• cahit tanyol
    1924 yılında nizip'te doğdu. adana muallim mektebi'ni ve gazi eğitim enstitüsü'nü bitirdi. istanbul üniversitesi felsefe bölümü'nden mezun olduktan sonra yeni kurulan sosyoloji kürsüsüne asistan olarak girdi. aynı bölümde doç. prof. ünvanları aldı. gençlik yıllarından başlayarak canlı bir edebiyat yaşamının içine daldı. yahya kemal'in çevresinde bulundu. şiirler, eleştiri yazıları yayınladı. gazete yazarlığının yanı sıra sosyolojik yapıtlar kaleme aldı.
    eserlerinden bazıları; son liman (toplu şiirler), neden türban, türkler ile kürtler, schopenhauer’da ahlak felsefesi...
    (bkz: tugrul tanyol)
  • 1961 anayasisini cok ele$tiren bir insan. ozellikle cankaya drami, turkler ve kurtler ve neden turban tavsiye hakkimi kullanmak istedigim eserleridir.
  • 91 yaşında aşk romanı yazmış düşün adamı. bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadı. yayıncılara buradan sesleniyoruz: cahit tanyol'dan aşk romanı okumak istiyoruz.
  • 22 ekim 2005 tarihinde taha kıvanç'ın yeni şafak gazetesinde, hakkında çok önemli bir yazı yazdığı akademik.
    iste yazi efendim:

    siz ‘intihal’ görmediniz...
    ‘intihal ha! alın size intihal’ başlıklı dünkü kulis’te, iki eski ‘intihal olayı’ ile ilgilendiğimi yazdım. ilk dosyayı okudunuz. oradaki, “aslında bir üçüncü dosya daha var elimin altında, ancak hayli yaşlı bir öğretim üyesiyle ilgili olduğu için kapağını kaldırmak içimden gelmiyor” satırı beklemediğim bir tepki çekti. bazı okurlar, “öteki ünlü olayın kemal alemdaroğlu ile ilgili olduğunu zaten biliyoruz, sen diğerinden bahset” dediler...

    hay hay...

    cahit tanyol birkaç yıl öncesine kadar günlük gazetelerde de yazıları yayımlanan bir sosyoloji profesörüdür. son kitabı ‘neden türban: şeriat ve irtica’ (ağustos 1999) başlığını taşır. daha önce de ‘lâiklik ve irtica’ başlıklı bir kitap çıkarmıştı... yazı hayatına necip fazıl’ın ‘büyük doğu’ dergisinde atılmış, ‘kuruluş ve fetih destanı’ adlı şiirsel bir eser de yayımlamıştı. böyle bir başlangıca ‘irtica’ saplantılı bir hâtime kafanızı karıştırmaz mı?

    karıştırmasın. bu tür olayların hemen hepsinin arkasında bir kişiye duyulan muğberliğin sapması yatar bizim ülkemizde. cahit tanyol’un takıntısı da bence öyle.

    sebep şu olabilir mi acaba? cahit tanyol’un bilimsel yetersizliği ve “eserim” diye sunduğu kitaplarda başkalarından aktarmalar olduğu ‘cahit tanyol ve sosyoloji’ (istanbul 1963) adlı bir kitapta gözler önüne serilmişti. bazı çevrelerin etkisini azaltmak için müthiş çaba sarf ettiği kitabın yazarları akademik hayata yeni atılmış genç bir karı-kocaydı: turhan ve ayda yörükan... sonradan kendisi de, bir çok bâdirelerden sonra, profesörlük unvanını kazanmış turhan bey’in babası, yusuf ziya yörükan, islâm tarihi ve özellikle ‘kelâm’ üzerine değerli eserlere imza atmış bir ilâhiyat profesörüydü.

    sosyoloji alanı dışından pek çok kişi, “ne, cahit tanyol mu?” hayret nidasını koparmıştır. sosyologlar ise, hem yörükan çiftinin meydan okuyucu çalışmasından, hem de cahit tanyol’un kitaplarının ‘bilimsel’ değerinden haberdardır. konuyu yıllar sonra yeniden gündeme taşıyan prof. ali birinci, ‘üniversitede ilim ve ahlâk’ adını verdiği kitapta, yörükanlar’ın çalışmasını ve konuyla ilgili başka tanıklıkları topladı (vadi yayınları, ankara 2003). özellikle iki tanıklık çok önemli: hüseyin batuhan ve oya baydar’ın tanıklıkları...

