• satir yazmamanın çok zor olduğu anlamına gelen latince söz.
  • roma edebiyatının gümüş çağı 'nda türlü türlü imparatorların tam da augustus sonrası, sapıttığı, kirlenmenin, yozlaşmanın üstesinden augustus'un reformlarının bile gelemediği bir ortamda, sipsivri şeyler yazmaya kalkışan bir adamın slogan sözü. * *

    verba volant scripta manent kadar, latin edebiyatına mal olmuştur bu söz. bu sözün yaşadığını kavramak için; çiğdem dürüşken in müthiş, akıcı iuvenalis çevirisine göz atmak lazım. piyasada "iuvenalis / yergiler" ismiyle bulabileceğimiz eserin fiyatı 18 milyon olup, idefixe de 17 milyona satın alınabilmekte..

    idefixe 'den satın alabilme adresi:

    http://www.ideefixe.com/…p?sid=oq9ywgcyus6s7wt63bv5

    kadıköy'de, bugünkü sahaf turumuzda anladığımız kadarıyla; eserin ikinci el ama temiz fiyatı 10 milyon. sıfırını almadan evvel düşünün, kadıköy'e gelin akmar'dan ucuza alın.. artan parayla bira alırsınız lan!
  • çiğdem dürüşken hoca 'nın muhteşem yazısı.

    **********************************************
    yergi yazmamak zor iş!

    “yergi yazmamak zor iş!” olarak türkçeleştirdiğimiz, latince, “difficile est saturam non scribere!” biçimindeki klasikleşen deyiş, i.s. yaklaşık 55-140 yılları arasında yaşamış ünlü yergi üstadı iuvenalis’in roma kentinin ve kent halkının yozlaşan değerleri karşısındaki tutumunu dile getiren ironik bir dışavurumdur.
    iuvenalis gölgelerle ve yanıtsız sorularla dolu yaklaşık 85 yıllık yaşamı süresince bir dinleyicisi olduğunu söylediği bütün edebi türleri, destanları, trajedileri, komedileri büyük bir bıkkınlıkla bir kenara atar ve bütün bunların uyumlu bir karışımı olan yergi türünü seçer. çünkü ona göre kentsel bir kültür gerektiren yergi, siyasal ve toplumsal otoriteye sanatsal bir başkaldırı silahıdır; insanlara kendi sapkın yaşayış tarzlarını, kendi soysuzluklarını can yakıcı bir dille ve küçümseyici bir gülümsemeyle göstererek bir ahlak dersi vermek, doğru olanı kavramalarına yardımcı olmaktır. toplumunun onuruna duyduğu saygıyla, miğferini başına geçirip kalemiyle ve yüreğiyle dikilir roma’nın karşısına. geçmişteki, özellikle domitianus döneminde birebir yaşadığı zulüm günlerini, imparator’un şahsını, onun dalkavuklarını, sahipsiz kalan halkın zavallılığını acımasızca sövmeye başlar; seçtiği olayların ve karakterlerin özündeki ciddiyeti, sivri dilli alaycılığıyla öylesine kat kat soyar ki, bir an kendinden geçip kahkahalara boğulan okuyucu, kendine geldiğinde adeta insanlığından utanır. roma kenti ve halkı bu çarpık düzeni sürdürdükçe, soyluluk parayla kazanıldıkça, devlet katında yüksek mevkiler haddini bilmez ve seviyesiz insanların işgaline uğradıkça, ayrıcalıklı askeri görevlere hak etmeyen insanlar atandıkça, sınıflar arasındaki uçurumlar arttıkça, bu yüce kent yabancı insanların ve adetlerin hışmına uğradıkça, adaletsizlik ve insan kayırmacılık yüce değerler sayıldıkça ve iuvenalis’te herkesin görmediğini görme ve yerme yeteneği oldukça, yergi yazmamak zor iş olacaktır. bu trajik-komik malzeme bolluğunda yazılan saturae (yergiler) adlı şiirlerden kusan öfke, nefret ve alaycılık sonuçta koskoca, karanlık bir sosyal piramit olur yükselir. piramidin en tepesinde, bütün yetkileri tartışmasız biçimde kendinde toplayan bir imparator, en aşağısında sadece “ekmek ve eğlence” (10.81) için çırpınan kuru bir kalabalık, ortasında ise, kendinden aşağı sınıfın yöneticisi olduğu halde, çıkarları yüzünden, kendinden üst sınıfın kölesi haline gelmiş olan insanlar yerini alır. iuvenalis bu yüksek piramitin her katmanından en karanlık, en budala ve en kendini bilmez karakteri sıyırır ve onun örneğinde bütün piramidi taşlamaya başlar.
