• gezi parkı'nın yıkılıp yerine avm yapılması özelinde başlayıp genele yayılmasını dilediğim ve an itibarı ile buradan en azından kendi adıma başlattığım kampanyadır.
    geniş kapsamlı bir katılım olursa ekonomik açıdan etkili bir yöntem olacağını düşünüyorum.her ne kadar bu konudan haberi olmayacak haberi olsa da alıştığı konfordan vazgeçmeyecek milyonlar olacaktır.fakat karınca misali safımız belli olsun diye mümkün olduğu kadar avm'ye gitmeyeceğim ve bu konuda duyarlı olan herkesi de avm lere gitmemeye davet ediyorum.
  • bir saat önce "her açılan avm'ye çılgınlar gibi koşup doldurmasak, onun yerine parklara koşsaydık, belki daha farklı olabilirdi her şey" diye tweet atmış biri olarak desteklediğim bir kampanya, yayılmasını umduğum bir kampanya.
    gönül isterdi ki avm'de dükkan açmayı planlayan belli başlı bazı marka sahipleri de direnişe katılsın, destekçi olsun.

    ekleme; şimdi duyduğum habere göre bir kaç bilindik marka bu avm'de mağaza açmama kararı almış.
  • koyun gibi avm'leri dolduran bir toplum bugün neden bu kadar çok avm yapılıyor diye sormadan önce, "kırda bayırda gezip ağaç dikmeyip avm'lere üşüştüğüm için bunlar başıma geldi" diye düşünmeli.
    avm'leriniz sizin olsun, şükür bize ağaçlar ve temiz hava düştü.
  • yapılırsa destek verilmesi gereken etkinliktir ama bu etkinlik öyle tırışkadan teyyare olmaması lazım tüm esnafın da delicesine piyasayı destekler işler çıkarması gerekli.
  • biz başlayalım da gerisi gelir, bir yerlerden başlamak lazım.ne kadar çok kişi avm'lerden uzak durursa ekonomik açıdan o kadar etkili olacaktır. #avmistemiyoruz #avmyegitmiyoruz
  • işte bu çok zor bir kampanya.

    ben marmara park inşaatında 11 tane işçi öldükten sonra diyordum ki bu alışveriş merkezine artık kimseler gidebilemez. isteseler bile gidebilemezler. 11 tane işçinin cesedini çiğnemek istemez kimse diye düşünürdüm mal gibi. inşaat yapıldıktan sonra gördüm ki insanlar alışveriş merkezine o kadar açlarmış ki, allah'ın her günü tıklım tıklım. mesai saatlerinde dışarıda dolanan kalabalık akın ediyor. mesai saatleri sonunda yemek katında yer bulmak zor anasını satayım.

    adım gibi eminim ki oraya avm açıldıktan sonra tıklım tıklım olacaktır. inşaatında insan ölen bir avm tıklım tıklım doluyorsa inşaatında biber gazı kullanılmış avm'ye insanların duyarlı olacağını hiç sanmıyorum. hatta bugün biber gazı yiyenler bile yarın avm yapıldığında giderler oraya. hem gitmeseler ne olacak ki.
  • zor kampanyadır ama imkansız değildir.bu gün bir kişiyle başlayıp bir eklene eklene milyonlara da erişebilir.elbette tek başına yeterli değildir, söylenecek milyon tane negatif şey bulunabilir.ama gitmemek en azından bireysel bir tercihtir ben kendi adıma bu tercihi kullanıyorum ve herkesi de kullanmaya davet ediyorum.
    hiç olmazsa safımız belli olur

    kral nemrud ibrahim peygamber’in ateşte yakılması emrini verdikten sonra meydan yere odunlardan büyük bir yığın yapılmış. odunları tutuşturmuşlar sonra. alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuşacağını sanmış çocuklar. korkmuş kaçmış bütün hayvanlar.

    ibrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış askerler. atacaklarmış ki nemrud’un ne güçlü bir kral olduğunu anlasın, görsün; bir daha ona karşı gelmesin ibrahim peygamber.bu sırada bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile koşa koşa gidiyormuş.

