• dine bağlı olma durumu.
  • baglı oldugu dinin kurallarını yerine getirmeye ozen gosteren dinini ciddiye alan yasam anlayısı.baglı bulundugu dinin kurallarını diger insanlara empoze etmeye calısan,kendi istegiyle uyguladıgı din kurallarını mecburiyet haline getirmeye calısan ve kendi gibi yasamayanları kendi dininden ve kendi seviyesinden saymayan yasam anlayısı icin:(bkz: dinci)
  • dini darlık. dar kalıpların insanı olmak.
    zamanın ötesine yollanmadan önceki açıklama: allah'a inanmak ve iman etmek (mümin olmak) ile dindar olmak eş anlamlıyı bırakalım, paralel bile gitmezler ve aralarında doğru orantı da yoktur.
  • 'akil tutulmasi'dir.
  • militarizmin tüm pis taraflarını her dinde ve inançta örten şey. bir çeşit minare - kılıf olayı...

    (bkz: minareyi çalan kılıfını hazırlar)
  • bilgisiz olunamayacak unsurdur. din, hayatın her alanına temas eden kapsamlı birşeydir. insana, ferdi ve sosyal birtakım sorumluluklar yükleyerek, bunları gereği gibi yerine getirebilmesi için bilgiyle donanmayı telkin eder. çünkü bilmek, dinin üstün değerlerini hayata hakim kılabilmenin vazgeçilmezidir.
  • bir din sistemine, dini bir öğretiye, nasıl deniyorsa işte; bir dine, inançla bağlı olmak durumudur, sanırım. inanç ve inanmak denen psikolojik durumun, şey'in üzerinde temellenen tinsel, bilişsel yapı. sanırım. gönülden bağlı olarak, bilimsel kanıtlar olmaksızın ve aramaksızın, aramaya ve sunmaya gerek görülmeksizin var olan birey tutumu. sanırım.

    bunda zerre kadar sakınca görmüyorum ve görsem ne çıkar. ben kimim. fakat konuyu buraya getirmek istiyorum; çünkü şunun için: dindar kardeşlerim ile konuştuğumuz zaman ve inancı ile ilgili bir konuda "niçin" diye sorduğumuz zaman, "biliyorum" diyor. "görüyorum". alnımızın altında açmış güzide çiçekler olan gözlerimizle gördüğünü sanmıyorum. illa görmek denecek ise, hiç dalga geçmeksizin ve hor görmeksizin, bu "görme"nin gönül gözü dediğimiz fikri oluşum ile gerçekleşebileceğini düşünüyorum. yani ortada kanıtlanacak bir şey yok. o böyle olmadığına "inanıyor" olabilir; ama bunun ötesi, inanmanın dışında bir gerçeklik, yok. tamamen bireysel bir tutum. ve gayet yeterli.

    böyle yazıyorum; çünkü karşımdaki kardeşim bu yeterli değilmiş gibi, bir eksiklik var imiş gibi kanıtlar sunuyor. o kutsal olduğunu düşündüğü kitaba istinaden. görmüş gibi. oysa görmüyor. "çıkarım yapıyor". amenna. yeterli. ama görülmez, gözle. bilinmez. dokunulmaz. tadına bakılmaz. inanılır ve bu yeterlidir.

    dindar olmayanın bu konuda bilimsel veya gözle görülür elle tutulur kanıtlar araması ne kadar anlamsızsa, dindar olanın da aynı kanıtları sunmaya çalışması o kadar anlamsızdır. çünkü en basit anlatım ile bir tercih meselesidir. kişiyi ikna eden şeyler ne kadar kuvvetli görünür ise görünsün, son kertede ona öyle görünmektedir. dolayısıyla dindar olan kardeşim dindardır, ne mutludur ona; dindar olmayan kardeşim de dindar değildir, gene ne mutludur ona.