    roma sokaklarında her an gezinen tiplerdir bu karakterler: evine koyduğu tanrı heykelleriyle soylu olduğunu sanan cahiller, ellerinde şarap kadehleriyle ahlak dersi vermeye kalkan budalalar, romalı zenginlerin evlerine sıkış tepiş yerleşmeye çalışan niteliksiz yabancılar, kaslı gladyatörler uğruna kocasını, çocuğunu satan kadınlar, şeffaf giysileri içinde halkın huzurunda dava yürüten, özgürlük kumkuması hakimler, özel tahtırevanı içinde sokaktaki insanları ite kaka görevine koşuşturan bir avukat, alınlarına sardıkları bantlarla, boyunlarına geçirdikleri gerdanlıklarla tanrıçalara domuzlar, şaraplar sunan meymenetsizler, halkın neşeli alkışları arasında imzayı basıp kocasının göğsüne yaslanan kadınsı erkekler, karısıyla kölesinden olma oğlunu bağrına basıp kendisininmiş gibi gerim gerim gerinen iktidarsız kocalar, şiir yazmayı bilmeyen şair bozuntuları, ikiyüzlü felsefeciler, vb…
    iuvenalis’in birbirinden ilginç ve çekici dizelerinin arasından süzülerek roma sokaklarına çıktığımızda, buranın artık yaşanmaz bir kent olduğunu, roma’daki evinin kapısını sürgüleyip eşyalarını atlı arabasına yüklemek üzere olan umbricius’la karşılaştığımızda anlarız. umbricius’un yakınmaları bize roma’nın sorun yumağını teker teker çözmemize ve tüm açıklığıyla görmemize yardım eder. umbricius bir zamanlar hayran olduğu roma’nın kalabalıklaşan nüfusu, insanın aklını başından alan yangınları, durmadan yıkılan evleri, ömür tüketen yoğun trafiği, çekilmez hale gelen gürültüsü ve gittikçe artan yoksulluğu yüzünden öylesine tükenmiştir ki, kalan ömrünü deniz kıyısında küçük bir kasaba olan cumae’da geçirmeye karar vermiş, yola çıkmak üzeredir. bütün dileği, bu şirin ve sessiz kasabada doğayla baş başa kalıp bakımlı bir bahçenin kahyası, kertenkelelerin efendisi (228-230) olarak yaşamaktır. şöyle der umbricius: (40-48):
    “ne işim var benim roma'da? yalan söylemeyi bilmem,
    kötü kitapları övmeyi, bir nüshasını bile istemeyi beceremem;
    yıldız hareketlerinden hiç anlamam ;
    bir adamın babasının cenaze töreni için vaatte bulunmayı
    ne isterim ne de yapabilirim,
    kurbağaların iç organlarını hiç incelemedim;
    aşığının geline gönderdiği hediyeleri ve söylediği sözleri taşıma işi
    başkalarının olsun; hiç kimse hırsız olamaz
    benim yardımımla, bu yüzden kimsenin hizmetkarı olamam,
    kötürüm, çolak, işe yaramaz bir gövde gibiyim.......”
