• abi siz türk değilsiniz araplaşmış türkmensiniz başlığındaki ilk giriye göndermedir.

    geçtiğimiz günlerden bir gün, evimizin sıhhi tesisatını onarmaya gelmiş “kırgız” işçinin yüzüme karşı söylediği sözdür. (ihtimal, kırgız; kırk-ız; türk ulusuna mensup kırk boydan mürekkep bir budunuz.)
    olay tabii çok ilginçtir, çünkü kısa boylu kalmadı, uzadı da uzadı. insanların da ilgisini çekeceğini tahmin ettiğimden ötürü, aklımda kalan konuşmayı, sohbet metni şeklini vererek buraya yazıyorum.

    - (dış ses: sakın ola doğal gaz borusunu delmeyin!)
    - agabey, sen de türksün, değil mi?

    - ben cetbecet türküm kardeş, ancak siz bedevi unsurlarla yoğrulmuş farsî bir milletsiniz. o sözü yanlış ettin. dahi anlamındaki –de’yi koymamalıydın, çünkü buradaki tek türk benim.

    - nasıl olur? yanlışın olmasın, bak, biz de türküz.

    - yahu nasıl türksünüz. dilinizde arapça, farsça sözcükler vardır; eskiden daha çok vardı. gelecekte de mevcut kalacaklardır. biz size ata yurdunda arapçık deriz.

    - arapçık mı? (vay namussuzlar!!111!!) eski arapça kökenli sözcüklerden ötürü mü bunu dersiniz?

    - he, iyi bildin. hem ne eski arapçasından bahsediyorsun; arapların bugünkü hâlleri hoşuna gitmez de güzelim dilimizi kirletişinize yeni bir suret mi ararsın?

    - hayır, hayır. sağın bilgidir bu, bunu söylemek gerekir. türkçe ile arapçanın paylaştıkları sözcüklere bakılırsa, birçoğunun iki dilde farklı anlamları taşıdığı görülür. zaman, mekân, dilin tınısı, geleneğin farklılığı gibi etmenler..
    adam lafımı keserek işine koyuldu:

    - “he ya, öyledir. biz yine de size arapçık diyor olacağız!11!11”

    kırgız sıhhi tesisat işçisi bir aralıkta insan kaynakları uzmanlığı yaptığını, orta asya’da insan kaynakları erbabının geçer akçe sayılmadığını, bu yüzden de türkiye’ye göç ettiğini söylemişti. külliyen zırvalık olan “yapıyor olacağız” kalıbı, fikrimce, asıl mesleğinin laf salatasından mülhemdi. ingilizcedeki “ı will be doing ..” kalıbı, demekti ki, kırgızcaya da yamultulmuştu.

    derhal kendimi toparlamalıydım, çünkü iş, bu sıhhi tesisatçının söylediği gibi değildi. o bir insan kaynakçısı olabilirdi, ama ben de bugüne bugün darülfünunda tarih okumuş bir ademdim. dolayısıyla, dil meseleleri üzerine bir teşrih yapılacaktı ise, bu konuda benim öncelikli hakkım vardı; sonralıklı olmak kaydıyla, bittabi onun da hakkı vardı.

    ayakyolunda tamirat olduğundan mutfağa gidip yüzümü yudum (yuğdum?). geri dönüp salim kafayla muhalefete başladım:

    - usta, be hey tamirci, beni dinlesen, fikrin değişir. şu hâlde, türkçede mevcut eski arapça sözcükler türklerin islamiyet’i kabulü ile dilimize geçmeye başlamıştır. yepyeni hukuk bu alışverişi, daha doğrusu alışı, zaruri kılmıştır. kaldı ki, islâmiyet’i kabul ederek bu sözcükleri almış olan da bir biz değiliz; siz de aşağı yukarı aynı vakitlerde müslüman oldunuz ve bu itibarla islâm hukuku’nun sözcük dağarcığını iktibas ettiniz. peşi sıra, türkler pek çok, ama pek çok mıntıkada devletler kurdular. bir devlet bugünkü mısır’da idi; öyle ki tarih kitaplarında adı “memlükler” olarak geçen bu devletin idarecileri, devletlerini “ed-devlet et-türkiyye” olarak adlandırdılar. düşün, türk adını bir devlet adında ilk kez kullananlar göktürklerdir deriz; türkiye adını da ilk kez kullananlar köle olarak gittikleri bir memlekette devlet kurmak başarısını gösteren kıpçaklar ve oğuzlar’dır. sana tarih dersi veremem, zira ne senin sığanın yeterliğinden eminim, ne de savurmalık zamanım vardır. demem o ki, bana dünya’da bir millet göster ki uzak asya’dan çıkıp kadim insanlık mirasının varisi olmuş bütün kentleri, ülkeleri ele geçirmiş olsun; içresi türkistan taşrası doğu çin, kuzey hindistan, bütün arabistan, mısır, kafkaslar, sibirya, karadeniz’in kuzeyi, doğu avrupa olsun. muazzam bir coğrafyayı idare etme…

    usta gitgide etki altına girdiğini fark etmiş olacak, hâlen kayıtsız olduğunu belli etmek için, oturuşlardan oturuş beğenirken çay demliğini devirdi. hâleti kurtarmak maksadıyla derhâl konuşmaya başladı:

    - ya kardeş amma da çene çalıyorsun. ben değme insan kaynakçılarına taş çıkartan, onları taş madenine sokup çalıştıran vasıfta bir adamım. hemen her dostum iyi bilir ki ben sık sık vikipedya kütüphanesine girerek muhtelif dillerde yazı okurum. türkçe, bildiğin “simpıl ingliş” gibi bir dildir. o ingilizcenin sesi, kelime hazinesi; bilcümle unsuru ne güzeldir. şimdi ne diyeceksin?

    - usta, tamam, anladım; sen türkçeyi sevmezsin.

    - yahu, ne alakası var? ben has türk’üm, sen beni böyle suçlayamazsın.
    adamın giderek kızaran suratı zonkladığı zannını veriyordu; çelişkileri müşahede etmekle bitmeyecek gibi idi. elim daralmamıştı, bilakis sözleyecek de çok sözüm vardı. işittiği laflardan mütevellit küplere binebilecek bir insanı ikna etmeye çabalamak pek az mantıklıydı, ancak şu ingilizce bahsini açmış olması ona bu kara cahil kafasını her rast geldiği konuya çalıştırmaması gerektiğini öğretmek için elime bir fırsat vermişti. fırsatı ganimet bilerek dedim:

    - yâ, demek eşsiz lisan ingilizcenin ezgili tınısı, engin söz dağarcığı ve aşkın konuşurları seni ana dilinden bezdirdi, ha? ana dil dediğin, insan yavrusunun şefkati ilk kez tattığı kolların sahibinin dilidir; çocuk, dili anasından öğrenir. insan nasıl anasını hor görmez ise, anasının dilini de yok yere olarak tahkir etmez. doğrudur, kimi adam anasına en kötü bir zilleti dahi reva görür ya; ana dilini istihfaf edenlerin de olması, toplum içindeki hastaların mevcudiyeti kadar anlaşılırdır. ne var ki, benim bu soydan adama ayıracak zamanım yoktur. bil diye söylüyorum, ingilizcenin söz dağarcığının yüzde yetmiş sekize varan oranı yabancı sözcüklerden oluşur; kırma dil olmanın, kötü lisan sayılmanın kıstası alınan ya da verilen sözcüklerin sayısı değil, ol dili konuşanların çokluğunun zeka geriliği çeken kimseler olmasıdır; ne kendi tarihini okur ne dünyanınkini, sonra benim dilim niye bu hâle sokulmuş, bilmem ne..

