*

  • plevne zaferi ile ilgili osman paşa marşı vardır tuna nehri akmam diyor" diye başlar, işte aynı onun müziğiyle söylenir bu ilahi de...

    tasavvufaçısından çok şey ifade eder... allah'a olan aşkın büyüklüğünün sınırının olmayacağını, aşk'ın 3 mertebede yanarak yaşanacağını, hatta aşkın allah'ın kendisi olduğunu konu alır, tüm tasavvuf örneklerinde olduğu gibi...
  • bu ilahi bilene çok söz söyler.

    http://www.youtube.com/watch?v=3ww7fh0ohn0
  • dertli bir eser.

    siradan bir gunun aksaminda ali, bahadir ve cengiz evde, cengiz'in odasinda, oturuyorlardi. (bu isimler tamamen uydurmadir, dikkat ederseniz basharfleri alfabetiktir tipki ales sinavindaki mantik sorulari gibi)
    her zamanki gibi cay iciyorlardi.

    caylari her daim vardi. aslinda caylarinin her daim olmasi onlar icin hic de zor bir is degildi cunku isiticiya basmalari ve bir kac dakikada kaynayan suyu sallama cayin uzerine dokmeleri cay hazirlamak icin yeterliydi.

    nihayetinde "caylari her daim vardi".

    bilgisayardan, fonda sadece ses olsun diye bazi muzikler dinlerken diger ev arkadaslari davut isten geldi.
    "bu ask bir bahri ummandir`i dinleyelim mi?" diye sordu.

    davut'u kiracak degillerdi ya! actilar ve onun vesilesiyle dinlemis oldular. turku arka planda caliyorken cengiz bahr-i umman sozunden umman denizinin kastedildigini soyledi. davut buna itiraz etti ve bahr-i umman'in buyuk okyanus oldugunu ifade etti. cengiz kararliydi ama davut da soylediginden donmek istemiyordu. yaklasik olarak yirmi dakika bahr-i umman'in ne demek oldugunu tartistilar. cengiz'in israrla umman denizi oldugunu soylemesine ragmen, davut buyuk okyanus demekte karaliydi. o kadar sacma argumanlari vardi ki neden o konuyu o kadar uzattiklarini kendileri de anlamis degildi. o sacma tartismadan oyle bir biktilar ki, son geldikleri nokta da artik iki tarafin da fikri degismisti ya da degismis gibi yapmislardi. basta umman denizi diyen cengiz artik "bahr-i umman buyuk okyanustur" diyordu, davut da aksine "olur mu canim, bahr-i umman, umman denizi'dir herhalde" diye olayi kapatmaya calisiyordu.

    bir hafta kadar sonra; davut, cengiz'in odasinda asktan sozediyordu, isim vermeden bazi sevdigi eski kizlardan bahsediyordu. o esnada cengiz bilgisayarin basinda davut icin bu ask bi bahri ummandir sarkisini acti. sarki esnasinda ahh ulan ah diye ic gecirdi davut.

    bir ay kadar sonra, islerinden bahseden davut'a cengiz:
    -gec bunlari abi bunlar bos isler, ask var mi abi? ask? onu soyle!
    diye sordu. davut, hic bir sey demedi ve sadece "hih" diyerek, cantasini aldi ve odasina gecti.

    uyudular, sabah uyandiklarinda mutfakta karsilastilar ve daha cengiz hicbir sey demeden, davut, direk olarak "ben diyorum ki bu ask bir bahri ummandir, sen diyorsun ki ask var mi" dedi. tekrardan derin bir ah cekerek orayi terketti.
    hikayeye disardan bakan biri davut'un gozlerinin de nemli oldugunu rahatlikla tasavvur edebilirdi.

    bugun 14 subat ve davut tekrar ayni eseri dinliyor: bu ask bir bahr-i ummandir.
  • an'dan içeru topluluğunun yorumu bir başka dünyadandır, şiddetle tavsiye edilir : https://www.youtube.com/watch?v=xyvj8vnjluu

    aslında bundan ziyade albüm kaydı daha bir güzeldir, spotify kullananlar için :
    https://open.spotify.com/…ck/1evnzj0jlk6xu3lws1g3rl