    atalarının soylu yaşamına ve onların dönemindeki roma kentinin sakin ortamına özlem duyan umbricius, yaşadığı çağda, roma’nın böylesine yozlaşmış bir toplum olmasının bir nedenini, kentin gerçek roma vatandaşlarından çok, başka kentlerden, hatta başka ülkelerden gelen insanlarla dolup taşmasına bağlar. i.ö.200’den başlayarak roma’nın yaşama alanına kattığı yeni uluslar, kendilerine belli bir sosyal çevre edinmek ya da en azından gündelik yaşamlarını sürdürecek kadar kazanç sağlamak amacıyla akın akın roma’ya gelmiş, ancak sadece gelmekle kalmayıp yanlarında kendi dinsel inançlarını, gelenek ve göreneklerini de getirmiştir. yunanlı, suriyeli, yahudi ve başka uluslardan oluşan yabancıların dilleri, dinsel uygulamaları, yeme içme kültürleri, damarlarındaki kanları kadar değişik ve kendilerine özgüdür. umbricius bu adamların kentin sosyal ve kültürel dokusunu bozduğunu, ahlak ve din yapısını şiddetle sarstığını belirtir. umbricius'un saldırılarına en fazla maruz kalan halk yunanlılardır. umbricius'a göre, her konuda bilgi sahibi olan, yalan dolan konuşan, insanları kandıran, ilke yoksunu yunanlılar güven uyandırmayan bir halktır:
    "... bir yunan roma'sına
    dayanamam, ey soylu romalılar; ama payımıza
    ne kadar büyük bir parça düştü, di mi, safkan akhalardan?
    nicedir suriye'deki orontes, tiber'e dökülmekte;
    hem diliyle, hem adetleriyle, hem de flütüyle birlikte
    eğri harp tellerini, milli teflerini de
    yanlarında getirdiler, …
    senin o köylün, ey romalı, şimdi yunanlıların ayakkabısını giyiyor
    onun diliyle konuşuyor, onun gibi sırıtıyor,
    yunan yağıyla sıvanmış boynunda zafer nişaneleri taşıyor.
    ……..
    hızlı çalışan bir kafa, gözü dönmüş bir yüzsüzlük
    konuşurken hazırcevap, isaeus'tan daha hızlı:
    konuş, şu adam nedir dersin?
    istediğin karakteri yanında da getirmiştir,
    dilbilgisi ve edebiyat öğretmeni,
    söylev öğretmeni, geometrici, ressam, spor eğitmeni,
    kuşbilici, ip cambazı, sihirbaz doktor: herşeyi bilir,
    açlıktan ağzı kokan yunancık ; emretsen, göğe bile çıkar.
    ......
    ben bu adamların erguvan renkli giysilerinden kaçmayayım mı yani?
    o benden önce imzasını atıp benimkinden
    daha iyi bir sedire yaslanıp uzanacak, ha ,
    mürdüm eriği ve incir getiren bir rüzgarla
    roma'ya sürüklenip gelmiş şu adam, öyle mi?
    bu dizelerde, iuvenalis'in umbricius aracılığıyla, yerdiği asıl konu, gösteriş meraklısı zengin romalıların ya da çok cahil halkın yunanlıların düşüncesi ve davranışlarını benimsemesi ve onları taklit etmesidir. hiç şüphesiz iuvenalis'in, yaşadığı dönemde, yunanlılara duyduğu bu olumsuz duygular kişisel değildir; bu ortak bir duygunun sesidir. çoğu romalı, gerek edebiyat, gerek rhetorica, gerekse sanatın diğer dallarında yunanlıların derin duyuşu ve bilgisine çok şey borçlu olsa da, bu ulusun önemli edebiyatçıları ve bilgeleri dışında, kentin dört bir yanına dağılan halkının yüksek mevkiler elde etmek için yaptıkları dalkavuklukları, yüzsüzlüklerini ve özellikle cinsel ahlakı bozucu tavırlarını hiç içine sindirememiştir (86-91, 100-112):
    "dahası, ne iştir, yağcılıkta üstüne olmayan bu halkın
    kara cahil bir adamın konuşmasını
    ve çirkin bir dostun suratını övmesi,
    ve sıska birinin uzun boynunu, …..
    hercules'in adaleli boynuyla kıyaslaması,
    kocasının gagaladığı tavuğun çıkardığı sesten
    daha da kötü, boğuk bir sese hayranlık duyması."
