• sinema tarihinde, bir rock'n'roll şarkısının kullanıldığı ilk film.

    şarkı için (bkz: rock around the clock/6)
  • 1955 amerikan yapimi ogretmen filmi.

    http://www.imdb.com/title/tt0047885/

    trailer
  • tüm ülkeler eğitim temalı filmlere sinemalarında yer verirler. kimisi derinlikli sistem eleştirisi yapabilen filmler üretirken kimisi de lokal konulara parçacı yaklaşarak soruna bir ucundan ışık tutmaya çalışır. bu tarz filmlerin içlerinde yekûnu ise belalı okul-idealist öğretmen konulu filmler tutar. gördüğümüz kadarıyla kalburüstü tüm ülke sinemalarında hararetle işlenen bu konudaki filmlerin ilham aldığı, kullanılan tüm klişeleri borçlu olduğu bir film var ki bu filmi değerlendirmek bu içerikteki tüm filmleri kapsayıcı bir değerlendirme olacaktır.

    richard brooks’un yazıp yönettiği 1955 yapımı, siyah beyaz, “blackboard jungle” türkçedeki ismiyle “karatahta ormanı” adlı filmden bahsediyoruz. film, az sonra nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı haber verircesine çalan “rock around the clock” adlı efsane rock şarkısı eşliğinde ekranda akan “günümüzde çocuk suçlarının nedenleri ve sonuçları ile ilgileniyoruz. bu tür suçlar okullarımıza sıçradığı için kaygılanıyoruz. ama herhangi bir sorunun çözümü için atılacak ilk adım sorunun farkında olmaktır.” cümleleri ile başlıyor. belli ki 70 yıl önce de gündem teşkil edecek boyutta sorun olan belalı okul sorunsalını sinemada masaya yatırma ihtiyacı duymuşlar.

    öğretmenlerin, öğrencilerin laf atmaları eşliğinde girebildikleri bir okula geçici ingilizce öğretmeni olarak mülakatla alınan richard dadier, tanıştığı kıdemli ama heyecanını kaybetmiş öğretmenler tarafından gözü korkutulup hevesi kırılmaya çalışılarak ilk gününe başlar. yeni gelen idealist öğretmenlerin boşuna uğraşıp kendilerini yormalarını istemediklerinden olsa gerek iyilik yaptıklarını düşünerek kurdukları klasik cümlelerden biri şudur:
    “burası eğitim sisteminin çöp bidonu. bu okulları bir araya getirsen ne olur. dolup taşmış bir çöp bidonu. bizim gibi üniversite mezunlarını çöp bidonunun üzerine oturalım diye işe alıyorlar. çocukları okulda tutalım da kadınlar saldırıya uğramasınlar diye.” iki de öğüdü vardır bu zihniyetin tabii: “kahramanlık yapma, sınıfa sırtını dönme!”
    yeni öğretmenimizin bu tip tezvirata karnı toktur. “her çocukla başa çıkılabilir, eğer başa çıkabilirsen.” mottosuyla hareket eden dadier, 2. dünya savaşı’nda amerikan donanmasında görev almış eski bir askerdir.

    mesleğe ilk adımını nasıl bir okulda attığını görmek için ilk dersine girmesi gereken öğretmenimiz, tanışma amaçlı adını yazarken tahtaya atılan sert bir cisimle izleyici ile birlikte irkilirken tahtanın o kısmı da paramparça olmuştur. kendini toparlayıp “bunu atan kimse asla birinci ligde oynayamayacak.” diyerek espriyle geçiştirse de tamamı erkeklerden oluşan sınıf huzur verecek gibi değildir. mesela şapkasını çıkarmasını istediği öğrenciden “aynı anda 35 kişiyle kavga ettin mi hoca?” cevabını alması sınıf için vakayı âdiyedendir.