    - ne? dilin elbette kötü bir hâle sokuldu, yoksa inkâr mı ediyorsun?

    usta sığ bir adamdı. ne söylesem anlamayacaktı, çünkü anlattıklarım onun anlayabileceği kadarda sınırlanacaktı ve görünen o ki çok bir şey anlayamıyordu. dilin iyi mi kötü mü olduğunu kolayca tefrika ettirilmeliydi; iyiler ve kötüler, edgüler ve yamanlar.. bu takdirde, herifi, az akıllı bir canlıyı terbiye eder gibi, ıslah ederek öğretime başlamaya karar verdim. sonuncu sorusuna henüz cevap vermediğim ve hayli zaman geçtiği için iyiden iyiye gerilmişti. midesinden, bağırsağından derin suyun balaban hayvanının sesini andıran, uzun uzun fakat boğuk gürültüler geliyordu. anladım ki ne bu sessizlik ne de biteviye yürütülmüş olan tartışma ona olumlu tesir etmişti. o vakit, onu önce bir rahata erdireyim diyerek mutfağa bir koca bardak su koymaya gittim. rahattayken iyi bellerdi. bir çanak da kuruyemiş hazırladım. yanına vardığımda, bu işinin ustası kişi hâlâ biraz mahcup tümüyle de sıkkın idi. suyu yemişi sehpaya koyup ikrâmlara buyur ettim.

    - usta, bak sen de haklısın. hem umurgörmüş adamsın anladığım kadarıyla; onca yol tepmişsin oradan beri, demektir ki gezerek de öğrendin. beni yanlış anlamayasın. af buyur, müsaade et, üç beş lakırdıyla bu sohbeti nihayete erdireyim. ne dersin?

    - eksik olma, eksik olma. he ne diyordun, anlat.

    -bir, bu dille onlarca milleti idare ettik. pek tabii, bu gayritürk unsurların da devlet bünyesine uyum sağlamaları gerektiğinden ötürü farsça ve arapça sözcüklerden istifade edildi; zamanla bu sözcükler de bizim oldular. anadolu türk'ü dediğin insanlar, o benzediğimizi iddia ettiğin bütün unsurların beş yüz yılı aşkın süre; düzen, huzur, refah üzere yaşamalarını temin ettiler. bugün türk'ün terk ettiği her parça eski vatan toprağında kargaşalık olağan sayılır olmuştur.

    - o hep neftten ya. neftten çıkıyor kavga dövüş.

    - neft mi? neft ne demektir?

    - petrol, canım, işte. siz petrol mü diyorsunuz, ne diyorsunuz...

    - ha, şimdi bir duralım, lütfen. bir kere orta doğu (ortadoğu) petrol yüzünden böyle değildir, petrole rağmen böyledir; fakültede bir hocam da böyle derdi. nitekim, petrolü çek al, bak gör daha kötü olmuyorlar mı. ancak dikkatimizi dağıtmayalım. bu dille sayısız milleti huzur, güvenç ve istikrar içinde beş asrı aşkın süre yaşattık diyerek fikrimi beyan etmiştim. dahası, türklüğümüzden de ödün vermedik. öyle ki, eski arap dilinde tenzil edilmiş olan kelâmıkadim, yani kur'an dahi avrupa'da türk'ün kitabı olarak anılır olmuştu. sibirya'da neşet ettiği düşünülen bir soy, bilinen dünya'nın yarısını ele geçirmiş, büyük bir kalıtın da kalıtçısı olmuştu. bu koşullar altında, biz yalnızca sözcük alıp vemedik, kuşkusuzdur, çok öge bakımından ilerleyerek değiştik. şimdi, yedinci yüzyıldaki gibi yaşamadığımız için mi bize tu kaka eder oldun.

    - biz hâlâ kımız içiyoruz. siz bozulmuşsunuz kardeş, he he ha he!

    - hakkın var hakkın, sen az değilsin usta. neyse, kolay gele. doğal gaz borularına dikkat ederek delin.

    usta pek akıllı bir adam çıkmamıştı. neticeten, her kırgız'ın bir cengiz aytmatov olmasını beklemek de, her türk'ün sabahattin ali veya nihal atsız olmasını beklemek kadar iyimserlikti. en iyisi, dil gibi adamakıllı ehemmiyetli mevzuları sıradan adamlarla bir olarak teşrih etmemek, bu tür insanlarla mümkün mertebe fikir alışverişi yapmamaktı.

    peşin ek: kırgızlar soydaş, kardeş, dostturlar. örnek kişinin milliyeti kasıtlı olarak seçilmemiştir. olay da kişiler de hayal ürünüdür.

    -
hesabın var mı? giriş yap