    ............
    sen gülsen,
    kendisi daha büyük bir kahkaha patlatır;
    ağlar, ama keder duymaz
    arkadaşlarının gözyaşlarını görünce;
    kış ortasında bir kıvılcım istesen
    abasını üstüne geçirir;
    'sıcaktan yanıyorum' desen, adama ter basar.
    öyleyse aynı katın ehli değiliz: o daha iyi,
    o hep hazır, sabah akşam
    yüzü bir başkasının yüzünü alır;”
    umbricius’un haklı yakınmalarından ara bulup bakışımızı roma tiyatrosunun sıralarına çevirdiğimizde, parayla soyluluk satın alanların, yoksulluğu gülünç duruma düşürüp ayaklar altına alışının canlı resmine tanık oluruz. çünkü roma’da, halkın eğlence merkezleri olan tiyatrolarda bile oturma sıraları, kazanca göre belirlenmiştir. i.ö. 67 yılında tribunus l. roscius otho’nun çıkardığı ve domitianus döneminde yeniden gözden geçirilen yasaya (lex roscia theatralis) göre, roma tiyatrosunda, sahnenin (orchestra) arkasındaki ilk on dört sıra equites’e (atlılar) ayrılmıştır. roma soylularının en düşük sosyal sınıfı olmasına karşın atlı sınıfına girebilmek için bile, insanın yaklaşık dört yüz bin sestertius serveti olması gerekir:
    .............................'çıksın' der,
    'çok ayıp, süvarinin minderinden kalksın,
    onun maaşı yasaya yetmez, burada otursunlar
    nerede doğduğu belli olmayan halkın çocukları;
    temiz tellalın oğlu alkışlasın burada,
    gladyatörün ve gladyatör eğiticisinin şık oğullarının arasında:
    bize ayrı oturma yerleri tayin eden
    aslı astarı olmayan hayali işte böyle otho'nun.”

    tiyatronun basamaklarından indiğimizde, iuvenalis’in dizelerinin müdavimi olan crispinus adlı bir karakterle karşılaşırız aniden; belki de romalıların en dalkavuğu, şairin deyişiyle olağanüstü bir tacizci, adiliklerinden fidye verip kurtulmuş ahlaksız bir yaltakçı. altı bin sestertius ödeyi bir kefal almış pazardan. bu paraya bir eyalet kendisini bütün topraklarıyla birlikte hiç düşünmeden satar doğrusu. bu olay iuvenalis’in aklına dalkavuk bir balıkçının adriyatik denizinin açıklarında ağına yapışan koskoca bir kalkan balığını ve bu balığın domitianus’un yüce sarayına bir kortej eşliğinde getirilişini getirir. imparatorluğun hükmettiği devasa denizde ne varsa, doğal olarak imparatorluk hazinesine aittir ve bu yüzden burada sırtı çıplak balıkçının sarf ettiği emeğin bir değeri yoktur. o zavallı da duruma hemen ayak uydurur ve meraklı kalabalığın arasından sıyrılıp balığı imparator’un huzuruna çıkarır dalkavukça; “buyur, al,” der ve devam eder:
    “bir evin mutfağına çok büyük gelir bu balık,
    bugün bayram günü olsun, bu yağlı besinle
    hiç durma, şişir mideni
    yiyip yut bu kalkanı, mutlu çağında.
    yakalanmayı zaten balığın kendisi istedi.”
