• hermann broch 'un bir eseri.
    (vergilius'un dönüşü)

    çev: ahmet cemal
    [dün ve bugün çeviri, kitap1/1985, sf:92-111]

    bir bölüm aktaralım efendim;

    *******************
    adriyatik denizi'nin tersten esen, belli belirsiz bir rüzgârın önüne katılmış, çelik mavisi ve yumuşak dalgaları, imparatorluk filosu kalabriya kıyılarına yaklaştığında gemilere doğru akmıştı; ve şimdi, filo alçak tepeleri soluna alarak brundisium limanına doğru dümen kırarken, şimdi denizin güneşli, ama ölümü bunca çağrıştıran yalnızlığı yerini giderek insandan kaynaklanan çabaların huzurlu sevincine bırakırken, şimdi, sular bazıları filo gibi limana yönelen, bazıları da limandan gelen türlü gemiyle dolarken — ve kahverengi yelkenleriyle balıkçı tekneleri, akşamın bereketine açılmak üzere, beyaz köpüklerin okşadığı kıyılardan, küçük köylerden ve küçük balıkçı barınaklarından ayrılırken, şimdi su neredeyse ayna gibiydi; gökyüzü, sedef renkli bir istiridye kabuğu gibi bu suların üzerine açılmıştı, vakit akşamdı ve yaşamın ezgileri, bir çekicin vuruşları ya da bir sesleniş bu yana estiğinde, ocaklarda yanan odunların kokusu da beraber geliyordu.
    birbirlerini uzayıp giden dümen suyundan izleyen üç çifte kü-rekli altı gemiden ikincisi, aralarında en büyüğü ve bronz kakmalı pruvasıyla, erguvan rengi yelkenleriyle en gösterişlisi, augustus'un çadırını taşımaktaydı; en baştaki ve en sondaki gemilerde imparatorun muhafızları vardı; ötekiler ise sezar'ın maiyetini götürüyordu. ama augustus'unkinin hemen arkasından gelen gemide aeneis'in şairi vardı, ve ölümün işareti, alnına yazılmıştı.
    ölümle yüzyüze yaşamadığı olmuş muydu hiç? gökyüzünün sedef istiridyesi, ilkbaharın denizleri, dağların sarkılan, kendi göğsünden fışkıran, ama gerçekte tanrı'dan kaynaklanan flüt ezgileri; bütün bunlar vergilius için, yeryüzünü saran gök kubbe gibi, onu da sonsuzluğa götürmek üzere neredeyse kucaklayacak bir görüntü olmanın ötesinde bir anlam taşımış mıydı? hep toprağın adamı olmuştu, yeryüzü yaşamının dinginliğini seven biri, ve buna karşın hep o dünyanın kıyısında, tarlalarının sınırlarında yaşayabilmişti, ve huzur nedir bilmeyen bir insan olarak kalmıştı, ölümden kaçan ve ölümü arayan, eser vermek isteyen ve yaratmaktan kaçan, sevebilen, ama buna karşın ardına düşülmüşçesine kaçan biri; bütün bir yaşam boyunca yolu nice yerlerden geçmiş ve sonunda, artık elli yaşında, ölümcül bir hastayken, bu yol vergilius'u atina'ya götürmüştü, sanki orada kendisi, hayır, eseri tüm düşlenenlerin gerçekleştiği son bir konumu ve bir doruk noktasını yaşayabilecekmiş gibi. insanın iç dünyasına egemen yazgıyla, dışındaki yazgıyı birbirinden ayırmak, kimin elinden gelirdi? bilinmezliğinin karanlıkları içersinde yazgı istemişti vergilius'un imparator dostuna atina'da rastlamasını, yazgının işiydi; o denli yazgıydı ki bu, augustus'un ondan kendisiyle birlikte yurduna dönmesini istemesi, vergilius'a önüne geçilmez güçlerin, insanın boyun eğmekle yükümlü olduğu o güçlerin bir buyruğu gibi gelmişti. hasta bedeniyle, üzerinde zaman zaman dolan rüzgârla gümbürtüler çıkaran yelkeniyle birlikte, palamarları gıcırdayan serenin altındaki döşeğe uzanmış olan vergilius, beyaz köpüklerle bezeli kıyı çizgisinin kayıp gidişini görüyor, altında ikiyüz küreğin temposunu duyumsuyordu-, dümen suyunun köpürerek akışını ve küreklerin her havaya kaldırılışında bastıran gümüş renkli sağanağı duyuyordu; o küreklerin yeniden suya daldırılışını duyuyordu ve aynı sesler, bir yankı gibi, imparatorun önden giden gemisiyle, arkadaki gemiden de gelmekteydi; vergilius, güvertedeki insanları, kendisiyle birlikte yolculuk etmekte olan saray mensuplarını da görüyordu; onunlaydılar, ama buna karşın onunla gitmiyorlardı, çünkü vergilius'un yolculuğunun hedefi, onlarınkinden daha uzaklardaydı.