    ‘cahit tanyol ve sosyoloji’ kitabında farklı kaynaklardan aldığı bilgi ve örnekleri kendine mâl eden cahit tanyol’un bu alışkanlığıyla ilgili sayısız örnek var. biri özellikle çok hoşuma gitti. sosyoloji profesörü tanyol, bir kitabının ana tezini bir ilkokul öğretmeninin gaziantep basınında çıkan (sonradan kitaplaşmış) makalelerine dayandırmış, iz şaşırtmak için de olmayacak yollara sapmış... öğretmenin tespitlerinden önce kendisinin o bilgiye sahip olduğunu iddia edecek biri bunu zamana uygun hale nasıl getirir? cahit tanyol, “henüz ortaokul öğrencisiyken köylerde halk şiiri toplamaya çıkmıştım” savunmasına sığınmış... esas kaynak olan ilkokul öğretmeni ömer özbaş’ın görüntüsünü bir toplu resimden silmeye kadar da işi vardırmış...

    iyi mi?

    yörükan çiftinin kitabı yayımlanınca, o günün (1963) gazetelerinde konu manşetlere taşınmış, sosyoloji profesörünün ‘yetkinliği’ gazetelerde tartışılmış... prof. birinci’nin yayıma hazırladığı yeni baskıda, dönemin önemli yazarları bedii faik, esin talu, emil galip sandalcı, tarık buğra ve sabiha deren’in (hakkı devrim) konuyu ele alan yazıları da yer alıyor...

    işin ilginç yönü ne, biliyor musunuz? yıllar sonra “irtica, irtica” diye farklı bir köşeye endaht edecek olan cahit tanyol, yörükanlar’ın kitabı üzerine kopan fırtınayı savuşturmak için farklı bir taktik izlemiş... sabiha deren’den okuyalım: “bu zat, şimdi de, ‘üniversiteliler’ imzasıyla beyannameler bastırıp kendisini tenkit edenleri topyekûn komünist zihniyetiyle suçlamaktan çekinmemiştir. bu beyannamede imza yerindeki ‘üniversiteliler’ kelimesi kimlerin adına kullanılmıştır? tanyol’un talebelerinin mi? asistanları bile profesörlerinden daha bilgili olan bir müessesede, o gençleri böyle bir beyannameye imza atmaktan tenzih ederim.”

    tarık buğra da, tanyol’un 1960 öncesi ile sonrasında tamamen değişik kişilikler sergilediğini hatırlatıyor okurlarına: “kısacası bu meşhur tanyol övdüklerine sövmekten, yerdiklerini övmekten çekinmeyen, dün ne olduğu, bugün nereye döndüğü bilinen, fakat yarın ne olacağı, kime, nereye yanaşacağı kestirilemeyen, bu arada fikir haysiyetine, ziya gökalp’e sosyalist cübbesi giydirmeye kalkışacak kadar kayıdsız kalabilen biridir.”

    peki, ne oluyor? bilimsel yetersizliği koca bir kitaba konu olan, hakkında onlarca eleştiri yazısı çıkmış sosyologun ‘profesör’ unvanı elinden alınıyor mu? olanı söyleyeyim: istanbul üniversitesi kulağı üzerine yatıyor, gürültüyü duymazdan geliyor, açılan soruşturma yıllarca sonuçlandırılmıyor...

    bu dosyaları ne yapıp edip her zaman açık tutmalı.
  • güzel şiirleri ve fikirleri vardır. necip fazıl kısakürek'le ilgili, -yakın dostluğundan ötürü- duyulmadık anıları vardır.
    tuğrul tanyol'un babasıdır.
  • tez konusu olarak kürt sorununu seçmemde kendisine ait bir paragrafın büyük katkısı olup hayatıma yön vermiş insandır.

    "türk devleti ile kürt unsurlar arasında devam eden şiddetli çatışma hesaba katıldığında ve bu devlet ötesi etnik çatışmanın görünüşte başa çıkılması güç doğası dikkate alındığında, acele değer yargılarından kaçınmak, türkiye'de ve ötesinde egemen olan köklü ve uzun süreli popüler önyargılardan etkilenmemek kolay değildir"
  • üniversitede ilim ve ahlak adlı kitabın baş kahramanı.
    ancak kitabın yegane mevzu, cahit tanyol'un nasil bir "balon" oldugu degil!
    kitabın esas meselesi, türkiye'de üniversitelerin ilmi kıstaslar ve ahlaktan nasıl yoksun oldugu!
    birbirine diş bileyen hocaların, birbirlerinin pisliğini örtmekte nasıl kolektif bir tavır sergilediklerinin acıklı bir vesikası...
    kitabın baskısını bulmak zor anlaşılan.
    ama sharing is caring düsturunca boyle bir sitede digital olarak yer bulmuş!
    http://issuu.com/…/docs/_niversitede_ilim_ve_ahlak_
  • tüm mal varlığını eğitime katkı sağlamak amacıyla tev'e bağışlayan,şair,yazar ve sosyolog .
  • nurullah ataç'ın kendisini taşa tuttuğu yazı

