• (bkz: sukut-ı hayal)

    bir öykü, bir roman yazma isteği uyandıran mükemmel söz dizisi.

    edit öyküsü:

    gecenin karanlığında yürüyor. elleri cebinde. uzuvlarının nerdeyse tamamı paltosuna gömülü... yürüyen bir gölge… kaldırımların hissettiği tek şey yokluk. onun ise tek düşündüğü beş-altı saniye boyunca düşünmemeye çalışmak. biliyor ki bu karanlık tükenmeyecek. salt bunun için değil. bilinçaltındaki sava yenilmemek biraz da... daha dün, tam şurada, iki adamın birbiriyle konuştuğu şeyler. neydi onlar? insan üç saniyeden fazla düşünemezmiş.

    yerde bulduğu izmariti biraz içilecek hale getirip içmeye çalışırken iyice berbat ediyor. tükürmek, nefes almak gibi istemsizce gerçekleşiyor onda… ağzında acı bir tat. gecenin refahı değil, musibetidir olsa olsa tattığı, her gece ve her gece… mesleği gereği sağ tarafına bakıyor. mesleği sağ tarafa bakmak değil. temayülü yalnızca çöp birikintilerine. oraya doğru gitmeli. konteynerin yamuk yumuk duruşu kaç kez indirilip kaldırıldığı hakkında bilgi veriyor. bu bilgi onun için önemli. çokça kullanılmış olduğunu gösterir. bu da içine bakılası bir kutu olduğu gerçeğini… içine bakıyor. dayanılmaz kokuya rağmen yüzünde hiçbir kas devinim halinde değil. kokunun yapamadığını çöpte gördüğü bir kitap mı yapacak sanki? ay ışığı yetersiz… karşıdaki eczanenin tabelasına doğru kaldırıyor kitabı. duygusuzca, parmağını bir kelimenin üzerine götürüyor. dü... dü… düş… heceleyerek okumasını karanlığın suçu olduğunu düşünmek, sinirlerin yıpranmasından iyidir. sayfalar pisliğin içinden temiz çıktığından dolayı sevinçli değil de, şaşkın; fakat bu değersiz eller lekeliyor onları, ne çıkar! buruşturuyor, yıpratıyor şimdi…

    “dü-dü-düş düşyı- yıkım-yıkım-mı…”
    ezbere okuyor:
    “düşyıkımı.”

    birkaç yıldızdan oluşuyordu gökyüzü. onlara baktı. âdemelması hareket etti. boğazını zapt etmiş pası sökercesine, giderek telaş ve azimle, coşku da katarak, bağırdı nedense: düşyıkımı!

    bağırtısı kesilince durdu. sessizliği dinledi. kuşların havalanması gerekmiyor muydu? tek tepki bir köpeğin havlaması oldu. peki, bu kelime ne işine yarayacaktı, allah aşkına? olsun, dedi, kitabı paltosunun geniş cebine tıkıştırarak. konteynerin içine tekrar baktı. işe yaramaz çöpten başkaca bir şey yoktu.

    yerden bitmişçesine bir köpek belirdi az ileride. köpek, yaratanına sığınarak, yolunu değiştirmesine bile fırsat vermeden adamın üstüne abandı. bir köpeğin tasması yoksa tasası vardır. bu tasaya mukabil derdi ısırmak, kovalamak değildi. belli ki hırgürle işi yoktu. masum bir bakış atıp durdu bir süre. dikkatle seyretti. elinden gelse salta duracak, türlü şaklabanlıklar yapacaktı sanki. çok yazık ki şu hali onu bu gereksizliklerden alıkoyuyordu. dirimin yüzüstü bıraktığı iki canlıydı yolları kesişen.
    dili iyice uzamış, neredeyse kaldırıma değecekti. kuyruk ağır ezgi salınıyordu… az olsa da –böyle bir yer için kararında sayılır- şu kadar yıldız varken gökyüzünde, yerdeki kara deliği gelip nasıl da bulabiliyor bir düş. elini uzattı. köpeğin sarı ve uzun tüyleri kesik parmaklı eldivenlerine yapıştı kaldı. mayışan köpek uzandı yere. kuyruğu ayakta kaldı. çenesi kaldırımda. gözleri şefkat yurdunda… adam ise o kadar keyif almıyordu. hava, bir kuyuya atılmış ceset kadar kuru ve soğuktu. küçük havlamalar, mırıltılar. hadi bir daha sev, hadi bir daha okşa, dercesine küçük küçük, umutla, şevkle, hayretle, istekle ve tutkuyla. hav! hav! bir daha! sonra bir daha!
    adam bıkkın… kaldırıma köpek istiyor diye oturmanın verdiği usanç. elini çektiği an köpeğin üstünden, kopan bir yaygara. neden çektin şimdi ellerini, diye soran iki sulu göz; ileri uzanan ağız ve durmadan başlayan, beyni yoran, sinir sistemine direkt etki eden o öksürüklü havlamalar… bir delilik hali gibi…