    brundisium'un dar, bir fiyordu andıran girişine varıldığında ortalık kararmaya başlamıştı; kanalın solundaki ve sağındaki kalelerin önünde imparatorun onuruna askerler sıralanmıştı, bu askerlerin selam çığlıkları yükseliyor, gri ışıkta biraz kanat çırptıktan sonra, sonbahar akşamının nemli havasında neredeyse solup gidiyordu, ve yorgun gözlerini kırpıştırarak o yana bakan vergilius, grilik içersindeki kırmızı bir noktaya takılıp kalmıştı; ve sonunda bu nok-• tanın, bölüğünün yanında durmuş, bağırışların temposuyla birlikte ucunda bölüğün işareti bulunan sopayı havaya kaldıran bir sancaktarın kırmızı bayrağı olduğunun anlaşılmasına karşın, bastıran akşamın sisleri arasında giderek silikleşen bu kırmızı, bir selamlama olmaktan çok, bir veda anlamını taşımaktaydı. ancak sırt, kalelerin altından taşlarla kaplı kıyıya değin çalılarla örtülüydü ve hasta, onların yapraklarını tutmak istiyormuşçasına elini uzattı. yumuşacıktı şimdi hava; iç ve dış dünyayı, insanın ruhunu ferahlatan, sonsuzluktan yeryüzüne yayılan, bu dünyada ve öteki dünyada olacaklara ilişkin bilgilerin taşıyıcısı bir iklim gibiydi! geminin burnunda bir köle şarkı söylüyordu ve hem şarkı, hem de çalgının tellerinden gelen ses, insandan kaynaklanan bu iki eser bir bütünde birleşmiş, insandan uzaklaşmış, insanla arasındaki zincirleri koparmış, kendi kendisinin ezgilerini dile getiren bir atmosfere dönüşmüştü. vergilius, bu ezgileri içercesine soluk aldı, göğsünün ağrıdığını duyumsadı ve öksürdü.
    sonra koyun içindeki kent, rıhtımda ışıklar içinde yüzen evler, yanyana uzanan içkievleri ve bunların önünde imparatorun gelişini görmek için toplanmış olan kalabalık gözüktü; belki elli bin, belki yüzbin insan vardı; yükselip alçalan, kapkara ve dev bir uğultu. çevrede demirlemiş gemilerin çoğunda da, şenlik ışıklarıyla aydınlanmış, bağıran insanlar vardı, ve bu ışıkta direkler, halatlar, toplanmış yelkenler bir kat daha koyulaşmıştı; tuhaf bir karanlık örtüsüne sarınmış, birbirine dolanıp karışmış bir sürü kök gibi, sudan henüz aydınlığını yitirmemiş göğe doğru yükseliyordu. şimdi kürekler suya daha dikkatli ve daha ağır bir tempoyla daldırılmaktaydı, imparatorun gemisi rıhtıma kadar kaymıştı bile ve daha önceden belirlenen, silâhlı askerler tarafından boş tutulan yere yanaşıyordu, ve bu, körelmişlik içersinde kendi içine kapanmış kitle hayvanının sevinç ulumasını salıvermek için beklemiş olduğu andı, sonsuza uzanan, sarsıcı, kitlenin bir tek'in kişiliğinde kendine tapmasını dile getiren bir çığlık.