    dadier, ilk etapta klasik yöntemleri deneyerek elebaşı olarak gördüğü öğrenciye sınıf başkanlığı sorumluluğu vererek kontrol altına almak ister fakat öğrenci standart dışı bir tiptir ve bu yöntemi işe yaramaz.
    diğer bir gün tuvalette sigara içerken yakaladığı, verdiği ters cevaplarla kavgaya hazır olduğu izlenimi veren, sınıfın diğer lideri siyahî öğrenci miller ile dersin sonunda birebir görüşerek şunları söyler:
    “dosyana baktım da sen doğal bir lidersin. bu çocuklar seni çok seviyor. alçak gönüllü olma, onlardan daha zeki ve daha akıllısın. her sınıfta bir lider olması gerekir. lider sen olabilirsin miller. sen ne dersen o olur. sen işbirliği yap onlar da yapsın.”
    bu sözlerle pek işe yaramış görünmemekle birlikte miller’e ilk sondajı yapmıştır.

    dadier, idealist olduğu kadar saftır da aynı zamanda zira diğer öğretmenlere okulu henüz tam olarak kavrayamadığını ele veren “çarpım tablosunu bilmeyen bu öğrenciler nasıl mezun oluyorlar?” sorusuna “mezun mu? 18 yaşına gelince onlar gibi başkaları gelsin diye salıveriyorlar.” cevabını aldığı gün, bir öğrencinin dadier gibi yeni gelen kadın öğretmene kütüphanede tecavüze yeltenmesi gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacaktır. bu kepazeliğe kalkışan öğrenciyi döven ve tutuklanmasını sağlayan dadier’in, olayın dilden dile aktarılırken şekil değiştirmesiyle öğrencilerin nefret objesi haline gelmesi çok uzun zaman almaz.

    sınıfta sessizlik protestosu ile başlayan tepki, sorulara kasıtlı yanlış cevaplar verme ile devam eder ve nihayetinde akşam, sokakta saldırıya uğraması ve çok ciddi şekilde dövülmesiyle sonuçlanır. gün içinde sınıfta sorulan “yarın okula gelecek misin hoca?” sorusunun nedeni anlaşılmıştır.

    öğretmen ne yapacaktır? öğrencilerin taciz telefonlarıyla rahatsız edilen dört aylık hamile karısının sözünü dinleyerek bir daha okula dönmemek üzere vaz mı geçecektir yoksa yenilgiyi kabullenmeyerek sonuna kadar gitme kararı mı alacaktır? o çocuklara ulaşmanın imkânı var mı? çocuklar istemezse öğretmeye çalışmanın anlamı ne? sorularıyla pes etme eğiliminde iken eski okuluna yaptığı ziyarette kendisini yetiştiren öğretmenin sözleri kararının devam etme yönünde olmasını sağlayacaktır.

    eski öğretmeni ile aralarında geçen diyaloğu benzer çelişkileri yaşayan öğretmenler için aktarmakta fayda var:
    ‘’öğrencilerime ulaşmak imkansız!’’
    ‘’her öğrencinin eğitim hakkı vardır.’’
    ‘’bu işe hazırlıklı değilim. benim hocam sizdiniz. bana kavga ayırmayı öğretmediniz. ıq’su 66 olanlarla, vahşi hayvanlar gibi bağıranları susturmayla niye uğraşayım, nasılsa hayatta kalırlar.’’
    ‘’sokakta mı dolaşsınlar.’’
    ‘’aslan terbiyecisi isem sandalyem ve kırbacım da olmalı.’’
    ‘’evet, suç üniversite hocalarının. bu kuşağın bazı çocuklarına nasıl hocalık yapılacağını öğretmedik. söylesene richard neden öğretmen oldun? maaşın olsun diye mi?
    ‘’hayır.’’
    ‘’başka işlerden kolay diye mi?’’
    (uğradığı saldırıdan hatıra kalan yüzündeki yara bandını koparırken ) ‘’kolay mı?’’
    ‘’belki de çok sevdiğin içindir.’’
    ‘’pek sayılmaz, öğretmenliği istiyorum. çoğumuz yaratıcı işler yapmak isteriz. ben ressam, yazar, mühendis olamam. düşündüm ki eğer genç zihinlere biçim, hayatlarına yön verirsem yaratıcı biri olabilirim.’’
    ‘’seninki gibi bir okula karşılık yüzlerce iyi okul var. sana burada iş verebiliriz ama okulunun (öğrencilerinin) sana ihtiyacı var. hala bu okulda çalışmak istiyor musun?’’
    durur, derin bir nefes verir ve ‘’galiba ‘cangıl’da şansımı bir kez daha deneyeceğim.’’ der.