    sorun, sorudan doğar. ve bir soru cevapsız bırakılabilir. üşüyor adam. evine gitmeli, hemen. yıldızlar da öyle, toplayıp eteklerini. perdesi çekilmeli semanın, güneşi doğurmalı. doğmalı yeniden, yeniden.

    hayatla mücadeleden yorgun iki canlı dertleşiyor şimdi. kısmet bu geceye… ikisi de sağır, ikisi de dilsiz, kör kaderlerinde. uğul uğul geçen arabalardaki insanların gördükleri bu... eve gidip, aklına ne gelirse gelsin düşünmek istiyor adam yahut eve gidip, çöpte bulduğu kitaptaki başkaca kelimeleri hecelemek istiyor. belki bitirir gece, bu uzun kelimeyi: yılgın. fakat doğrulur gibi olunca, köpek kirli bedeniyle adamın üzerine tekrar abanıyor. daha anlatacaklarım var, diyor; gitme, biraz daha kal, sadece beş dakika daha isteyen bir ilkokul öğrencisi gibi… yalvarmaktır aslında anne.

    ısırmasından korkuyor oysa adam, zoraki bir merhamet gösterisi bu.
    birkaç dakika sonra gösterdiği sahte ilgiden canı sıkılan adam, "ne yaparsan yap,” diyor köpeğe. köpek doğrulup, havlıyor. (bunun tercümesi zor.) beriki oralı değil. arkasını dönüp gidiyor. iyice eprimiş paltosunun bir ucunu salyalı bir ağza rehin bırakıyor. bu nadide parçayı bu güzel andan bir hatıra olarak ağzında tutuyor. köşeyi dönerken, son kez olsun bakıyor köpeğe. başını uzatıyor hevesle köpek. fakat adam kayboluyor gözden, gözlerinde parıltı da sönüyor. mırıldanıyor o ulu türküsünü, aylak köpek.

    yürürken çöp yığınları haricinde çevreyi gözlemlemeyi artık hiç sevmese de işinin bir gereği olduğundan buna alışık. fakat o gece farklı bir şeyler var. devamlı kaçamak bakışlar atıyor etrafa. belki de o köpeğin tekrar gelip canına okuyacağından bu endişe. evine pek de uzak olmayan çıkmaz sokağın duvar dibinde bir şey... öyle bir şey ki, ilk fark ettiği çöp konteyneri olsa da, sonradan gördüğü şey evvelkini bir anda unutturan türden bir şey. kımıltısız. konteynerin hemen dibinde, kaldırımda, belki de ölü, çırılçıplak bir insan oturuyor mu yatıyor mu belli değil. sokağın başında ağzını uzunca bir müddet açık tutarak seyrediyor bu güzelliği. miyoplara has o göz kısma hareketiyle netleştiriyor görüntüyü. ileriye doğru bir adım atacak oluyor, fakat bir türlü cesaret bulamıyor. ömrü boyunca aradığı, bulmak için her yolu denediği şeyi bulmuş veya bulacakmış gibi heyecan içerisinde. kalbi küt küt, lime lime… neyse ki bir adım olsun atabiliyor bu kapana. sinsice, hırsızlama... ölmüş mü? ona doğru yaklaştıkça kadının vücut hatları belirginleşiyor, denizde mahsur kalmış birine yaklaşan gemi gibi. iri memelerini fark edince koca bir tükürüğü boğazından zor indiriyor. şakağına yapışmış saçını isterik bir şekilde tarıyor. çirkinliğine güzellik katmak için. yine aynı tavırla sakallarını hızlı hızlı kaşıyor, çirkinliğini düşündükçe. bu şey yaşıyor! dondurucu bir soğukta anadan üryan bir kadın! cılız mı cılız, gencecik... belki de soğuğa alışıktır, diye düşünemese işin içinden çıkamayacak. iyi de, neden çırılçıplak?

    iyice yaklaştığında kendini tutamayarak bol tükürüklü bir küfür savuruyor. eli ve diz kapağında ciddi yaralar var kadının. çok güzel! o kadar güzel ki, kendi suratsızlığını aklına tokat gibi çarpıyor. çok güzel kadın, gözlerini öylece ileriye dikip sabitlemiş. ölüden farksız, diye düşünüyor.