    vergilius hep ürkmüştü kitle karşısında; kitlenin kendisine korku aşılamasından değildi bu, ama kitlenin içinde yatan, kitleden doğan ve insan'ı tehlikeye sokan tehdidi duyumsuyordu; acıma duygusu uyandıran ve aynı zamanda da sorumluluk taşımaya çağıran bir tehdit, ve bu, o denli büyük bir sorumluluktu ki, vergilius o güne değin pekçok defa altında yıkılıp gitmekten kurtulamayacağını düşünmüş, bu yükün ağırlığıyla hastalanmış, ölümle yüzyüze gelmişti; tabii zaman zaman da bu sorumluluğun kendisiyle ilgili olmadığını, yalnızca ve yalnızca augustus'a ait olduğunu düşünmekteydi, oysa augus-tus'un üstlendiği sorumluluğun tümüyle farklı bir yapıda olduğunu çok iyi biliyordu: ispanya yenilmişti, parthalılar boyun eğmişlerdi, iç savaşlar çok geride kalmıştı, imparatorluk her zamankinden daha emin, daha huzurlu ve daha zengin görünüyordu, ama tehdit varlığını korumaktaydı; bir felaket tehdidiydi bu ve augustus bile, aynı zamanda dini bir mevkide olmasına karşın, önüne geçemiyordu; tanrıların bile el uzatamadığı bu felaketi hiçbir kitle çığlığıyla bastırabilmek olası değildi; belki bu ancak insan ruhundan kaynaklanan, adına şarkı denen ve felaketin sezgisi içersinde kurtuluşu müjdeleyen o zayıf sesin yardımıyla düşünülebilirdi. sevinç çığlıkları yeniden yükseldi, meşaleler havada sallandı, verilen buyruklar gemi boyunca yankılandı, karadan fırlatılan bir halat boğuk bir ses çıkararak güverte tahtalarına düştü; bir sürü aceleci ayağın çıkardığı patırtının ortasında hasta, uzanmış yatmaktaydı; ama yüreğinin derinliklerinde cehennemin bilincini taşıyordu.
    duyularını mı yitirmişti? kalabalığın bir yanardağ gibi, yerin altından ve ağır dalgalar halinde alana yayılan coşkulu sevincine katılmaktan aslında memnun olurdu hiç kuşkusuz, ama bilince sarılmıştı, bu bilince yeryüzündeki varlığının en anlamlı anının yaklaştığını duyumsayan ve bu anı kaçıracağı düşüncesiyle korku içersinde olan birinin tüm gücüyle sarılmıştı, ve hiçbir şeyi kaçırmıyor-du, ne augustus'un buyruğuyla yanında bekleyen doktorun yardımcı davranışlarını ve sözlerini, ne sedyeleriyle onu almak üzere gemiye çıkmış olan taşıyıcıların hiçbir duygu yansıtmayan, yabancı yüzlerini; ve sonra tüm duyularıyla algıladığı kent, kentin dar sokaklarının bir mahzen serinliğini taşıyan yansımaları, içlerinde sayısız ailenin yaşadığı yapılardan ve bu yapıların çöplüklerinden ge3-len o bildik koku, ve çevresinde tepinip duran kitle hayvanının vahşi ormanları çağrıştıran kokusu; hayır, bunların hiçbirini kaçırmamaktaydı vergilius, kaçırmak şöyle dursun, her şey kendisine şimdiye kadar olduğundan daha yakın, daha belirgindi ve bunları o zamana kadarkinden daha uyanık bir bilinçle algılamaktaydı, ve yolculuktan kaynaklanan tüm bitkinliğine karşın o sessiz sedasız görkeminden hiçbir şey yitirmiyor, kendisine her el uzatana içtenlikle teşekkür ediyordu. ne var ki vergilius'un çevresinde olup bitenlerle yakınlığı, boşlukta kalmış, sallantıda bir yakınlıktı, tıpkı havaya kaldırılmış sedyenin üstündeki kendi konumu gibi bir boşlukta kalış; bu, aynı zamanda hem boşlukta kalmış, hem de uzaklaşmış bir zamanın yakınlığıydı sanki, her şey bir ölçüde her türlü eşzamanlılığı geçersiz kılarak olup bitmekteydi, ve meşalelerin ışığında gürültüyle coşan brundisium, aynı zamanda alevler içindeki troya'ydı, alevler arasından taşınan vergilius'un, aynı zamanda kaçan ve yurduna dönen anchises olması gibi; yerle gök arasındayken hem kör olan, hem de gören, oğlu tarafından taşınan anchises. ve vergilius'u dinlenmesi için saraya getirip yatırdıklarında da, boşlukta asılı bu bilinç uyanıklığı varlığını sürdürdü; vergilius, bu uyanıklığa dört elle sarılı kalmakta direndi: dışarda kent, coşmaktaydı, ve saray, kentin augustus için, augustus'un da kent için düzenledikleri şenlikle sarsılmaktaydı; yaşlı, yorgun imparator, tahtının ve iktidarının tutsağıydı, onlara ve onları yaşadığı ana zincirlerle bağlanmıştı, ve sanki cadde ve şenlik hastanın yatağının yanma kadar akıp gelmekteydi, sanki o an yaşananlar, ruhun en derin noktasına bile sızıyor, çevresinden akıp gidiyor, ama boşlukta bulunduğundan1, ötürü, o noktaya asla erişemiyordu; o ruh geçmişle gelecek arasındaki boşluktaydı, bir bekleyişe adanmıştı, hem ileriye, hem de geriye yönelik bir bekleyiş, ve vergilius'un gözleri yalnızca kandilin küçük, yumuşak alevini görüyordu.