    hem de boyu göklere varan cehennemi ateşe doğru. gökte uçan ve gagasında ateşe atmak üzere bir dal parçası taşıyan bir karga onun bu telaşını görüp sormuş hemen yanına yanaşıp: “bu acelen niye? nereye böyle?”ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp, “duymadın mı” demiş. “nemrud, ibrahim peygamber’i ateşte yakacakmış. işte ateşin olduğu yere su götürüyorum.”bu sözleri duyan karga kendini tutamayarak uluorta kahkahalarla gülmeye başlamış.

    “sen şu ateşe dönüp yüzünü hiç bakmadın mı?” diye sormuş. “ne kadar büyük. senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”

    su taşıyan karınca, “olsun” demiş. “hiç olmazsa safımız belli olur.”
  • "hep destek tam destek" diyerek destek verdiğim kampanya!
    cinsiyetçi, tükettirici ve sığlaştırıcı meta panayırlarına hayır!!!!!
    lütfen ama lütfen...
    biraz zaman ayırarak aşağıda yazılanları okur musunuz?

    avm tipi aile

    geçenlerde istanbul’un ünlü avm’lerinden birinin bir kafe-restoranında kuzenim ve karısıyla öğle yemeği yiyorduk. büyük bir şirketin plazasında çalışan kuzenimi yıllardan beri görmemiştim, hamile karısıyla da yeni tanışıyordum. karşımda oturanlar büyük şehirli, iyi eğitimli, iş hayatında hırslı, modern, genç bir çiftti. yeni evliydiler, birbirlerini çok seviyorlardı ve mutlu oldukları da belliydi.

    o yemekte sadece karısını değil, kuzenimi de aslında pek tanımadığımı fark ettim. karısının biraz gecikeceğini söylemiş ve geldiğinde yemeğini hazır bulması için garsona bilmem ne sosundan, sodadaki limon dilimine kadar gayet detaylı bir sipariş vermişti. o anda, hafif üstten bir edayla bu detayları sıralamasını biraz aşırı bulmakla birlikte, karısına düşkün bir kocanın takdirlere şayan davranışı olarak yorumlamış, pek de üstünde durmamıştım.

    ama karısı da bize katıldıktan sonra, kuzenimin ikili hayatlarına dair her konuşmada “ben” dediği dikkatimi çekti. bu bir bencillik göstergesi ya da egonun sesi olarak “ben” değil; ailenin kurucusu, koruyucusu ve uzantısında da karar vericisi olarak “ben”di. mesela hamile karısıyla doktora gitmiyorlardı, kuzenim karısını doktora götürüyordu. oturdukları evi kuzenim seçmişti, çünkü karısının ne istediğini biliyordu, onun için en incesini seçebilecek kadar düşünceliydi. evliliklerinin birinci yıl dönümünde birlikte yemeğe gitmemişler, kuzenim karısını yemeğe çıkarmıştı. her ikisi de çalıştığı halde “ailenin” parasını kazanan, gelecek planlarını yapan kuzenimdi. anladığım kadarıyla karısı kazandığı parayı nasıl isterse öyle harcamakta serbesti. kuzenim ailenin öznesi, karısı da çok sevilen, el üstünde tutulan nesnesiydi ve bütün bu konuşmalar sırasında kuzenimde fedakarca bir hava, karısında da bu türden bir el üstüne tutulmayı hak ettiğine inanmaktan doğan bir gurur seziliyordu.
    konuşma ilerledikçe aralarında çok keskin bir kadın erkek ayrımı olduğu dikkatimi çekti.