    dadier’in tüm kararlığıyla reddetmesine rağmen ısrarla saldırgan öğrencilerin isimlerini isteyen polis müfettişinin:
    ‘’bunlar savaşta 5-6 yaşındaydı. babaları orduda, anneleri fabrikadaydı. ev hayatı yok, kilise hayatı yok, gidecek yerleri yok. sokak çeteleri kurdular. belki de bu çocuklar dünyamızı yansıtıyor; kafası karışık, kuşkucu, korkmuş… bildiğim şu: anne ve babaların yerini çeteler aldı, durduramazsın!’’
    şeklinde yaptığı değerlendirmeye konu olan çocukları nasıl kazanacaktı? sorumluluğu altındaki 35 gencin daha gözlerinin önünde yitip gitmesine göz yummayacaktı ama bunu nasıl başaracaktı? onlara ulaşmanın bir yolu olmalıydı ama nasıl olacaktı?

    bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydı ve öğretmenler odasında, öğrencileri elektrikli sandalyeye oturtup kızartma fantezisini paylaşan öğretmenlere patladığı sahnede söyledikleri dikkate değerdi. gerçeklerden uzaklaşmak için uyukladıklarını; görmedim, duymadım, konuşmam mantığında olduklarını, eğitimin umurlarında bile olmadığını, arada bir öğretmen sesi çıkardıklarını onu da kimsenin duymadığını, yakınmacı olduklarını ve çocuklardan tiksindiklerini haykırırken kendisinin de beceriksiz olduğunu ama başarmak için bir yol bulacağını söyler. o yol nasıl bir yoldur ve hangi yöntemlerle başaracaktır?

    sözün burasında gençlere ulaşma noktasında farklı yöntemleri gündeme getirmesinden dolayı, “blackboard jungle” filminden 12 yıl sonra 1967’de çekilen bu alanın bir başka kült filmine göz atmakta fayda var: "to sir with love" (sevgili öğretmenim) adlı bu filmde, ilk filmde siyahi öğrenci miller’i müthiş bir performansla canlandıran sidney poitier, londra’nın kenar semtlerinden köhne bir okulda, esas eğitimi mühendislik olmasına rağmen işsizlikten dolayı geçici öğretmenlik yapmak zorunda kalan bir öğretmeni canlandırıyor. öğrencilerinin çoğu başka okullardan atılan öğrencilerden oluşan bu okulda umudunu yitirmiş, vazgeçmiş eski öğretmenler ve yeni bir şeye karşı kulaklarını tıkamakla kalmayıp reaksiyon gösterecek derecede yozlaşmış okul idaresi ile çalışmak zorundadır.

    öğretmen mark thackeray öğrencileri kazanmak için birçok yöntemi denese de başarılı olamayınca sabretmeyi başarabildiği onca şeyin ardından kız öğrencilerin, kullandıkları ped’i sınıf içinde yakmalarına şahitlik edince patlama yaşar ve sonrasında öğretmenler odasında pişmanlığını dile getirir:
    "ne yaparsam yapayım olmadı, başaramadım. çok kısa bir sürede beni hiç istemediğim noktaya getirip çıldırttılar."