    --- spoiler ---

    – bay cahit tanyol’a –
    derginizin, akademi‘nin ilk iki sayısını tırılca buldum, onun için bir daha almıyayım diyordum. üçüncü sayısında bana bir cevabınız olduğunu öğrendim; zahmet edip yazmışsınız, ben de aldım okudum. iyi etmişim aldığıma: yazınız sevindirdi beni, bir değil, birkaç yönden sevindirdi, anlatayım.

    önce şunu söyliyeyim size: o yazınızı, şimdiye değin gördüklerimin hepsinden çok beğendm. iyi bir yazıdır demiyorum, ama okunabiliyor. öteki yazılarınızda bir sıkıntı, bir zorakilik sezilir, dokunduğunuz konuların sizi şöyle gerçekten ilgilendirmediği, o soruların sizi içinizden kavramadığı pek bellidir, düşüncenizin yetersizliğini birtakım karışık, edebiyatça sözlerle örtmeğe kalkarsınız. bu kez içinizden gelen bir ses uyarak yazmışsınız. kırılmışsınız, gücenmişsiniz, belki öfkelenmişsiniz, bir şeyler olmuş. öfke, yazı yazan kişiye sevgi gibi, inan gibi iyi bir yoldaş değildir, ama ne de olsa ilgisizlikten yeğdir. bir gün bir yazara gerçekten, şöyle benliğinizi saran bir güçle hayran olursanız, bir düşüncenin doğruluğunu sanki etinizde duyuverirseniz, bu dediklerimi o gün daha iyi anlarsınız.

    sevinmemin ikinci sebebi beni artık beğenmediğinizi, sevmediğinizi söylemenizdir. inan olsun, bay cahit tanyol, sizin beni beğendiğiniz yazarlar arasında saymanız gücüme gidiyordu. bunu sizi küçümsediğim için, sizde bir değer bulmadığım için söylemiyorum; ama sizinle ben biribirimizi sevebilecek kişiler değiliz, yaradılışımızda bir uzlaşmazlık, biribirimizden bir uzaklaşma var. siz rahat bir kişisiniz, kaygılarınız dahi size bir rahatlık veriyor; biliyorsunuz, öğrenmişsiniz. “oh! doğru yoldayım ben” diyebiliyorsunuz. bakın, bana yazarlığı bırakıp da muamer karaca’nin kumpanyasına girmemi öğütlerken içinizin rahat olduğu nasıl da gözüküveriyor! muammer karaca seyircileri eğlendimeğe bakan, büğün var, yarın yok küçük bir sanat eri; siz büyük sanatla uğraşan bir aydın!.. ben ise kaygılarımdan bir türlü kurtulamam. fıransız yazarlarından jacques rigault’nun “kesin de söylesem gene sormaktayım” diye bir sözü vardır, ben her yazımın üzerine onu koyabilmek isterdim.

    muammer karaca sözünü öyle çabuk kapatmıyalım, o oyuncunun iyi olduğunu sanıyorum, gidip görenler hoşnut dönüyor, gülüp eğlendiklerini söylüyor, gene görmek istiyorlar. ben, her sırası geldikçe söyledim, bizde bizim olacak tiyatronun, iyi, güzel, tiyatronun ancak öyle halk arasına karışan, kendilerini halka sevdiren oyunculardan, tuluat‘çılardan doğacağına inanlardanım. işine yarıyabileceğimi umsam, hiç durmaz, muammer karaca’ya gider, beni de kumpanyasına almasını dilerdim. ama, biliyorum, oyunculuk elimden gelmez; denedim, beceremedim; kendi benliğimden çıkıp başka bir benliğe giremiyorum… muammer karaca! ne de güzel adı var! karacaoğlan gibi. toprağımın kokusu var o adda; öyle akademi gibi yaban sözü değil.

    yazınızı okuduğuma başka yönlerden de sevindim: bana bazı düşündüklerimi bir daha söylemek, yeniden söylerken biraz daha açıklamak fırsatını veriyorsunuz. sağolun… baştan başlıyalım.