    (ii)
    kendini ve düşüncelerini gerilere gönderirken, bir şeyin ayırdı-na vardı vergilius; and bölgesindeki çiftlikte yaşayan o küçük erkek çocuğuna geri dönmeyi başarabiliyordu, dahası, aslında bir geri dönüş de değildi bu, daha çok varlığını hiçbir değişime uğramaksızın sürdürme diye adlandırılabilirdi, öyle ki, nabzının o zamanlarki her atışını, bir zamanlar görmüş olduğu her ot sapını şimdi kolaylıkla tanımlayabilir ve kâğıda geçirebilirdi, ve şaşılası bulduğu yalnızca tek bir şey vardı, o, yani aradan geçen zaman içersinde büyümüş olan vergilius, şimdi yetişkin ve hasta bir adam olarak yatağa bağlanmıştı, ama çocukluğundan bu yana olup bitmiş ne varsa, şimdi giderek seyrelmekte, yitirilmekte ve unutulmuşluğa kaymaktaydı, yalnızca çiftçileri, dağlarla çevrili tarlaları ve yumuşak başlı hayvanlarıyla nola'daki çiftlik değil, ama napoli'de, güneşin parlak ışıklarında yıkanan günler de unutulmuştu, ve dahası, kalıcılığın temsilciliğini yapsınlar diye kaleme almış olduğu eserler de silikleşmiş, neredeyse başlıklarıyla bile anımsanmaz olmuşlardı. bucolica'dan geriye hiçbir şey kalmamıştı, georgica'dan da öyle, ve direnen bir şey varsa eğer, o da aeneis'ti, ama o da vergilius'un dizelerle ördüğü biçimiyle değil, fakat izlediği ve pek az yanını yakalayabildiği bir olay niteliğiyle kalabilmişti. neden böyle olmuştu? kimin için çalışmıştı? hangi insanlar için, hangi gelecek için? artık her şeyin sonu gelip çatmamış mıydı? yaratılmış olanın bunca unutulmaya layıklığı, şimdi sonrasızlığı yutmak üzere ağzını açmak isteyen zaman uçurumunun bir tanıtı değil miydi? sarayda ve sokakta sarhoş güruh, kol gezmekteydi, şaraptı içtikleri henüz, ama yakında kan içeceklerdi, henüz meşalelerle aydınlık saçmaktaydılar, ama çok geçmeden başlarındaki çatılar yanacak ve alevler içinde kalacaktı, yanacaktı, yanacaktı, yanacaktı. ve onlar gibi kitaplar da dumanlar arasında yitip gidecekti. haklı bir yazgıydı. haklı. hastanın göğsü yanıyordu, ama yazarın dudaklarında bir gülümseme vardı, çünkü yangın, ho-ratius'la ovidius'un kitaplarını da esirgemeyecekti, ve söylemek gerekiyordu ki, bu da haklı bir yazgıydı. kimse kalıcı olmayacaktı. peki ama, sonra? yaşamaya devam etsinler diye, insanları kurtarabilecek ne vardı? yapılması gereken şey, insanlığın gençlik çağına, ver-gilius'un kendisinin de geldiği ve tüm bir yaşam boyunca yine döne-bilmenin özlemini ümitsizce, hem de nasıl ümitsizce çekmiş olduğu çiftlik yaşamının o sade ve huzurlu doğallığına dönmek değil miydi? ne bilirdi augustus bunu? o, imparatorluğu güvence altına almış, yapılar dikmiş, onu, vergilius'u da korumuştu, yapmaması gerekirdi bütün bunları hâlâ yaşayan o yorgun, yaşlı adamın; bugün henüz herhangi bir tehditle karşı karşıya değildi, belki de tehdit onun da kapısını çalana değin, yıkılırken augustus'u ve tüm görkemini, sonrasız sanat yapıtlarının da tümünü gömecek olan sarayların kapılarını çalana değin yaşamakla yükümlüydü. gereksizdi o sanat eserleri, augustus ile maecenas'ın çevrelerinde topladıkları bütün o güzellikler gereksizdi, ve yıkılıp gitmeye yargılıydılar. sokaklarda kurtarıcımız, babamız diye bağırıyorlardı augustus için — bunun kefaretini ödemek zorunda kalmayacak mıydı? uyku mu? kim istiyordu ki uykuyu troya yanarken?