    aksi hakikaten dar bir alana sıkıştırmaya tekabül etmektedir, gibi geliyor bana da, dini ve hayatı.
  • mensubu olduğu dinin gereklerini, kendi sınırları çerçevesinde yoğun ve kendince eksiksiz olarak yaşama durumudur. kendi yaşam tarzını dini kaidelere odaklı olarak sürdürmektir.

    kendini dindar olarak tanımlayan birey kendi çevresi, kültürü ve içerisinde bulunduğu ortamın gerekleriyle orantılı olarak bunun dindar olmanın niteliklerini belirler. dolayısıyla aynı din ve aynı mezhepten dahi olsa, kendini dindar olarak tanımlayan iki insanın yaşam tarzları, ibadetleri birbirinden son derece farklı olabilir.

    benzer şekilde çocuklarını dindar yetiştirmek isteyen iki ailenin yöntemleri de nesnel olamaz. örneğin bir aile içerisinde dayak cennetten çıkmadır düşüncesi hakim olabilecekken, bir diğer ailede tam tersine hoşgörü ve sabır ile benimsetme düşüncesi hakim olabilir. bir aile için kız çocuğun okuması ve çalışması elzem değilken, bir diğerinde eğitim ve tahsil önem kazanabilir. üstelik bu ailelerin hepsi de kendilerini dindar olarak niteliyor olabilirler.

    bu noktadan hareketle bir devletin bireyi dindar olarak yetiştirmesi yaklaşımı, dindarlığın öznelliğinden dolayı içi boş bir kavramdır. bunun sonucunda devlet veya iktidar, dindarlığın tanımını kendine göre yaptığı anda bu tanıma uygun tek tip vatandaş yetiştirme durumuna düşer. devlet dindarlık tanımını yapma ve bunu tüm bireylerine dikte etme hakkına sahip değildir. ne kadar dindar olmak istediğine ve dindarlığın ne olduğuna birey karar verir.

    diyanet işleri başkanlığı gibi bir kurumun var olma sebebini de bu noktada tartışmak gerektiği gibi, dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz söylemini de benzer pencereden sorgulamak gerekir.
  • "dindarlık konusuna ilginç boyutlar getiren ender kişilerden. otuz yılı aşkın süredir bana ev işlerimde yardımcı olan bir hanım. okuma yazması olmadığı için yalnızca yaşam biçimi ve kişiliğiyle destekleyebiliyor inancını kutsal kitaplardan alıntılar yapmıyor.
    zaten hacı-hoca takımına inanmıyor, çarşaf giyen kadınlardan hoşlanmıyor, başına sardığı yemenileri özenle seçiyor -sözgelimi yeşil renk ona hiç yakışmazmış, siyah da içini karartırmış- domuz eti yemiyor; içki içimiyor, namazını, orucunu aksatmıyor, sevdiği insana yardıma hazır bir anlatım okunuyor bakışlarında. benim içki içmem, başımı örtmemem, erkek dostlarımın çokluğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor: hangileri için buz çıkarılacağını, hangileri için ocağa çay suyu konacağını da biliyor üstelik. her sabah gazetenin bulmacasını çözme alışkanlığımı yadırgamıyor, oysa ona çok saçma gelmeli; acaba kendi bildiği yerel sözcüklerle bana bir yararı dokunabilir mi (çoğu zaman dokunuyor) sorusu hep aklında. televizyonda gördüğü, radyoda seslerini duyduğu kadınları benimle kıyaslamaya, düşüncelerini açıkça ortaya koymaya düşkün. "sen olduğun gibisin" övgüsü böyle bir ağızdan çıkınca ayrı bir anlam kazanıyor, günlük yaşamın sıkıcılığına ondurucu bir özellik katıyor: çünkü o yalan söylemez. tabii ki dindar olduğu için değil, zaten yalan söylemediği için. varoluşçuluktan habersiz bir varoluşçu olması bir yana, feminizmden habersiz bir kadın hakları savunucusu. kendisini okula göndermeyen, küçücük yaşında evde neredeyse köle gibi çalıştıran aile büyüklerini asla bağışlamıyor, eleştirmekten kaçınmıyor. emeğinin karşılığını ödemekte sıkıştığımı sezdiği anlarda, yüzümde ufak bir hüzün belirtisi bile görmek istemiyor. acaba şundan-bundan ünlü olduğunu duyduğu bir yazar neden böyle sıkışık durumlar yaşasın? aklı karışıyor o zaman. o kadar özendiği okumuş yazmışlığın kendi kol gücünün ücretini karşılamaya yetmediğini kavradığından olsa gerek.