    bu yaşadığı pişmanlık onu farklı bir yöntem uygulama noktasında kamçılar. onlara artık çocuk değil yetişkin muamelesi yapacaktır. sınıfa gider, masadaki tüm kitapları çöpe atar ve yeni kuralları madde madde sıralar:
    bundan sonra herkes birbirine sorumlu bir yetişkin gibi davranacak, belli nezaket kurallarına uyulacak ve erkekler beyefendi kızlar da hanımefendi gibi davranacak, istisnasız her konu konuşulacaktır. müfredat bilgisi vermeyecektir. sadece konuşacaklardır. hayat, sevgi, başkaldırı, ölüm, hayatta kalma, seks, evlilik… öğrenciler ne isterlerse konuşacaklardır. öğretmen, okumayı dahi tam olarak sökememiş, aklı dersi kaynatmaktan veya serserilikten başka bir şeye çalışmayan, birkaç hafta sonra mezun olup hayata karışacak olan gençlere matematik problemleri anlatmanın manasızlığını görmüştür.

    sonuçta muhatap olduğu kitle, insan hayatının en zor evresi olan gençlik dönemini yaşayan bir kitledir ve lise hayatı hiç de kolay değildir.
    onlara normal, olgun, yetişkin insanlarmış gibi yaklaşamazsınız; dikkat etmeniz gereken etkenleri göz ardı ederseniz dünyalarına giremezsiniz. duygu durumunda sürekli ve keskin değişim yaşayan, farklı olmak isteyen, kendine kimlik arayışında olan, otoriteye ve kendisini sınırlayan her şeye karşı asi duruş sergileyen, dünyayı değiştirmek isteyen, büyükleri gibi sürüdeki herhangi bir koyun olmak istemeyen ama bu arada bir modayı takip ederken, bir takımı tutarken, saç kesim tercihini belirlerken ne kadar da herkesleşebildiğini göremeyen, üzerine giyebileceği bir kişilik arayışında olunan bir dönem gençlik dönemi.
    cinselliğiyle de başı ciddi şekilde belada olan genç; inişli çıkışlı gitgeller içinde dalgalı ruh haliyle ani patlamalar, aşırı tepkiler yaşadığı bu dönemde bir yandan bağımsız olmak, özgürleşmek, yasaklardan ve büyüklerin kurallarından arınmak, kendini ispatlamak isterken diğer yandan da büyüklere muhtaç yaşama zorunluluğunun çelişkisi içindedir. belki de hayatın en kritik ve yapabildiklerine göre en anlamlı yılları olabilecek kadar fedakâr, cesur ve atılgan olunabilen bu dönemdeki insanlar değişim isteyen hareketlerin, ideolojilerin, örgütlerin de hedef kitlesidir.

    bilinçli ve eğitimli bir ailede gerekli sabır, anlayış ve tolerans ortamında, aşağılanmadan, suçlanmadan, fikri sorularak, güven aşılanarak yetiştirilen gençler bu netameli dönemi bir nebze kolay atlatabiliyorlar. fakat bu iki filmdeki gibi ailesiz büyümüş, çetelere ve suça bulaşmış, ötelenmiş, itilmiş, ırkçı dışlamalara maruz kalmış, model alacak kimseyi bulamamış gençleri nasıl bir orta yaş beklemektedir? onlara nasıl yaklaşılırsa kazanılabilir; ezberci, tekrarcı, koyunlaştırıcı eğitim sisteminin içinde körelterek, ket vurarak ve sürünün parçası haline getirerek mi yoksa her birinin özündeki yeteneği ortaya çıkararak onları özneleştirerek, bir şahsiyet olmalarını sağlayarak yani özgürleştirerek mi?

    işte bu tarz filmlerde dikkat ettiğim nokta, idealist öğretmenlerin o belalı okuldaki sorunlu öğrencileri hangi yöntemlerle nasıl kazandıkları. sevgili öğretmenim’deki öğrencilere thackeray ‘ın yapmaya çalıştığı yöntemin çok daha etkili olduğunu ve verimli sonuçlar doğurduğunu söyleyebiliriz. müfredatın dışına çıkarak her şeyi konuşmak, onları ciddiye almak ve anladığını belirtecek şekilde davranmak, hayata hazırlamak, sorumluluk vermek, onların hoşuna gidecek şeyleri yapmak, okul dışına geziler yapıp birlikte zaman geçirmek, adalet duygularına hitap edecek tarzda onları haklı oldukları konuda otoriteye karşı korumak, hayata farklı bir pencereden bakmalarını sağlamak, “bizim gibisiniz ama aslında değilsiniz.” diyebilecekleri bir yerden onlara seslenmek, sizi “korkutucu ama güzel’’ şeklinde tanımlamalarını sağlayabilmek yani tam anlamıyla rol model olabilmek.