    ve gece artık epey ilerlediğinde, vergilius önünde yıkılmış kentler ve kutsal yerler gördü, adlarını bile bilmemesine karşın, bu kentleri, gençlik yıllarının adı mantua olan kenti kadar iyi tanıyordu; babil'i ve ninive'yi gördü, yakılıp yıkılmış tebai'yi ve kaç kez yıkılmış kudüs'ü gördü, ve terkedilmiş roma'yi; sokaklarında kentlerini yeniden ele geçirmek isteyen kurtlar dolaşmaktaydı, ve tanrıların güçsüz kaldıklarını da gördü. ve sonra bir melek geldi yatağının yanına, kanatları başlamak üzere olan eylül sabahı kadar serindi, ve melek konuştu: "büyü şimdi, küçük çocuk", dedi, sanki bir teselliymişçesine, ve ölümün geldiğini de haber vermesine karşın, gerçekten de bir teselliydi bu. "peki", diye karşılık verdi vergilius, ve meleğin yüz çizgilerini tanımaya çalıştı, "peki, o halde şimdi uyumak istiyorum."
    (iii)
    sabah rüzgârı pencereyi okşuyordu, ve vergilius, san dalgalarla devinen, hasat giysileri içersindeki tarlaları düşlüyordu, arslanın yanında yatan sığırları düşlüyordu, yaşamın barışını, augustus tarafından dünyaya armağan edilmiş barıştan daha büyük bir barışı düşlüyordu, ve meleğin augustus'u da ziyaret edeceğini düşlüyordu. çünkü bütün bu düşler boyunca dolanıp duran, somut bir bilinen de vardı, gerçi bir adı yoktu bunun, yalnızca bir görüntüydü, dumanları tüten kentlerin görüntülerinden daha az bildik olmayan bir görüntü, ama bu adsız bilinen, yine de aşkın o bilinçli adsızlığıydı, ağrılar çekerek bekleyen, acı çeken, kendisine açılmış dünyanın özlemini çeken, o dünyaya özlemle atılacak olan o erkeksi-anaç sevgiydi. çok isterdi vergilius adsızın ne olduğunu sormayı, ama göz kapaklarını açtığında, odanın içi eylül güneşiyle dolmuştu, ve meleğin yerine önünde kanatsız, biraz şişman denebilecek gövdesiyle maece-nas durmaktaydı; zevke düşkünlüğünü gizlemeyen, enerjik ve sevecen yüzünde endişeli bir gülümseme vardı, ve vergilius, yitip gitmiş müziği yeniden duyabilmek için gözlerini hemen kapattı.
    ama şarkının bir türlü başlamaması üzerine, gözleri hâlâ kapalı, ziyaretçisine seslendi, ve karşısındaki yanıt verdi: "evet, sevgili vergilius, ben geldim."
    'ne güzel, gelmiş olman*', dedi vergilius.
    'varacağınız saati biliyordum; sana, ve tanrılar adını kutsasın, augustus'a yetişebilmek için buraya koştum."
    vergilius başını salladı: "evet, beni yolcu etmeye geldin iyi de oldu, posilipo'da yerimin hazır olduğunu biliyorsun."
    maecenas, mezarlardan söz edilmesini istemiyordu: "benden yaşlı değilsin ki", diye karşı çıktı.
    şair, gözlerini iri iri açarak konuğuna baktı; anlamlı yanıtını bakışlarından okumamak, olanaksızdı. "dinle, maecenas", dedi, "pişmanlık duymuyorum."
    - "sevgili vergilius, senin pişmanlık duyacak nen olabilir ki! sen ki, roma'nın şairisin!"
    "yalnızca roma'nın şairi olsaydım eğer, o zaman bundan pişmanlık duymam gerekirdi!"
    maecenas başını salladı, ve bakışları hazla doldu: "sen ki, güzel-:ğın şairisin!
    'güzelliğin şairi olsaydım eğer, utanç duyardım ve pişmanlığım büyük olurdu."
    "peki sen, tanrıların şairi değil misin?"
    ii'
    • i'

    "hayır... eğer buyurdukları biçimde inansaydım onlara, o zaman asla şiir yazmak zorunluluğunu duymazdım..."
    "ama şarkılar söyledin onları yüceltmek için..."