    imparator’un koltukları kabarır bu övgüden, yalan da olsa. ama çok geçmeden canını fazlasıyla sıkan yeni bir durum ortaya çıkar. ne yazık ki, balığın konacağı büyüklükte bir tabak bulunamaz. kuş kanadında, bütün ülkeyi ilgilendiren kaygı verici bir mektup gelmiş gibi ortaya çıkan bu vahim sorunu çözmek üzere bir komisyon oluşturulur. imparator’un nefret ettiği özel danışmanları tek tek huzura çağrılır. yüzlerine sefil dostluğun solgunluğu sinmiş bir sürü insan müsfettesi görünür uzaktan. vali pegasus fikir beyan edeceği bir konu çıktı diye heyecanla, atıp pelerinini sırtına aceleyle koşar gelir. damarlarından akan kanının soysuz rengine rağmen, ahlaksız rubrius da gelmekte gecikmez. oburluktan hantallaşmış göbeğiyle montanus da belirir hemen. iki cenaze törenini kokutacak kadar sabah ıtırına bulanan crispinus da kalkıp gelir. mermer villasında savaş planları yapan fuscus, hiç görmediği bir kızın aşkıyla yanıp tutuşan catullus’la birlikte koşa koşa gelir. içlerinden biri, hezeyan halindeyken birden tokadı yiyip kendine gelen bir bellona rahibi gibi işgüzarca bir kehanette bulunur ve bu gösterişli balığın sırtında dikelmiş yüzgeçlerine bakılacak olursa, imparator’un büyük ve şanlı bir zafer kazanacağını söyler. adam gibi bir fikir, yemek sanatının ustası montanus’tan gelir. o koca balığı zarif çevresiyle saracak derin bir tabak yapılmasını önerir. bu adam bir istiridyeyi daha ilk ısırdığında, istiridyenin hangi kayalıkta ya da hangi derinliklerde doğduğunu hemen anlar; bir bakışta söyleyebilir denizkestanesinin hangi kıyıdan olduğunu. bu arada imparatorun taşkın bir yaşamdan hoşlandığı çok iyi bildiği her halinde bellidir. bu yüzden onun önerisi hemen kabul görür ve istedikleri büyük bir ciddiyetle yerine getirilir ve tabağın yapımı için hemen bir balçık ve tekerlek hazır edilir. bu öyküyü anımsayan iuvenalis’un gözleri bir an boşluğa dalar ve “keşke” der, imparator’u kastederek “bütün ömrünü böyle budalaca işlere ayırsaydı da, kentimizi en seçkin, en aydın ruhlarından sıyırmasaydı!” tam bu sırada trebius adlı azatlı bir köle takılır gözümüze. sonunda gece gündüz ettiği duaları kabul olmuş ve kendisini azat ettikten sonra iki aydır yüzüne bile bakmayan eski efendisi onu akşam yemeğine çağırmıştır. yıldızlar solduğunda, akşam kapladığında roma sokaklarını ayakkabısını bile bağlamadan gideceği bir işi vardır artık. hiç zaman yitirmeden katılır o yüce davete. ne yemektir ama? efendi-köle karşıtlığının görkemli bir gösterisi. konukları birer cybele rahibine dönüştüren sudan farksız, kalitesiz şaraplar, ağız dalaşları, kavgalar arasında uçuşan maşrapalar, basit çanak çömlekler arasında yenir yemek. trebius ikide bir yaralanır, siler kanını oradaki kırmızı peçeteye. efendi ise gök renkli zümrütle işlenen kadehlerle, bir zamanlar özgürlük adına can verenlerin başlarına çelenkler geçirip içtikleri, üstünde dolum tarihi, geldiği bağın adı yazılı amphoralardaki şarabı içer yüce maiyetiyle birlikte. trebius ve onun gibi olanlar ellerine altın bir kadehe henüz hiç değdirmemiş. olur da bir gün böyle bir kadeh emanet edilecek olursa ellerine, mutlaka bir bekçi de konur yanlarına; sivri tırnakları değerli taşlara takılıp da koparmasın diye. efendinin midesi şaraptan ve kusuncaya kadar yediği yemekten yanıp tutuşunca, trakya kırağısından soğuk, buz gibi bir suyla yıkanır hemen. eski bir hizmetkara hizmet etmeyi kendilerine yediremeyen