    "iyi geceler," diyor. cevap yok. biraz sonra yineliyor.
    “iyi geceler!”
    ölüm sessizliği… bir köpek havlıyor ötelerden.
    "üşüyor musun?” diye soruyor.
    kıpırtı yok. havlama sesleri gittikçe geriyor ortamı. gece kuşlarının hayhuyu ekleniyor havlamalara.
    “korkmana gerek yok,” diyor. “acıyor mu?”
    ortalığı bir anda aydınlatan araba farları…
    “ben şurada oturuyorum,” deyip bir sokak arasını işaret ediyor. “bu mahalledenim. adım yadigâr. bence sıyrıklar fena... mikrop kaparsın bacım.”
    bacım mı? niye demişti ki? nerden bacısı oluyordu böyle güzel bir kadın!
    yanına oturuyor.
    “benim adım yadigâr, ya seninki?"
    yüzü son derece donuk... kaşları rastgele duruyor, dudakları etli ve kırmızı. yüzünde ölümü çağrıştıran ifade…
    açlıktan olsa gerek, diyor. paltosunu çıkartıp omuzlarına geçirince,
    “korkma,” diyor, fısıldayarak. hareketsizlik sürüyor, tekinsizlikle beraber.
    “bana güven.”

    kucakladığı gibi yürümeye başlıyor. havlama sesi tam arkasından geliyor ve şimdi gecenin sessizliğinde büyüyen hızlı hızlı adımlar var. kadını kucaklamışken arkasına dönüp baktığında yine o köpeği görüyor. köpeğin suratında kızgın bir ifade... buna hırlamalar eşlik ediyor. ağzının kenarında çiğneyip durduğu onun paltosu. şimdi bir kadını örtüyor tamamı.
    kadının neredeyse bir tüy kadar hafif olduğunu fark edince koşmaya başlıyor. köpeği kollaya kollaya evinin yoluna doğru adımlarını yavaşlatıyor.
    yüzünde son yıllarda hiç belirmemiş bir tebessümle, yüreğinde belki de ilk defa duyduğu bir sıcaklıkla sarmalanmış durumda. kadının boş ve anlamsız bakışlarını izliyor, baktığı yerlere bakıyor, sarsılan uzuvlarını göğsüne bastırıyor. sonunda eve varabiliyorlar. onu kanepeye bırakıp, sobayı yakmaya çalışıyor, bir yandan da konuşuyor:
    "kusuruma bakma. ev dağınık... kibriti ne yaptım acaba? buradaymış. birazdan yakarım. şimdi ısınır ev…”

    ardına baktı, beriki umarsız. gazete parçalarını tıkıştırırken durdu. kadının cezbeden uzuvlarına takıldı bakışları. utanıp, tam mutfağa kaçacakken, yarı yoldan dönüp kadının yanına vardı, ne diyeceğini bilemez halde volta atıp durduktan sonra,

    “seni seviyorum,” dedi.

    odayı tam terk edip gidecekken yarı yoldan dönüp tekrar girdi içeri, gördüğü dağınıklıkları yangından kaçırırcasına topladı. evdeki kokuyu kendisi artık duyumsamıyordu, ama ne koktuğunu bilirdi. oda biraz olsun odaya benzeyince yanına diz çökerek müstakbel sevgilisinin yaralarına baktı. gözü, kadının kılsız vücuduna, diri memelerine takıldı. eli az kalsın memesine dokunacaktı ki geri çekti. utancından yerin dibine girip ok gibi fırladı çömeldiği yerden. kapı eşiğinden gizlice seyretti. kadının hiçbir şeyi umursadığı yoktu. karşı duvarda bir noktaya sabitlemişti bakışlarını. sonsuz bir dalgınlık vardı bu bakışlarda ve ona eş bir istikrar. çıkık elmacık kemikleri hafiften pembeleşmişti. yüzünün hatları keskindi ve bu hatlar ona son derece sert bir ifade katıyordu. fakat dikkatle bakınca gözlerindeki sönmüş ışıktan kalan tükenmişlik bu sert ifadeyi çürütüyordu. daha çok, ölmeyi arzulayan, hayatın bir anlamı olmadığını ileri süren bir yüz ifadesine dönüşüyordu.
    adam sadece tuvaletten oluşan bölümden eski kıyafetlerinden birini getirdi.
    kadını dikkatlice tedavi etti. yüz hatlarında en ufak bir kıpırtı oluşmuyordu. "birazdan bitecek,” dedi adam, kirli bezi yaralara sararak. “şunu da geçirdik mi... eskisinden iyi. mikrobu öldürür şimdi. canın yanacak... yanması iyidir.”
    şu şey bile ona sinek ısırığı gibi geliyordur muhakkak, diye düşündü. bir yandan üfledi yine de.
    “dur sana üst baş getireyim,” deyip ayağa kalktı. “biraz sonra da yemek hazırlarım. akşamdan beri bir şey yemedim. allah seni inandırsın, bir yıldır, bir yılı da geçmiştir belki, ilk defa bu kadar çok konuştum. valla! alışık değilim."