    "hayır, onları aramak için şarkılar söyledim... ve bulamadım tanrıları, başka şey buldum..."
    maecenas'ın yüzündeki haz dolu ifade, daha da yoğunlaşmıştı: "o halde bizlere bulduğun şeyin şarkısını söyleyeceksin... ve bu, şimdiye kadarkilerin tümünden daha görkemli olacak."
    vergilius gülümsedi: "artık hiç şiir yazmayacağım, maecenas, ve bunun için gerekli olan zaman armağan edilseydi bile bana, artık istemiyorum..."
    dostunun ve şairin söylediklerini dinlerken maecenas'ın gösterdiği dikkat, hüzne dönüşmüştü; bir alıntı yaptı: "ne şarkılar söyleyeceğim artık, ne de koruyucunuz olacağım... oh, vergilius, gerçekten böyle mi olacak?11
    "şarkı, suskunluğa gömülecek, maecenas, ve heykeller yıkılacak; ama matem tutmamalısın bu yüzden, çünkü ondan sonra bildirilecek olan şey, hakikatin kendisi olacak, hiçbir sanatın erişemeyeceği ve önünde sanatın susmak zorunda olduğu bir hakikat..."
    maecenas, yaralanmıştı: "hayır, güzellik asla suskunluğa gömülmeyecek", dedi heyecanla, "hiçbir hakikatin, önünde susmayacak, ve hakikati açıklayan, hep sanat olacak... tanrının sana armağan etmiş olduğu sanatı aşağılama, vergilius..."
    yine gülümsüyordu vergilius: "sanatı aşağılıyor değilim, yalnızca sanatı artık anımsamamaya başlıyorum, o kadar... ama pişman değilim bundan, maecenas... tabii ki güzellik adına pişman değilim, diyorum..."
    şaire ve ölüme saygı duyan maecenas, artık bir itirazda bulunmaya cesaret edemedi, ve yalnızca derin derin içini çekmekle yetindi. oysa vergilius, gözlerini açmaksızın konuşmasını sürdürdü, ve artık maecenas için değildi konuşması, kendisi içindi: "yalnızca güzellik uğruna oluşan, bir hiçtir ve lanetlenmeye layıktır... oysa sezgi uğruna oluşan, insanoğlunun yüreğini dile getirebilir, dile getirir ki, üâhi mesajı almaya hazır olsun... rüzgârın çalacağı şarkıları söyleyecek bir lir gibi hazır... bu, yüreğin anlığı demektir/1
    caddede ve sarayda nal sesleri yankılanıyordu, haberciler gelip gitmekdeydi, çok yakında hareket edecek olan augustus için hazırlık yapılıyordu, her yanı sarayın resmi hayhuyu sarmıştı. bu arada kağnı gıcırtıları, sandalların kaldırıma sürünmesinden çıkan ve sürekli olarak asker çizmelerinin ağır adımlarınca bastırılan ses geliyordu; uzaklardan ise arada sırada pazar yerindeki bağrışmalar duyuluyordu. ve böyle bir günlük yaşam atmosferinden yine maece-nas'a geri dönen vergilius, dostça bir ifadeyle konuştu: "sen, devlet işleriyle ilgili olarak augustus'a geldin, ve yanılmıyorsam eğer, bu işler enikonu gürültü çıkarmakta... yola çıkmazdan önce bana yine gel..." "augustus da sana gelmek istiyor", diye mesajı iletti maecenas; hüzünlü bir ifadeyle ve, tüm şıklığına karşın, biraz hantalca ayağa kalkmış, ama giysisinin kıvrımlarını düzeltmeyi ve olması gerektiği gibi biçimlendirmeyi de unutmamıştı.
    "peki", diyerek razı oldu hasta, "ikiniz de gelin... işlerden vakit bulabilirseniz... ve o zamana kadar da augustus'a onu sevdiğimi söyle...11
    maecenas, ne yapacağını bilmeksizin durmuştu, tören havası kokan bir şeyler beklemekteydi sanki, o saatin, dostluğun ve saygının varlığını gerekli kıldığı bir şeyler, ve bunu vergilius da duyumsamaktaydı; ama duyumsadığını belli etmedi; ayrılıktan acı duymasına karşın, öylesine uzanmış yatıyor ve susuyordu; ve ne zamanki maecenas parmaklarının ucuna basarak, ve alışmadığı bu yürüme biçiminden ötürü, her şeye karşın ayakta tutmaya çalıştığı görkeminden bir şeyler yitirerek uzaklaştı, o zaman vergilius, yarı aralık gözlerini kırpıştırarak onun ardından baktı, ve eğer arkasına dönseydi maecenas, şairin yüzünde çok duygulandığını belli eden bir ifade ve hiç kuşkusuz o ölçüde yoğun bir hayret ifadesi görecekti: büyük bir hayret içersindeydi