kibirli köleler hiç sormaz sana ne istersin diye, bekler durursun bir bardak suyu. sonunda, zenci maurus’un kemikli elleri uzatır sana onu, hani geceyarısı tepelik latin yolundaki anıtların arasından geçerken hiç karşılaşmayı istemeyeceğin maurus’un. kaba unun küf bağlamış kırıntılarından yapılmış, azı dişini kıracak nitelikte, eğilip bükülmeyen bir ekmeği kemirmeye başlarsın en nihayet; efendine yumuşacık, karbeyazı undan yapılmış bir ekmek uzatılırken. bir hizmetkarın elinde mağrur mağrur gelirken, nasıl da fark eder bak o soylu karides bütün yüreğiyle efendinin önündeki servis tabağını; çepeçevre kuşkonmazla süslenmiş kuyruğuyla nasıl da tepeden bakar davetlilere. seninse önüne konan küçücük tabak, bir cenazeye yaraşır akşam yemeği; yarım yumurtayla çevrelenmiş sıska bir ıstakoz, solgun, içigeçmiş lahanalar, yarısı yenmiş yabani bir tavşan, yaban domuzunun gerisinden bir parça ve hindi artıkları. çürük bir elmayla savuruşturulursun, dişi bir keçinin sırtından ok atmasını öğrenen, kalkanla, miğferle silahlanan bir maymunun kamçı korkusuna kemirdiği türden. (5. 151-155) efendin kendisine sunulan kazciğerini, kaz kadar büyük tavuğu, vıcık vıcık yağlara buladığı müren balıklarını gövdeye indirirken, sadece yemek kokularıyla doymuş olan sen, artık daha fazla hazmedemeyeceğin bir şeyler yememek için, başlarsın kasabın ustasından öğrendiği ne var ne yoksa sergileyinceye kadar hoplayıp zıplayıp, bıçağıyla havada yaptığı gösterileri seyretmeye. bir tanrı ya da bir tanrı benzeri sana yardımcı olup da hiçlikten zengin olmuş olsaydın, bak işte o zaman efendinle kadeh tokuşturma şerefine erişebilir, sofrasında onun yanında oturabilirdin. işte ancak o zaman, o kölesine şöyle buyururdu: “trebius’a ver, trebius’un tabağına koy! kardeşim, filetodan da bir parça ister misin?” oysa şimdi bütün bunları sana acı vermek için yapıyor, masraftan falan kaçtığından değil. senin önüne adam öldüren mantarlar getirttiğinde, gerilen yüzünden, dişlerini sıkıp gıcırdatmandan keyif alıyor. çünkü hangi komedi, hangi pandomim inim inim inleyen bir mideden daha fazla eğlendirici olabilir ki?
    trebius, efendisinin bu küçümseyici daveti altında ezilirken, bu kez ionia’nın fırtınalı denizlerine açılmış bir gemi ve güvertede aşkıyla yol alan romalı soylu kadın eppia gözümüze çarpar. iuvenalis’in fırsatını bulduğu anda veryansın etmekten hiç çekinmediği romalı üst sınıf kadınlarının ahlaksal çöküşüne çok iyi bir örnektir eppia. romalı bir senatorun karısıdır ve çağında moda olduğu üzere, ülke ülke dolaşan yakışıklı bir gladyatöre aşık olmuş, yurdunu, kocasını, ağlaşan çocuklarını bırakıp onunla tehlikeli sulara yelken açmıştır. denize hiç alışık değildir oysa, babasının evinde kuştüyü yastıklarda, farbalalarla döşenmiş beşiklerde geçmiştir bebekliği. ama kocasıyla binmiş olsaydı bu iki yana sallanıp duran gemiye, kesinlikle midesi bulanır, gökyüzü dönüp dururdu tepesinde ve yetmiyormuş gibi, kocasının kucağına kusuverirdi. şimdi sevgilisiyle olduğu için bu arlanmaz kadın, sağlamdır midesi, neşeyle yer içer onunla ve gemici dostlarıyla, güvertede gezinir, kalın halatları keyifle çekip durur. ama gladyatör sevgilisi yaşlanmaya başladığında, kolunu sakatlayıp miğferinin açtığı yara izi yüzünde belirdiğinde, burnunun ortasına koca bir yumru oturduğunda, gözlerinden de o iğrenç salgı akmaya başladığında dönüp arkasına bile bakmadan onu da terk edecektir, nasıl olsa!.