    "eğer aşık isen yâre,
    sakın aldanma ağyare.
    düş, ibrahim gibi nâre
    bu gülşende yanar olmaz."

    yâr : sevgili
    ağyar : başkaları, yabancılar, eller
    nâr : alev, ateş.
    gülşen : gül bahçesi

    (enbiya suresi 68-69'da geçen ibrahim peygamberin ateşe atılması olayına göndermedir.)
  • en iyi versiyonu bence sami savni özer'inkidir. şurada: https://www.youtube.com/watch?v=knjou1_eiqe
  • bu aşk bir bahr-i ummandır
    buna hadd ü kenar olmaz
    delilim sırr-ı kur’andır
    bunu bilene de ar olmaz

    süre geldik ezeliden
    pirim muhammed ali’den
    şerab-ı la-yezaliden
    içenlerde humar olmaz

    eğer aşık isen yare
    sakın aldanma ağyare
    düş ibrahim gibi nare
    bu gülşende yanar olmaz

    kıyamazsan başa ü cana
    uzak dur girme meydana
    bu meydanda nice başlar
    kesilir hiç sorar olmaz

    hakk ile hak olanlara
    kendi özün bilenlere
    dost yolunda ölenlere
    kan bahası dinar olmaz

    bak şu mansur’un işine
    halkı üşürmüş başına
    enel hakk’ın firaşına
    düşenlere timar olmaz

    seyfullah sözünde mesttir
    şeyhinden aldığı desttir
    divane-ra kalem nist'dir
    ne söylese kanar olmaz
  • abdulhakim murad yahut shaykh abdal hakim murad'ın yorumu da nefistir, enfestir.

    https://www.youtube.com/watch?v=0dz7k37-oeg
  • bin kere dinlemiş olma ihtimalim olan muazzam eserdir. her versiyonunu açtım dinledim.

    sufilerin "tecrübe ederek" öğrenme kavramını derinlerde hissettiren bir eser.

    burada da popüler olanlardan farklı bir makamda olduğunu tahmin ettiğim bir versiyon paylaşayım: https://www.youtube.com/watch?v=v9zozijrbw0

    bağlamayı, kopuzu bunu çalarak öğrendim. o kadar severim.

    şurada da daha geleneksel tekke havasında dinlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=rypoff9vgsa

    yukarıdaki arkadaşın uçan linki için hippie kardeşilerimizden: https://www.youtube.com/watch?v=02hrzkxhnnu (ama dediği gibi spotifydan albüm versiyonu dinleyin, o inanılmaz iyi - hatta alın lan: https://www.youtube.com/watch?v=sbykofwdr2a)

    son olarak, mistik sesine hayran olduğum, bektaşi nefeslerini harika seslendiren elif ömürlü uyar'dan: https://www.youtube.com/watch?v=d4fownagyqy
  • "bu ilahi, 16. asır halvetî-sinânî şeyhlerinden seyyid seyfullah kâsım efendi k.s. hazretlerine aittir. ümmî sinân k.s. hazretlerinin en meşhur halifelerinden olup, babası şeyh seyyid nizâmeddin ahmed efendi’ye nispetle bazı manzûmelerinde “seyyid nizamoğlu” mahlasını kullanır. pek çok allah dostu gibi, ilahî aşkın verdiği mestânelikle söylediği şiirlerinde aşktan, âşıkların hallerinden dem vurur.

    ilahinin başında sınırı ve kıyısı olmayan bir ummana, sonsuz bir denize benzettiği aşk, allah aşkıdır. bunun böyle olduğunun delili ise sırr-ı kur’ân’dır. kur’ân-ı kerîm’in sırrı, âyet-i kerîmelerin bâtınî mânâlarındadır ki bu mânâlara rasûl-i kibriyâ s.a.v.’in vârisi olan ilim irfan ehli insân-ı kâmiller vâkıf olur.