    tahmin ettiğim gibi karısı aşk filmlerini seviyordu, kuzenim aksiyon filmlerini. biri spor ve otomobil dergilerini takip ediyordu, diğeri kadın dergilerini. erkekleri mest etmek için tasarlanmış büyük araba kuzenimindi, karısına da (yaradılışları itibariyle park etmeye bir türlü kafaları basmayan kadın milleti için tasarlanmış) küçük arabalardan almayı planlıyordu. ev için elektronik eşya seçimi ve işletilmesi kuzenimin sorumluluğundaydı (kadınların yine yaradılışları itibariyle elektronik eşyaya yeterince vakıf olmadıkları erkekler arasında yaygın bir kanaattir. ) aileyi ilgilendiren ama dış dünyada cerayan eden işlerin organizasyonu ve bütçenin yönetimi kuzenimin işiydi, karısına düşen sadece ne istediğini-elbette makul sınırlar içinde- söylemekti ve makul sınırların ne olduğu konusunda şaşılacak kadar aynı fikirdeydiler. birbirlerinin kariyerlerine de zekalarına da, isteklerine de saygı duyuyorlarya da öyle görünüyorlardı.

    otuzlu yaşların başındaydılar hayatları iş yerlerinin bulunduğu plazalarda, ünlü bir avm’nin yakınındaki evlerinde ve hafta sonları neredeyse tümüyle avm’lerde geçiyordu. yemek yediğimiz kafe-restoranın müdavimi oldukları, garsonun onlara adları ile hitap etmesinden anlaşılıyordu. bulunduğumuz avm’deki spor salonuna (fitnesscenter) üyeydiler. kuzenim yıllar içinde step, jogging, aerobik, kickboks gibi trendleri takip ettikten sonra en sağlıklısının (bkz: kardiyo) olduğuna karar vermişti, karısı da plates yapıyordu. her ikisinin de saçları aynı avm’de bulunan ve kadınlarla erkeklere aynı mekanda hizmet veren kuaföre (hairdresser) emanetti. evden çıkmayacaklarsa avm’deki dev kitapçıdan (bookstore) aldıkları dvd’leri izliyorlar, arkadaşlarıyla da avm’lerin tai, japon, italyan gibi konseptli restaurantlarında buluşuyorlardı. elbette ölçülü bir şekilde içki içiyor ama asla sigara içmiyorlardı. yakında çocukları da olacaktı ve böylece hafta sonu avm ziyaretlerine çocuk mağzaları ve çocuk kulüpleri de eklenecekti.

    kuzenimin birlikte bira içip cips yiyerek maç seyrettiği veya play station oynadığı, böylece onlarla geçirdiği geceleri tam bir erkek ritüeline dönüştürdüğü erkek arkadaşları; karısının avm’lerde buluşup birlikte spa’ya gittiği, mağaza gezdiği, aşk ve ilişkiler konulu kadın muhabbeti yaptığı (girl talk) kadın arkadaşları ve birlikte yemeğe çıkmak, evde tabu oynamak, bayramlarda beraberce yurtdışına, yazın tatil köylerine gitmek gibi çiftlere özgü faaliyetlerde bulundukları çift arkadaşları da vardı.

    o gün bu genç çiftle yemek yerken düşündüm: benim çocukluğumda da orta sınıf aileler böyleydiler. `kadınların kadın, erkeklerin erkek, karı-kocaların karı-koca arkadaşları` olurdu. o yıllarda orta sınıfın en modern ailelerinde bile cinsiyetçi roller sorgusuz sualsiz kabulleniliyor, aile düzeni doğrusu bu mudur diye sorulmadan işletiliyordu. bunca yıl sonra geldiğimiz yer, cinsiyetçi rol paylaşımına göre kurulmuş aile iskeletine geleneksel yerine modern kılık giydirilmesi ve ialece gidilen akşam oturmalarında piştinin yerini tabunun alması olmuştu. beni asıl şaşırtan, kuzenimin de, karısının da doğruluğundan emin oldukları bu cinsiyetçi rol paylaşımından had safhada memnun olmalarıydı, hatta gayet modern, çağa uygun bir çift olduklarından en ufak bir kuşkuları yoktu.