    bunlar, iuvenalis’in roma’nın sokaklarından seçtiği ana örneklerden sadece birkaçı. bunlar, insan yaşamının farklı karşıtlıklarının görüntülendiği koskoca bir aynanın, saturae’ın yansımaları. iuvenalis’in bir ahlak öğretmeni edasıyla, zama zaman durgun bir tonlamayla, zaman zaman da olanca şiddetiyle ve öfkesiyle saldırdığı, insana ve insanca yaşamaya uymayan sahtelikler. roma’yı ve romalıları terk etmek üzere evinin kapısında bekleyen umbricius’a yeniden döndüğümüzde, onu özlediği kırsal yaşama, dolayısıyla, sadeliğe ve doğallığa götürmek için acele eden arabacısının ve atlarının artık iyiden iyiye sabırsızlandığını görüyoruz. umbricius’un veda sözleri şöyle:

    “bunlara pek çok neden ekleyebilirdim,
    ama yük beygirlerim beni çağırıyor, güneş de batıyor,
    gitmeliyim; katırcım nicedir kamçısını kaldırıp işaret ediyor, bak!.
    haydi, hoşçakal, hatırla beni, ve ne zaman
    kafanı toparlamak için koşa koşa gelirsen
    roma'dan, doğduğun şehir aquinum'a ,
    beni de çağır cumae'dan, helvina'na, ceres'ine ve diana'na .
    yergilerini mahçup etmezsem eğer, bir dinleyicisi olarak onların ,
    çizmelerimi çekip gelirim o buzlu arazilerine."

    kaynakça
    (burada, metnin dipnotlarında yer alan çalışmaların yanı sıra, çalışmamızda dolaylı olarak yararlandığımız kaynaklara da yer verilmiştir.)
    boardman, j; griffin, j, the roman world, oxford, 1996.
    clarke, m.l., roman mind, london, 1956.
    duff, j.d., d. iunii iuvenalis, saturae xıv (fourteen satires of juvenal), cambridge, 1900.
    earl, d., the moral and political tradition of rome, london, 1967.
    edwards, e., writing rome (textual approaches to the city), cambridge, 1996.
    ferguson, j., the religions of the roman empire, london, 1982.
    green, p., classical bearings (interpreting ancient history and culture), london, 1989.
    hermanni, c.f., d. iunii iuvenalis satirarum libri quinque, 1911, (teubner).
    highet, g., juvenal, the satirist (a study), oxford, 1960.
    hutchinson, g.o., latin literature from seneca to juvenal, oxford, 1993.
    juvenal and persius, satirae, (tr. g.g. ramsay), london, 1961 (loeb)
    juvenal, the sixteen satires, (tr. peter green), penguin classics, london, 1974.
    shelton, j.a., as the romans did, oxford, 1988.
    turcan, r., the cults of the roman empire, oxford, 1996.

    **************************************************

    not: alıntı yaptığım kaynağı yazamam, çünkü yok. hoca'nın konuşması navisalvia 2005 'dedir. eser basılınca kaynağı yazarım. ayrıca hocanın bu değerli yazısından profesyonel yararlanacaklardan tek isteğim; hocanın adını, navisalvia 2005 'i de dipnot olarak düşsünler, rica ederim.
hesabın var mı? giriş yap