    ben de laik olma savıyla değil, zaten başkalarının inaçlarına saygı gösterdiğimden, ramazan ya da bayramlarda ona alacağım armağanları titizlikle seçiyorum doğal olarak.

    içimi kanırtan ilk soruyu yıllar önce sormuştu: "her gün yazıyorsun, benim anlayabileceğim birşeyini okur musun bana?"
    allı turna başlıklı öyküyü okudum. gözlerinin dolması karşısında irkildim biraz. ne de olsa o çapraşık betimlemelerin fazla uzun sürmesi dinlemeyi güçleştirebilirlerdi. köy kökenli birinin yaşamına ilişkin ayrıntıları bir kentlinin ağzından dinlemesi hoş olmasa gerekti. "iyi ki öykünün baş kişisi karslı, sivaslı değil," diye düşündüğüm sırada, "ben de bir keresinde, tam böyle..." diye girdi söze.

    ikinci iç kanırtıcı konuşma, kurban bayramı'ndan hemen önceydi. güzel yüzünün karanlık bir soruyla yüklü olduğu besbelliydi o gün:
    - sen cennete gidecek misin?
    hiç sanmadığımı söyledim.
    - peki cennet nasıl bir yer sence?
    - bilmem ki, galiba hurilerle gılmanlar varmış, ağaçlarda yemişler, süt, bal varmış.
    - süt sevmem, balı da ağzıma sürmem, yemiş neyse... hurilerle gılmanlar ne ki?
    tehlikeli bir sınıra dayandık.
    - çok güzel, peri gibi kızlarla yakışıklı erkekler olsa gerek.
    - bana ne onlardan?
    - o kadarını bilemem. zaten ben...
    - yani sen gelmiyorsun. bari komşumuz mado hanım geliyor mu?
    - sanmam, dinle bir alışverişi yok galiba.
    fransızların da cennete pekala gidebileceğini düşünen bir müslüman.
    - ya benim kedim?
    - bildiğim kadarıyla hayvanlar araf'ta kalır, cennetle cehennem arasında bir yerde. boşversene bunları...
    - hiçbiriniz gelmiyorsanız ben de gitmeyeyim bari, sonucuna vardı. orada çok yalnız kalırım.
    - ama akrabalarından gelenler çıkabilir belki, üzülme.
    - onlar gelecekse gitmesem daha iyi zaten!
    eline tutuşturulmuş bir cennet biletini yakmakla yakmamak arasında bocalıyordu sanki. bu soruyla, yaşamının oldukça geç bir döneminde karşılaşmıştı; onunla cennet konusunu açıkça tartışmak hiçbir yarar sağlamayacağı gibi yaşadığı küskünlüklere bir yenisini daha ekleyebilirdi.
    aramızdaki ince dengeyi kollayarak:
    - daha uzun yıllar var önünde, dedim, belki sırf seni yalnız bırakmamak adına bir torpil bulabilirim o arada.
    bu yanıtı duyduğunda, yüzünde beliren gülüsmeme, o güne kadar uğrunda yaşadığı cennet düşüncesinden kolayca vazgeçemeyeceğini kanıtlıyordu. "görüş gününe gelir gibi mi?"
    bu kere gözlerimiz dolmadı, güldük."

    tomris uyar

    gündökümü / bir uyumsuzun notları ii / yky / 2.b, ocak 2009 / s.330-332
hesabın var mı? giriş yap