    iyi de bu cinsiyetçi defteri kapatmamış mıydık? ne zaman açıldı gene? zamanımızın genç kadınları açtıkları bu defterin cinsiyetçi olduğununun farkında değiller mi? bu yaşama biçimi, bu model aile onlara cinsiyetçi gelmiyor mu? cinsiyetçiliği doğal, hatta “cool” mu buluyorlar?
    bir avm restoranında oturuyor oluşumuzun da etkisiyle, kuzenimle karısının oluşturduğu aile modeline “avm tipi aile” denebileceğini düşündüm. çevreme baktığımda gördüğüm, cinsiyetçi, tükettirici ve sığlaştırıcı olduğunu pek çok şatafatlı, yenilikçi süsle örten bir yapı, bir eğilim, bir yaşama biçimiydi. kuzenimle karısı şahsına münhasır bir aile değildiler. aksine çapın ve ekonomik düzenin ürettiği, birbirinin neredeyse aynı tipik ailelerden biriydiler.

    tek örnekten hareketle bir sonuca varılamaz. araştırmacıların işi örnekleri doğruya en yakın sonucu çıkarmaya yetecek kadar çoğaltmaktır. ama bezen tek bir örnek, o güne kadar dikkate alınmamış bir toplamın aydınlatıcısı olabilir, bir kıvılcım çaktırabilir. ben de bu tek ama beni aydınlatan örnekten hareketle (araştırmacı olmadığım için de rahatlıkla) söyleyebilirim ki, avm tipi aileler, avm tipi gençlerle birlikte “zeitgesit”ı, zamanın ruhunu en iyi temsil eden kitleyi oluşturuyorlar. dilimize çok havalı ve gizemli bir anlam dünyasına büründürülerek transfer edilen zeitgeist sözcüğü de kanımca en çok avm’lerde billurlaşıyor.

    zeitgesit’ı (dolayısıyla avm’leri)”koş, yetiş, geride kalma!” şeklinde formüle ediyorum. yeni modaya koş, yeni ürüne koş, trendy restorana koş, üst modeline koş, indirim var koş, promosyon var koş, son bestseller romana koş, herkesin konuştuğu filme koş, acele et, koş, yetiş kaçırma. kaçırdın mı? ya fakirsin ya salaksın ve ikisinin de bu yeni hayatta yeri yok.

    hep dikkatimi çekiyor. avm’leri sevenler buralarda kendilerini, evlerindeki kadar rahat hissediyorlar. avm’lerin satış felsefesinin ve psikolojisinin vardığı şahikanın ürünü olan mimarileri ve gerektiğinde anlayış abidesi kesilen personel bu rahatlığı herkese cömertçe sunuyor. bu cömertlikte tatlı bir gülümsemenin yanı sıra kuvvetli bir bahşetme tonu da bulunuyor, ama ödemeler kredi kartıyla yapıldığından aslında hiçbir şeyin bahşedilmediği, aksine kazık anlamına geldiği ancak hesap özetleri gelince ortaya çıkıyor.

    avm bağımlılıları, avm’lerin sunduğu siz çok özelsiniz, bütün bu güzel şeyleri hak ediyorsunuz” iddiasının tam da doğru olmadığını içten içe bildikleri halde, ayrıcalıklı bir kişi, sahte bir vıp olmanın cazibesine dayanamıyorlar. oysa bireysel ve çok özel bir kimlikmiş gibi sunulan şey, ürkütücü bir tek tiplilik. lüks avm kadınlarının veya genç kızlarının hepsi birbirine benziyor örneğin. geçen kış “ugg” botlar, geçen yaz “gladyatör sandalet”ler giymişlerdi. bakalım bu kış ne giyecekler? öte yandan geçen yüzyılda kısa bir süre için de olsa tarihin çöplüğüne atılan ayrıcalıklı olmak halinin hortlayarak ve daha büyük bir güçle geri dönmesi bana ürkütücü geliyor.

    insanların gold-platin-exclusive gibi kartlar aracılığıyla belirlenen bir ekonomik değer seviyelerinin olması da ürkütücü. sıradan insanın ayrıcalıklı olmaya bu kadar önem vermesi daha da ürkütücü, hatta korkutucu.