    diyorsunuz ki: “doğrusunu söylemek lazımsa, bu tarzda konuşmak (yani benim sizin akademi dergisi üzerine konuştuğum gibi konuşmak), artık sizin gibi yaşını başını almış bir adama yakışmıyor.” size şunu bildireyim, bay cahit tanyol: ben bundan yirmi beş, yirmi altı yıl önce yazın alanına girerken: “besmelesiz çıktım yola – dil uzattım sağa sola” dedimse, öyle deyişim gençliğimden değildi; o gün bu gündür hep inandıklarımı yazarım. uslanmıyacağım ben; sizin gibi efendi efendi bir yazar olmıyacağım. yaşımla övünmedim: ne gençliğimle övündüm, ne de şimdi ihtiyarlığımla övünürüm. beni öven yazınıza sinirlenmiş olduğumu hatırlattıktan sonra: ”siz ne acayip yaratıksınız, tıpkı bir ısırgan otuna benziyorsunuz: ısırgan otu da sizin gibi huysuz bir bitkidir. göğse takmak, sevgiliye vermek niyetiyle de insanın elini tırmalamak huyundan vazgeçemez” buyuruyorsunuz. gül de öyledir ya, bilmişsiniz benim ne çiçek olduğumu. her göğse takılmak, olur olmaz sevgililere verilmek işime gelmez benim; beni koparacak elin ne el olduğunu bir anlamak isterim. ben, ahmet hamdi tanpınar gibi hoca neşet’e uyarak: “biz özge haceyiz herkes ile bazarımız vardır – tükenmez fikrimiz, efkar olunmaz karımız vardır” deyip boyuna dost arıyanlardan değilim. yani size beni beğendiniz, bir yazınızda övdünüz diye benim hemen ağzım kulaklarıma varmalı, ben “hay ne büyük adammış şu bay cahit tanyol!” deyivermeliydim, değil mi? yağma yok! ben koparılacak çiçek değilim, kendim çiçek ararım. beni beğenmiyen çok kişiler varmış. allah artırsın! siz de aralarına karıştınız, daha iyi oldu. benim beğendiklerim bana yeter.

    acı söylediğinizi sanıp: “çevrenizde, sizi acı sözlere karşı avutacak genç dahileriniz eksik olmaz” diyorsunuz. doğrusunu söyleyin, bay cahit tanyol, siz de o dahilerden olmaz istemez miydiniz: sizin şiirlerinizi, eleştirme yazılarınızı öven şöyle ufak bir söyleşi yazıverseydim, iyi etmez miydim: sizi tanıtmış olurdum, benim sözüme inanıp sizi beğenenler de belki bulunurdu… iş öyle değil, bay cahit tanyol, iyi olmıyan şairi, iyi olmıyan yazarı iyi sandırmağa benim gücüm yetmez; ben, birkaç genç şairi övdümse onları tanıtmak için övmedim; gerçekten beğeniyordum da onun için beğendiğimi söyledim. benden onlara değil, ancan onlardan bana şeref gelebilir. yazılarımı okumuş olsaydınız, hiçbirine “dahi” demediğimi de görürdünüz. hiç sevmem o “dahi” sözünü, bütün ömrümde alay etmeden beş kez ya kullandım, ya kullanmadım. ama sizin benim yazılarımı okumadığınız, insan‘da mıydı neredeydi, o beni övmek için yazdığınız yazıdan da belliydi.

    benim politika, siyaset demeyip yurt-yönetimi deyişimi anlamamışsınız; olur a, anlamazsınız! “politika ile yurt-yönetimi arasındaki münasebeti kavrayamadım” buyuruyorsunuz. kavrayamasanız da olur ama ben bir anlatayım: yunanca polis sözü şar, kent, balığ, medine, cite demektir; politikos şehirli, balığlı, citoyen, yurttaş demektir; politike sözü de bir şehirlinin, kentlinin, balığ kişisinin o balığın işlerinin yönetimine karışmasıdır; büğün de sözlükler fıransızca politique sözünü: “bir devleti yönetmek uzluğu, hüneri” diye tanımlarlar. ben de onu düşünerek yurt-yönetimi dedim; ama biliyorum ki bu söz politika sözünün öteki anlamlarına uymaz; örneğin bir kimsenin bizi övmesini sağlamak için onu övmeğe kalkmak anlamına gelemez… yurt-yönetimi demeği ben pek beğenmedim, başka bir karşılık arayacağım; ben bulamazsam başka bir kimse bulur, daha bir iyisi çıkınca ben de yurt-yönetimi sözünü bırakırım. ama şimdilik yurt-yönetimi demeği politika gibi yaban bir sözü, yani benim dilimden olmıyan bir sözü kullanmaktan yeğ buluyorum.