vergilius, hesabını kendi kendisine ancak şimdi vermeye başladığı bir hayret; maecenas ve augustus yüzünden duyduğu acıya hayret ediyordu, bunun kendisini bu denli derinden etkilemesinden ötürü hayrete kapılmıştı; daha da fazlası, gözlerinin, şimdiye kadar hep yapageldikleri gibi, maecejıas'm ardından bu denli şaşmaz biçimde bakabilmesine, kulağının hâlâ kentin gürültülerini almasına, işlerliğini koruyan ve bütün bunlara sahne olan ruhuna hayret ediyordu! gerçekten de, geride kalan yıllar boyunca ken dini çökmüş ve tedirgin duyumsadığı ölçüde, çöküşünün artmasını daha bir tutkuyla ister olmuş, merakı daha bir artmıştı; şaşkın ve şaşılası bir meraktı bu, son'u çabuklaştırmak, kurtuluşa dönüşebilmesi için yıkılışla birlikte gelmesi zorunlu olan olağanüstümü çabuklaştırmak için, bedensel acıları ve yıkımları gönüllü üstlenen, belki de bunları körükleyen bir merak; ve şimdi, her şey bu noktaya vardığında, aynı bakma, aynı duyma, aynı düşünme tüm yaşam boyunca nasıl idiyse, yine öyle varlığını sürdürmekteydi, ve hayret uyandırıcı olan nokta, buydu. şimdi maecenas çıkıp gitmişti, yeniden heykellerine, sarayının dünyevi güzelliğine dönebileceği, böyle bir güzelliği artık duymak istemeyen bir uyarıcıdan kurtulduğu için sevinerek gitmişti, ve bir an öyle geldi ki vergilius'a, sanki haklıydı maecenas, hem de şaşılacak denli haklı. insanın yaşamı, görme ve duyma ufkunun ötesine geçmediğine göre, güzelliğin yerine ne konulabilirdi ki? yürek, vuruşlarının ötesinde bir yankılanmaya yol aça-mıyordu — o halde yüreğin yankılanışlarındaki arınmayı sağlayan bir güzelliğe başkaldırmak nedendi? vergilius, bu konu üzerinde düşünmeye çalıştı, ama yine yalnızca görüntülerdi kafasının içinde belirenler, ve bu görüntüler yine acıyla doluydu: imparatorluğun savaş alanları uzaklarda olabilirdi şimdi, britanya'da, germania'da, asya'da olabilirdi, ama oralarda birbirlerini boğazlayanlar, insandılar;

    ve imparatorluk mahkemeleri adil kararlar verebilirlerdi, bütün infaz . yerlerinde çarmıhlara gerilmiş, acı içinde kıvrananlar, suçlu olabilirlerdi, ama insandılar; ve zorla arenalara çıkarılanlar, orada parça parça edilenler de insandılar, birbirlerini öldüren, kan döken, kitleyi eğlendirmek için durmaksızın, daha da, daha da kan döken insanlar, kitle hayvanını ve bu dünyadan olan bir varlığı eğlendirmek için verilen kurbanlar, anlamsız kurbanlar, ve o bu dünyadan olan varlık ki, augustus'la maecenas da, her biri kendine göre olmak üzere, ona hizmet etmekteydiler, çünkü her şeyi nasılsa, öyle bırakmak istiyorlardı, ve yaptıkları en fazlasından güzelliğe erişme uğruna çaba harcamaktı, ama duygusuzluğun karşısında kördüler, kana susa-mışlığın karşısında gördüler, ve nihayet, bu zincirlerinden boşanmış, hemen hiç dizginlenmemiş akış içersinde yitip gitmek üzere olan toplum teki karşısında kördüler. peki ama, bütün bu kanın, onca kurbanın ve acının karşısına neyle çıkılacaktı? dizelerle mi? hem çok az, hem de aşın fazla değilmiydi dizeler? dizelerin elinden böyle bir dünyayı değiştirmek gelebilir miydi? işkencelere seyirci kalan, onlardan sevinç duyan birinin dizelere kulak vermesi beklenebilir miydi? bu noktada sesini dinletebilmek için daha büyük şeylerin harekete geçirilmesi gerekmiyor muydu? evet, ortadaydı gerçek: kurbanın karşısında ondan daha büyüğünü göze alamayan, hiçbir anlam taşımayan maddi kurbanı salt manevi kurbanın düzeyine çıkarmayan, arenaya kendisi inmeyen, çarmıha kendisini gerdirmeyen, tüm benliğini, tüm yaşamını ortaya sürmeyen, kaosun ortasına düşmüş, körelmiş insan yüreğini günün birinde ezgilerin kaynağına dönüş-. türmeyi başarabileceğini ümit edemezdi, etmesine izin yoktu, etmemeliydi! peki ya vergilius, kendisi nasıl yaşamıştı? kaçmıştı! kurban vermekten