    yanılmıyorsam stalin’e ait olan “nicelik niteliktir” sözünün tam karşılığını bulduğu yerlerden biri olan avm’lerde nitelik, niceliğe yenildiği için insanların sığlık katsayısı hızla yükseliyor. belli bir sosyal beğendiğini sen beğenemiyorsan muhtemelen sende bir sorun vardır. ugg botlara hayır diyemezsin. ama konunun paradoksal tarafı da şu: niceliğin nitelik olarak sunulduğu yerler yine avm’ler. “dahi” tasarımcıların yüksek nitelikler yüklediklerini iddia ettikleri ürünler yüksek fiyatlarla tescilleniyor, bir eğilim oluşturuluyor. böylece var olduğu iddia edilen “nitelikçok satan oluveriyor, nicelik haline geliyor.

    cinsiyetçi eğilimlerin varlığını araştıran bir açıdan avm’lere bakacak olursak buraların cinsiyetçi mekanlar oldukları kolayca görülüyor. aynı tür aileyi, aynı tür kadını ve erkeği yeniden üretiyorlar. psikolojik stratejileri, promosyon malzemeleri, afişleri, reklam sloganlarıyla bütün bir satış felsefesiyle kadın olma halini de, erkek olma halini de abartıp sömürüyorlar. avm’ler bir tür “modern maço”, bir tür “soft femme fatale” üsretiyor, karşı cins için daha çekici olma tavsiyeleri ve ürünleri satılıyor. iki cinsi aynı hatta yan yana getirmedikleri gibi, iki ayrı kutba çekiyorlar ki, ayrı ayrı tüketim bombardımanına tutabilsinler.

    avm’lerin hemen hepsinde ortak olan bir ruh var. bu ruh mağazaların fazla özenli vitrinlerinden, kafe-restoranların iddialı dekorasyonlarından, neredeyse havada asılı duran satış psikolojisi bilgiçliğinden, mimarların orijinal olsun diye aylarca kafa patlattığı tuhaf ortak alan düzenlemelerinden, dönüş vakti gelenlerin ellerinde alışveriş poşetleriyle otoparklarda yaydıkları depresyon ve sebebi derinlerde yatan öfkeden, satış görevlilerinin gençliğinden, her bir giysinin üstünden sarkan onlarca etiketten, hızdan, sesten, gıcır gıcırlıktan, tarif edilemeyen bir kokudan, her yerde rastlanmayan bir parlaklık, ışık ve temizlikten, temizlik görevlilerinin görünmezliğinden oluşuyor. gri ve toprak rengi üniformalı birileri ususlca ellerindeki paspasları yerlerde gezdiriyorlar, dilsiz sayılacak kadar sessizler. satış görevlileri oturmuyor, mağazalarda onlar için sandalye yok, ayakta durmak, genç ve enerjik olmak zorundalar. avm çalışanları arasında ihtiyarlara yer yok. (gerçi onlara dünyada yer yok artık!). buna rağmen çalışanların yüzlerinde yersiz bir kibir, saçma bir gurur oluyor. pek çoğu canla başla, dükkan kendilerininmiş gibi çalışıyor. hele güvenlik görevlilerinin bazılarındaki fbı ajanı halleri insanda basit bir alışveriş merkezine girildiği değil, `netameli bir ülkenin pasaport kontrolünden geçildiği` duygusu uyandırıyor.

