir sorun da var. ilk 10 sayfada aşırı boyutlarda, sonraları azalsa da devam ediyor: yazar ince bir ima ile kurulmuş bir mikro-anlatı veya yeni bir iç meseleyi kurmasıyla tam okuru mest ederken, bir sonraki paragrafla bu sefer anlamayanlar da anlasınlar dercesine kalın hatlarla aynı mesele tekrar ediliyor... bunun "kasveti arttırmak" gibi işlevsel bir yanı da yok esasen, aksine meseleyi hafifleştiriyor... "saplantı" temasıyla açıklamak istersek de, romana göre ucuz bir numara olarak kaldığını söyleyebiliriz.

    romanın sonunu tek bir olay olarak düşünürsek hayal kırıklığı yaratabilir, fakat romanın bütünlüğü içerisinde işlenen meselelerle ele alınınca kurgusallığa, varsayımlara ve hafızaya iyi bir düğüm atıyor. belki ritim yönünden eleştirilebilir, fakat yazarın zamanla ilgili müdahalesi ve sonlara doğru sıkıştırmaya gitmesi bilinçli bir tercih. ve anlatıcının da sona gelmeden hemen önce yaptığı yorumu da gözeterek değerlendirmek gerek.
  • kitap bir yerde durur ve sorar; aşk içimize mi giriyordu yoksa içimizden mi çıkıyordu ?

    sonra da cevaplar;

    "gözeneklerimizden içeri girip derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum."
hesabın var mı? giriş yap