    sevgili öğretmenim’de thackeray bu yöntemlerle, velilerin ve çevre esnafının da desteğini alarak, güvenlerini kazandığı öğrencilere ulaşabilirken karatahta ormanı’nda dadier, ıslah olmasının imkânı olmadığını gördüğü, dışarıda da ciddi suçlara bulaşan, ölçüsüz derecede kötü olan iki tanesinin gerçek yüzünü sınıfa göstererek, onları sınıfın genelinden ayrıştırma ve diğerlerini kurtarma yolunu tercih edecektir. iflah olmazları yalnızlaştırıp sınıfın çoğunluğunu yanına çekmeye çalışırken bir yandan da filmler izleterek, izledikleri filmin üzerinde konuşabilmelerini sağlayarak yaptıkları yorumlar üzerinden kişiliklerini tahlil edip ona uygun yaklaşım kodları oluşturarak zaman içinde güvenlerini kazanmaya çalışır.

    sınıfın diğer bloğunda yer alan siyahî öğrenci miller’ı da müzik yeteneğini keşfederek ve sıcak yaklaşımlarla güven aşılayarak, eğitimine devam konusunda ikna etme aşamasında özel dünyasına sızarak kuşatmayı başarır.

    türünün ilk örnekleri olan bu filmler 1950-1960’lı yıllarda amerikan ve ingiliz eğitim sistemlerine tanıklık etme anlamında da ilginç filmler olmakla birlikte şümullü bir sistem irdelemesi yapmıyorlar.
    kenar semt okulundaki sorunlu öğrencileri kazanma ve okuldaki öğretmenler bağlamında da öğretmen modellemeleri üzerinde duruyorlar. o yüzden bu filmleri değerlendirirken dikkati çekmek istediğim nokta gençlerin dünyası ve onlara ulaşım yolları noktasında verebilecekleri örneklemdi.
    gerçek hikâyelerden uyarlanmadıkları için her iki filmde de abartılı kurgular yer alıyor ve sahicilikten uzaklaşarak her ikisinde de işler bir yerden sonra çok fazla yolunda gidiyor ancak dönemlerine göre oldukça başarılı olduklarını, ikisinin de dikkat çekici müzikleri ve kurgusuyla sonuna kadar ilgi ve merakla izlenebildiklerini, lise düzeyindeki gençlerin ve eğitimcilerin mutlaka izlemeleri gereken filmler olduğunu belirterek bitireyim.
  • öncelikle rock around the clock'taki şu* entry.

    film, hiç beklemediğim şekilde sertti. rock and roll, isyan diye bir hevesle açtım da ne bileyim öğretmenine tecavüze yeltenen öğrencileri beklemiyordum. film, gerçekten de sorunlu öğrenciler - idealist öğretmen türünü zirvede başlatmış. daha sonraki tüm filmler ister istemez bu filmden esinlenmek zorunda kalmış.

    evan hunter'ın 1954 basımı the blackboard jungle adlı kitabından sinemaya aktarılmış. belki de hazırlıksız yakalandığımdan, çok rahatsız etti beni film. 1955 filminden hala güncel böyle bir sosyal dram beklemiyordum. yalnız, fakir bir mahallede bir meslek lisesinde geçtiği için 1950lerde bile siyah, latin, beyaz karışık olan bir okulda olması ilginçti. düşünün okulun halini, o kadar umursanmayan çocukların gittiği bir yer ki beyazla siyah aynı sınıfta ders alıyor. gerçi beyaz dediğimiz de irlandalı katolik...

    miller'ı oynayan sidney poitier, daha sonra -hatta zaman verelim, bu filmden 8 yıl sonra- en iyi oyuncu oscar ödülünü kazanan ilk siyah oyuncu olmuş.
hesabın var mı? giriş yap