    bu hissin gerçekçi temeleri de var öte yandan. hırsızlık yaptığı gerekçesiyle ünlü bir avm’nin güvenlik odasında dövülen beş yaşındaki kız çocuğunun tv’lere yansıyan görüntüleri hafızaların derin kuyularında kaybolduysa, köprüdekiler filminin bir sahnesini hatırlayalım: çöp toplayarak hayatını kazanan çocuğun hiçbir şey yapmadığı halde elektronik mağazasından ite kaka çıkarılıp dışarı atılışını!
    (bkz: iş kıyafetleriyle profilo avm'ye alınmayan işçi)

    zamanlarını severek ve isteyerek avm’lerde geçirenler, içine daldıkları bu avm ruhunun etkisiyle olsa gerek, kendilerini fazla önemsiyorlar ve birbirlerine çok benziyorlar.vitrine bakmalarında, sinema girişindeki ekranlardan yer seçmelerinde, jetonlu oyuncaklarda çocuklarını oynatmalarında, kağıt bardaklardan kahve içerek dolaşmalarında bile aynılık var. buralarda herkesin hikayesi aynı duygusu uyandırıyor, korkarım aynı ve bul hal bende hayata ve hikayeye dair hayal kırıklığına neden oluyor.

    mağazaların konumlanışları, yeme içme eğlence mekanlarının dekorasyonları hatta ortak alanlardaki kibirli diyazn, “tükettiğin kadar varsın” demekle kalmıyor, “tüketemiyorsan yoksun, iyisi mi gelme!” diyor. sınıfsal aşağılama avm’lerin doğal hali. buralarda aşağılanmak korkusu, kazıklanmak korkusunu bastırıyor. mensubu olduğu sınıfın veya bir üstünün eteğine yapışanlar aşağılanmaktan öyle korkuyorlar ki, kazıklanmayı seve seve tercih ediyorlar. her şey aşırı iddialı. mütevazılık suç. yeni ürünlerden haberdar olmamak ayıp. yoksulluk affedilmiyor. tasarımlardaki yenilik ve orijinallik, sanki dünyayı kurtaracakmış gibi önemseniyor.

    bir şeye ihtiyacını olup olmamasının önemi yok. çünkü avm feslefesine göre insan ihtiyacı olduğu için almaz, alması gerektiği için alır. walter benjamin pasajlar’da fuarlar için “adına mal denen fetişin hac yerleridir.” demişti (s.94). bu cümleyi bugün avm’lere uyarlamak mümkün. mal hâlâ ve daha da fetiş şimdi, ama adına ürün diyorlar.

    alışveriş yapmak günlük ibadet haline geldi. öte yandan iyi bir avm’li olmak için yeni’ye tapınmak gerekiyor. çünkü müşteriyi oraya çeken şeylerden biri de sürekli yenilenen “yeni” vaadi. yeni ürün, yeni mağaza, yeni moda vb. oysa benjamin yine aynı kitapta diyor ki: yeni, yanlış bilincin yorulmak bilmez acentalığını modanın yaptığı yanlış bilincin özüdür (s.100).

    benjamin demişken… paris’in pasajları “flaneur” yetiştirmiş. artık pasajlar yok. pasajların çıkışlarında ansızın açılan, gizemli, hafif karanlık dünyaların yerini camdan duvarlar, çelikten sütunlar, ne gariptir ki yapay hissi yaratan gerçek bitkiler, su efekti, orman efekti, hayat efekti aldı. oysa flaneurlar dünyayı tercüme ederlerdi. ya tercüme etmeye değecek bir dünya yok artık ya da kimse dünyayı umursamıyor! ”

    ayfer tunç, birikim
  • avm ye gitmiyoruz. akşam gezi parkına gidiyoruz. (bkz: gezi parkı ekşi destek grubu)
  • çekirdek ailemizle sonuna kadar desteklediğim kampanyadır. vıcık vıcık ortamlarını da, el alemin dükkan kirasını, jan jan parasını aldığım ürünlere yansıtan politikasını da oldum olası sevmedim zaten.

    bu insan müsveddelerinin gözünü bürüyen kanlı para hırsına zerre katkım olsun istemem. nasılsa bu koyunlar buraları dolduracak gözüyle bakıp sağlayacakları ranta hem yaş hem baş keserek ulaşmayı reva görenlerin sürüsünde güdülmeyi reddetmek, evdeki bulguru olmamakla gurur duyuyorum.
hesabın var mı? giriş yap