    nitekim onlar, bakara suresinin 165. âyetinde geçen ve müminlerin allah tealâ’ya olan muhabbetini nitelemek üzere beyan buyurulan “eşeddü hubben” ibaresini “en şiddetli sevgi, sınırı ve ölçüsü olmayan aşk” diye anlamışlardır. kur’ân’ın bu ve benzeri sırlarına vukûfiyet, onları âşık kılmış, kendi varlıkları da dahil, fâni olan her şeyden vazgeçirerek, kınayanların kınamasına aldırmadan, her an sevgili’nin zikrinde o’na kavuşmak için yola revan eylemiştir. dolayısıyla allah aşkının sonsuzluğuna, şiddetine delil gösterilen sırr-ı kur’ân ile, hak âşıkları da kastedilmiş olabilir. onlar, ilahî aşkı şahıslarında âdeta mücessem hâle getirmiş, tavır ve davranışlarıyla bu aşkın sonsuzluğuna ve şiddetine delil olmuşlardır.

    ilahî aşka düşüp kendini bu aşkın şiddetine ve sonsuzluğuna kaptıranların en belirgin alâmeti “melâmet”tir. melâmet, âşığın hem kendi nefsini kınaması, hem de diğer insanların kınamasına yol açacak beşerî kayıtları dikkate almamasıdır. “bunu bilende âr olmaz” ifadesindeki “arsızlık” ile kastedilen melâmettir. “ar”, utanma ve çekinme demektir. melâmî-meşrep hak âşıklarında utanma ve çekinme olmaması, bile isteye tercih edilen bir kabalık veya edepsizlik değildir. halk tarafından beğenilme yahut takdir edilme beklentisinden, gösterişten ibaret içi boş muaşeret kaidelerinden uzak durma çabasının yahut aşk gelince aklın baştan firar etmesinin neticesidir. üstelik “kınayanların kınamasından korkmamak”, maide suresinin 54. ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere “allah tealâ tarafından sevilen, onların da allah’ı sevdiği müminlerin” vasfıdır.

    sinâniyye, halvetiyye’nin bir koludur ve halvetiyye silsilesi hz. ali r.a. üzerinden efendimiz s.a.v.’e bağlanır. “süregeldik ezelîden, pîrim muhammed ali’den” mısraı bu irtibatı anlatmaktadır. öte yandan ehl-i sünnet çizgisindeki bütün tarikat silsileleri, birbirlerine ve bağlılarına rasûl-i ekrem s.a.v.’den devraldıkları ilahî aşkı aktarırlar. ezelde, yani bezm-i elest’te “belâ!” nidasıyla kalbimize nakşettiğimiz bu aşk, lâ-yezâlî bir bâdeye; yani zevâli olmayan, hiç bitmeyen bir şaraba benzetilmiş ki hak âşıkları her dem içtikleri bu şarabın sarhoşlarıdır. melâmet hâli biraz da bu sarhoşluğun eseridir ve bu sarhoşluğun humârı olmaz. humâr, sarhoşluk hali geçtikten sonra içkinin verdiği baş ağrısı olduğuna göre, ilahî aşkın şarabından içenlerde manevî zevk bitmediğinden ayılma da humâr da yoktur.

    aşkında sâdık olan gerçek âşıklar hz. ibrahim a.s. gibi sevgili uğrunda ateşlere atılmaktan korkmazlar. ağyâre kulak vermez, masivaya aldanmazlar. hak uğrunda dünyevî eza ve cefalara pabuç bırakmazlar. onlar kâmil bir imanla, “hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr” diyerek, “allah bize yeter; o ne güzel vekil, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır” emniyetiyle sadece allah tealâ’ya sığınırlar. ve elbette el-vedûd olan cenâb-ı erhamü’r-rahimîn onlara imdâd eyler, ezâlarını safâya, atıldıkları ateşi gül bahçesine çevirir.

    seyyid seyfullah k.s. hazretleri sonraki beyitte, aşk iddiasında bulunanlara, cenâb-ı mevlâ’ya böyle bir itimatla teslim olamayacak; ateşe atılmayı, candan ve serden geçmeyi göze alamayacaklarsa, aşk meydanından uzak durmalarını ihtar ediyor. aşk meydanı, tasavvuf terbiyesinin verildiği, ilahî aşkın talim edildiği dergâhlardır. orada nefslerin başı kesilir de soran olmaz. sâlik, mürşidinin rehberliğine teslim olmak suretiyle ser vermedikçe yol alamaz.

