*

  • varlıkların allah ilminde sabit olan ezli hakikatları, var olmadan evvel varlıklar hakkındaki allahın bilgiye sahip olması hadisesi..
  • ışık vurmadığı zaman, gölge zahiri varlığın içinde mevcuttur; ama ışık vurduğunda var olur. ışık vurana kadar yok hükmündedir; ama vardır. gölgeyi, ancak nesnenin üzerine ışık vurduğunda görürüz. ayn i sabite de gölge gibidir, hakk'ta bulunur; ama belli bir kuvvet olmadıkça varlık halini almaz. varlık olarak yoktur; ama yokluk aleminde vardır. varlıklar, ayn i sabite halindeyken, varlık alemine çıktıklarında yapacakları her şey bellidir; bu nedenle allah, olacak herşeyi bilir (tabi burada "olacak" derken zaman kavramı içindeki bir gelecekten bahsetmiyoruz; çünkü zaman da bir varlıktır.)
  • ayn-ı sabite değil, a'yân-ı sâbitedir o.

    (bkz: a'yan-ı sabite)

    bu kavramı kısaca, varlıkların yaratılmadan önce allahın zihnindeki yoklukta var oluşları olarak açıklayabiliriz...

    platon felsefesinde idealar dünyasının karşılığıdır bir nevi. tıpkı o felsefedeki gibi bir görünür olanların dünyası, nesneler dünyası vardır bir de o nesnelerin asıl halleri vardır.
    işte o asıl haller yani eşyanın vücûda gelmeden önce tanrının bilgisinde mevcut olan halleri ayan-ı sabiteyi oluşturur.

    anlaşılabilmesi için ışık teşbihi gayet yerindedir.
    buradaki ışık tanrının kün diyişi onun sesidir.
    tanrının ol demesiyle a'yanı sabite mevcud olmuştur. bu mevcudiyet hali belirli aşamalar halinde vuku bulmuştur.

    mutasavvıflara göre, önce nûr-ı muhammedî var edilmiş onun varlığı ve evrenin öteki unsurları olan anasır-ı erbaa*, mevalid-i selâse* ve son olarak da insan yaratılmıştır.
  • islamın içine sonradan girmiş platonculuk terimlerinden birisi. bir de önceden girmiş olanlar var ki, neyse ben bir şey demiyorum. kaderi açıklamaya çalışırken kullanırlar genelde. eşyanın hakikatinin olduğu yer diye. adam bir püskürtmüş ağzından ideaları her tarafa bulaştırmış.
  • tekili ayn-ı sâbite.

    allah’ın ilmindeki hakikatleri olup hariçte mevcut değildir. davud el-kayseri’ye göre de ilimde bulunmayan nesnenin somutta varlığının olması asla mümkün değildir. bu yüzden bunlar allah’ın ilminde sabit olan “yoklar” (madumat) olarak telakki edilir. a’yan-ı sabitenin dış aleme nazaran varlığı yoktur. onun içün “yok” olarak kabul edilir. sabit özler, ilmi suretler olmalarından ötürü, yaratılmış olarak nitelendirilmezler. varlığın kuvve halinde birer arketipleridirler.

    islam sanatçısını da etkileyen anlayıştır.

    sanatçı ister minyatür nakşetsin ister yazdığı şiirde bir tasvir yapsın ele alacağı varlığın gerçek özünün, görünen boyutu olmadığının idrakiyle hareket eder. böyle bir idrak de onu varolanı olduğu gibi görmekten ve göstermekten alıkoyacaktır. elindeki malzemenin imkanıyla görünenin ardındaki gerçek özü yansıtmaya çalışan islam sanatçısı işte bu yüzden “gerçek”ten yola çıkar, “hakikat”e yönelir. onun sanatının çevresine “ilgisizliği” ve sanatta sürekli değişmeyi hedeflemesi bu ontolojik kaygıdan kaynaklanır. bu yüzden bu alemdeki varlıklar tasvir edilirken onların gerçek özlerini hatırlatacak bir yol tercih edilir. bu da sanatta stilizasyonun doğmasına neden olmuştur.

    daha fazlası için (bkz: islam sanatlarında estetik)
  • anlamak isteyen önce sühreverdi okumalıdır bence. sonra;
    toshihiko izutsu: ibn arabi'nin fusus'undaki anahtar kavramlar,
    william chittick: ibn arabi giriş kitabı, varolmanın boyutları
    ekrem demirli: ibn arabi metafiziği kitaplarını okumak ibni arabi düşünce sistematiğini anlamak için yardımcı olabilir. yoksa işiniz zor. kolay gelsin.
  • (bkz: numen)
  • yeterince iyi anlaşılmadan tasavvufun anlaşılamayacağı öğreti/kavram.

    hakk teala alemlerin rabbi ve tek ilahıdır. zât'ından başka ne bir var vardır ne de bir varlık.

    o'nun bizi bilmesi ise kendi ezeli ilminde bizi bilmesi demektir ki bu ayan-ı sabitemizdir. yani her bir varlığın o'nun ezeli ilminde değişmeyen, sabit bir hakikati vardır ki hakk bizi bu hakikate göre var eder.

    nefsini bilen rabbini bilir demek kendini bilen ayan-ı sabitesini bilir de demektir. iblis kendini bilerek o'nu dalalete düşürülen rabb-i hass'ını da bilmiştir ve hemen kendisine verilen görevi kabul etmiştir. o isme ram olmuştur.

    muhammed ise kendisine hidayet edeni hemen bilmiş ve kendisini o'na teslim etmiştir. o isme değil ismin zat'ına ram olmuştur. aralarındaki fark budur.

    insan hakk'taki sabit gerçekliğini keşfetse bile oradaki isimlerin ve sıfatların terkibine değil âlemlerin rabbi olması hasebiyle yüce zât'a yolculuğunu sürdürmelidir.

    yani kendi ayn'ından hakk'ın ayn'ına seyrini devam ettirmelidir. muhammediler böyle yapar.
hesabın var mı? giriş yap