ve kendini ortaya sürmekten kaçmıştı, çökene ve yorgun düşene kadar bir yerden bir başka yere kaçmıştı, ve yine bir kaçıştan, güzelliğe kaçıştan başkaca bir şey olmayan dizeler kaleme almıştı. hayır, hiçbir bakımdan augustus'tan ve maecenas'tan daha iyi olmamıştı, onların düşüncelerini ve davranışlarını hiçbir bakımdan çürütmemişti, ne yaşamıyla, ne de eserleriyle, ve her ikisi de ver-gilius'un georgica'sının ve aeneis'inin ithafını haklı olarak üstlerine alınabilirlerdi. hiç kuşku yoktu buna, eserler onlarındı, yanlarına alabilirler ve alıkoyabilirlerdi; bu eserler, vergilius'un dostlarına, sevdiği ve buna karşın artık görmek istemediği dostlarına, şimdi imparatorluğun tüm görkemiyle yeryüzü kenti roma'ya giderlerken bıraktığı vasiyetiydi. yoksa gitmişler miydi? vergilius kulak kabarttı: sara-yın içi dikkati çekecek kadar sessizleşmişti, ve kentin gürültüsü bile şimdi çok daha derinden geliyordu. onu gerçekten ve veda etmeksizin bırakmış olabilirler miydi? şairin alnından bir ümitsizlik bulutu gelip geçti. bütün eserlerinde gizli bir yanın, asıl güzellikle pek ilintisi olmayan, her türlü güzellikten daha önemli bir yanın bulunduğunu, bu yanı insanın hiç kuşkusuz ancak düşünerek bulabileceğini, kendisinin de ancak bugün bu olgunun izini bulduğunu onlara söyleyebilmiş olmayı çok isterdi. onlara bunu da söylemek, hiç kuşkusuz zahmete değerdi. ama belki de yola çıkmamışlardı daha, belki de yalnızca gürültüyü boğmak için -yollara saman serpilmiş ve atların ayaklarına bezler sarılmıştı, çünkü vergilius'un hasta yattığını, göğsünün yandığını ve( artık görmediği bir öğlen ışığını kulağıyla algılamaya çalışarak, kendi eserinin gizli yanı üzerinde düşünmek zorunda olduğunu biliyorlardı. ve vergilius kulak kabarttığı ölçüde, hayatın sesleri daha boğuk ve daha uzaktan gelmekteydi, bir elin hafifçe ve teker teker kaldırdığı, sözcüklerin ve satırların arasına yerleştirilmiş olanın dışında hiçbir şey kalmayana değin kaldırdığı perdelere benziyorlardı, ve bu son kalan, vergilius'un kendi yüreğinin yönelimi ve yüreğin sezgisiydi, bu da bir güzellikti, ama buna karşın aynı zamanda yüreğin adadığı bir kurbandı.
    (iv)
    ortalık sessizleşti, sessizleşti ve bu, çalgının tellerine dokunmazdan önce şarkıcıyı karşılayan sessizliğe dönüştü. artık kitle olmaktan çıkıp, ruhların ortaklığına dönüşmüş bir insanlığın görkemli sessizliği; bir bu yana, bir ötelere esen, aydınlığı getiren soluk; şarkıcının ve dinleyicinin, ikisinde aynı zamanda doğmuş, ikisinde aynı zamanda sese dönüşmüş, kulakla algılanamayan, ama evrende yankılanan o sessiz, ortak şarkıları. şarkıcı, yani vergilius, dinlemekteydi şimdi, gergindi: bir lirin telleri gibi gergin, dahası, şimdi lir, oydu, ve yüreğinin arınmış geriliminden ezgiler dökülsün diye o yüreğe uzanacak eli beklemekteydi, o zaman yüreğindeki yanma, artık olmayacaktı. ve gelin görün ki vergilius kulak vererek uzanıp yatmış, sevginin elinin bir anne sıcaklığıyla yüreğine nasıl yaklaştığını, ve öğ-len vakti gelen gecenin, meşe ve çam ağaçlarının perilerle çobanların çoktan karanlığa karışıp gitmelerine yol açmış gölgeleri altında uzanan akşam derelerinin şırıltısıyla dolu öğlen gecesinin nasıl daha sessizleşip yoğunlaşarak indiğini, giderek daha belirgin biçimde duyumsarken, artık çoktandır görmemesine karşın sevdiği bu akşam manzarasında kollarını iki yana açtı; sanki bu manzarayla kucaklaşmak, sonsuza değin onun içersinde eriyip gitmek istiyordu, sanki buna zorunluydu; çünkü meleğin sesini yeniden duymuştu, ve melek şöyle dedi: "büyü artık, küçük çocuk, büyü, ezgiler yay ve yol gösterici ol, sezgilerini zamanın ötesine yayarak, tüm zamanlar boyunca . yol gösteren biri ol."
    ************************
hesabın var mı? giriş yap