    tasavvuf terbiyesinde önce kişinin kendini, kendi özünü bilmesi esastır. kendini bilmek, beşeriyetinin fâni, âdemiyetinin bâki olduğunu bilmektir. kendini bilmek kulluk gibi bir hüviyetle aziz kılındığını bilmektir. kendini bilmek, aslını, hakikatini, allahu azîmü’ş-şân’ı bilmektir. allah’ı bilen o’na âşık olur, o’nu arar, o’na kavuşmak iştiyakıyla yanar kavrulur. bunun için fâni unsurlardan kurtulması, hak yolunda, “ölmeden evvel ölmesi” gerekir. böyle ölenlerin kan pahası para cinsinden dünyalık meta değildir. onlar ebedî bir dirilikle cennet ve cemâl ile mükâfatlandırılır.

    hak âşıkları ölmez, çürüyüp toprak olmaz, kabir karanlığında kalmazlar. onlar ölen, çürüyüp toprak olan cisimlerini çoktan terk etmiş, daha dünya hayatında iken beşeriyetlerinden sıyrılmışlardır. zaman ve mekân kaydından âzadedirler. onlar için gece ve gündüz, uzak ve yakın yoktur.

    takip eden beyitte pervasız bir hak âşığı olarak hallac-ı mansur hatırlatılır. o, kendisinde hakk’ın tecellilerinden başka hiçbir fâni unsur kalmadığını ifade maksadıyla “ene’l-hak” dediği için idam edilmiş; idam edileceğini bile bile böyle bir söz söylemekten çekinmemiştir. halkı başına üşürmesi, bu cüretkâr sözünden dolayı insanların onu kınayıp suçlamakla meşgul olması manasına geldiği gibi, etrafındaki kalabalığın onu öldürme kastı taşıdığı manasına da gelir. her iki durumda da bir kınamaya, suçlamaya ve cezalandırmaya muhatap olduğu ve bunun behemehal gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. “ene’l-hakk’ın firâşına düşenlere tımâr olmaz” mısraı da bunu anlatmaktadır zaten. ene’l-hak diyecek kadar kendinden fâni olan âşıklar, tedavi edilemez bir aşk derdinin döşeğine düşmüşlerdir ki derman bulup kalkmalarına imkân yoktur. tedavi manasına “tımar” kelimesinin kullanılmış olması, aşk derdinin bir çeşit delilik olduğuna işaret eder.

    mansur gibi aşk sarhoşluğuyla şatahat kâbilinden sözler söyleyerek öldürülmesinin âşığın umurunda olmaması gerektiği, dünyanın fâniliğine, her insanın nasılsa bir gün öleceği hakikatine bağlanmış. kur’ân’ın sırrı budur denilerek, rahman suresinin, “yeryüzündeki her şey ve herkes fânidir” meâlindeki “küllü men aleyhâ fân” ayeti hatırlatılıyor.

    dünya, konup göçülen iki kapılı bir han. hiç kimse yerleşip burada ilânihâye kalmıyor. doğumla bir kapıdan girenler, kendileri için takdir edilen ömür müddeti kadar bu handa kalıyor, sonra ölümle diğer kapıdan göçüp gidiyor. mevlâ’sına ve sılasına kavuşmak iştiyakıyla yanan âşık, bu dünya gurbetinde eğlenmekten hoşnut olmadığı, er ya da geç ecel şerbetini içeceğini bildiği içindir ki ölümden perva etmemektedir.

    seyyid seyfullah k.s. hazretleri son beyitte bütün bu sözleri mestlik halinde söylediğini, bu hâl ile söz söylemek için şeyhinden destur aldığını ifade ediyor. “dîvâne-râ kalem-nîst”, “deliye kalem yoktur” manasına farsça meşhur bir ibaredir ve ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, deli yahut divanelere günah yazılmayacağını anlatır. tabiatıyla deliler söz ve davranışlarından dolayı ayıplanıp kınanmazlar. hazret de ilahî aşkla kendinden geçip deli divâne olduğunu, bazen haddi aşmış gibi görünen sözlerinden ötürü kınanmaması gerektiğini beyan ediyor."

    kaynak: http://semerkanddergisi.com/bu-ask/
hesabın var mı? giriş yap