    müthiş bir beklentiyle dolmak, salıncaktan fırlayıp bulutlara değen bir çocukluğa dönüştür. eşikte onu seyretti bir müddet bu koca çocuk. kadının omuzlarındaki palto eğreti duruyordu. incinmiş kolu yanına uzanmıştı. yaralı bacağını dizinden bükememiş, doğruca uzatıvermiş. hafiften kanepeye sırtını yaslamış, hareketsiz duruyordu. dilsiz mi acaba, diye düşündü. belki de, diyordu kendi kendine, “zaten onu çöpte bulmamın...” - fakat düşünceleri bir türlü aynı yerde durmuyordu. “insanlardan bıkmış, benim gibi!”
    önce mutfak dediği yerde yiyecek bulamadı, sonra da diyecek bir şey. kara kara düşünüyordu ne yapacağı konusunda. “yapacak bir şey yok,” dedi. “bunları vereceğim.” pejmürde bir üst baş ile odaya girdi. bıraktığı gibi duruyordu. yanına, sakat kolunun az ötesine geçip oturdu. “saçını sıfıra vurmuşlar.” – dedi içinden. daha sonra “vurmuşlar” demesinin nedenleri üzerinde düşündü. belki de kaçırılmıştı, onlar yapmıştı bunu ona. peki, onlar da kimdi? kimse kimdi. oradan kaçmıştı. ya da bir kanser hastasıydı. yine de güzelliğini yitirmemişti. “belki de,” diye düşündü, ama sonra başka bir şey düşündü.
    "müsaade edersen, bunları giydireyim sana. adım yadigâr bu arada... şey...” ş harfine sıra gelince tükürmeye başlıyordu. “şu,” dedi tükürerek. belki de bunun sebebi heyecanının artmasından, kalbinin dışarı fırlayacak şekilde atmasından kaynaklanıyordu. onun dili damağı kurumaz, ağzı tükürükle dolardı. ağzını toplayarak devam etmeye çalıştı, “şu halinle giyemezsin. hareket etmen bile zor...” paltoyu omuzlarından çıkarıp alınca, geniş omuzları ve kusursuz göğsü ayyuka çıkıverdi. bu muazzam güzelliği seyretti. utancı yok olmuştu. kadın hissiz, öylece karşıya odaklanmıştı. yanağını okşadı. sonra parmaklarını, kadının dudaklarında gezdirdi. yanağından öyle usulca öptü ki, kadın sanki uyuyordu ve o da uyandırmaya kıyamıyordu. bir daha öptü. yanına oturup, hareketsiz duran elini tuttu. elini de aynı hissiyatla öptü. dudaklarını dudaklarına bastırdığı an, karşısındaki kuklaya can vereceğini düşündü…

    derme çatma kulübenin kapısını açmak zor bir iş değildi. burnu yanıltmamıştı onu. işte tam oradaydı sevdiği insan. hırlayarak ama acele etmeden yanına vardı. ağzındaki paçavra hala duruyordu. koltuğa çıktı. yüzünü yaladı. hiçbir tepkime olmadı. uludu. adamın gözleri açıktı, fakat görmüyordu. bir daha yaladı yüzünü. gözlerinin dalıp gittiği yere baktı. sanki köpeğin kafatasını delip çok ötelere varıyordu bu bakış. köpek, adamın yanına kıvrıldı. seyretti öylece, yeni bulduğu, fakat yeni kaybettiği insanını. aralarındaki o cansız nesnenin bir ayağını kavrayıp, kolayca koltuktan aşağı çekti. şimdi sadece ikisi, koyun koyuna, sessizce yatıyorlardı…
hesabın var mı? giriş yap