    ben, sizin dediğinize göre, bilginlerle alay eden bir kişiymişim… ne de iyi bilmişsiniz!.. bilginlere saygım vardır, bay cahit tanyol, ama öyledir diye bilginlik takınan her kişiye saygı gösteremem. biliyorsunuz, ortalık pahalı, gürültüye pabuç bırakmanın sırası değil. ama size karışmam, siz istediğinizi bilgin sayıp önünde diz çökün, derslerini öğrenin; onlar da size bilgisever diye bakar, belki iyi bir şair olduğunuza dahi kanarlar. kendiniz söylüyorsunuz, ben artık yaşımı başımı aldım, öyle çocukluklar etmem doğru olmaz.

    gelelim türkçenin bozulmasına… diyorsunuz ki: “türkçe türkçe olalı, sizin kadar türk diline saygısız bir adam yetişmemiştir. gerçi sizden beş on sene evvel, kısa bir zaman için, bazı yazarlar da bu işe girişmişlerdi; lakin buyruk yürürllükten kalkınca, onlar da bundan vazgeçtiler.” anlaşılıyor ki benim türk diline saygısızlığım yahut saygısızlıklarımdan biri, ya başkalarının kurduğu, ya benim kurduğum yeni türkçe sözleri kullanmaktır. siz, bilgin saydığınız birkaç kişiye yaranmak için, ”bazı yazarların da bir emirle, bir buyrukla o işe girişmiş” olduklarını söylüyorsunuz; bu sözünüzde, bizim bağlı kalmakla onurlandığımız bir hatıraya saygısızlık var; ama ben ona karışmıyacağım, yalnız size şunu söyliyeyim: yeni sözleri kullanmak türkçeye bir saygısızlıksa, o saygısızlığı siz de gösteriyorsunuz: işte bakın, muharrir demeyip yazar diyorsunuz; meriyet demeyip yürürlük diyorsunuz… yani, bayım, ne dediğinizi bilmiyorsunuz.

    benim türkçeye bir saygısızlığım daha varmış: türkçenin sözdizisini, nahvını bozuyormuşum. bozmuyorum, düzeltiyorum. benim için türk dili, türk yazını sizin yüce bilginlerinizden, edebiyat-ı cedidecilerden, tanzimatçılardan başlamaz; ben eski yazarlarımızı, mercimek ahmet’i, aşıkpaşazade’yi de arasıra açıp okurum; onların dili, sizin imrenerek baktığınız yazarların dili gibi kaskatı kesilmemiştir; konuşma dilimizin sıcaklığı vardır onlarda. türkçeyi bozmuşlar, bozmuşlar, esnemeden okunamıyan bir dil haline getirmişler; demek ben de dilimizi canlı canlı yazanlara uymayıp sizin “dahi”lerinize, hani benim genç “dahi”lerim gibi sizin de gençli, ihtiyarlı “dahi”leriniz var, onlara uyacağım! hiç bakmayın bana, bay cahit tanyol, kandıramazsınız.

    benim dilim eğlenceli imiş, “şu sizin üslubunuzla bir fizik veya matematik kitabı yazdırsak ne iyi olur. okullarda öğrenciler bu derslere bir türlü ısınamıyor, hep sınıfta kalıyorlar; halbuki o zaman bu dersleri sevmiyen çocuklar dahi, nasreddin hoca’yı okur gibi, bütün fen derslerini fıkır fıkır gülerek öğrenirler. ankara’daki pedagoglara bir teklif ediniz, bakalım ne diyecekler?” diyorsunuz. öyledir benim deyişim, eğlencelidir; sizinki gibi, sizin pek beğendiğiniz kimselerinki gibi kişinin içine bunaltı veren bir dil olacak değil ya! kolay anlaşılır; dediğiniz gibi, keşke bilim betiklerini benim deyişimle yazsalar, çocuklar kolayca anlayıp öğreniverirler. sizin istanbul bilginleriniz beğenmeseler dahi ankara eğitimcileri belki bir denerler…

    akademi sözünü de siz bilginler, aydınlar derneği anlamında kullanmamışsınız. “amerika’da ortaokullara bu ismin verildiğinin farkında olsaydınız, böyle yersiz bir hücuma kalkışmazdınız” diyorsunuz. ya! demek siz derginize ortaokul dememek için akademi dediniz. hiç aklıma gelmemişti! iyi düşünün, belki de “akademi” sözünü çıplak resmi yerine kullanmışsınızdır.

    daha diyeceklerim vardı ama bıktım artık. hoşçakalın.

    nurullah ataç
    karalama defteri ~ ararken, yky

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap