• fransanin shakespeare'i. sabri esat siyavusgilin guzel cevirisiyle yayinlanan cyrano de bergerac`in yazari.
  • xix. yüzyilin son yillarindan 1914 semaetine kadar, önce fransa’yi ve tedricen bütün garp edebiyati âlemini en ziyade mesgul eden sima, edmond rostand olmustur. 27 aralik 1897 gecesi, porte-saint-martin tiyatrosunda cyrano de bergerac’in kazandigi misli görülmemis muvaffakiyet, genç sairin bir gün öncesine kadar pek mahdut kalan söhretini, bir anda, bütün fransa’ya, hatta bütün cihana yaymisti. zamanin en müskülpesent münekkitlerinden biri olan emile faguet, ertesi günü, büyük bir sairin dogdugunu cihana müjdeliyordu: “göz kamastirici bir zaferle xx. yüzyili açan bu saire, avrupa gipta ile, fransa gurur ve ümitle bakiyor”. piyes yüzlerce defa oynandi, bütün dillere tercüme edildi ve yüz binlerce nüsha satildi. 1900’de oynanan l’aiglon, rostand’in söhretini büyük bir sasaa içinde xx. yüzyila nakletti. bir an geldi ki, bütün fransiz ve hatta dünya matbuati, mütemadiyen genç sairin hayati, eserleri, projeleri, serveti, akademi azaligi, nisanlari ve meshur arnaga malikânesiyle ugrasir oldu. fakat mecmua sahiplerinin, tiyatro müdürlerinin, hatta bazen siyasî partilerin, türlü türlü maksatlarla, her gün biraz daha cilâ verdikleri bu söhret, pek insanî olarak, edebiyat ve tenkid âleminde muhtelif aksülâmeller uyandirdi. karikatürler, kabare sarkilari, manzum ve mensur hicivler, cyrano sairinin lehinde, fakat arzusu hilâfina yapilan propagandayi önlemek söyle dursun, halkin tecessüsünü mütemadiyen uyanik tutuyor ve edmond rostand’i günün adami yapiyordu. iste halk, derin bir vecd içinde, sairin ikide birde esrarengiz bir tavirla müjdelenen yeni saheserini büyük bir sabirla, senelerce bekledi ve chantecler, 1910’da okundu, seyirci ve münekkidin bu istiyakini ancak yari yariya tatmin edebildi. chantecler, lâyik olmadigi bir kayitsizlikla karsilanmis olmasina ragmen, rostand’in söhreti, ancak harp ve harp sonu dünyanin ihtilâçlari içinde bir aralik söner gibi oldu.

    bugün, cyrano de bergerac hadisesinden tam 70 yil sonra, rostand hadisesini sogukkanli bir muhakeme ile tetkik edebilecek bir vaziyette bulunuyoruz. gerek rostand’in kayitsiz ve sartsiz dâhiligini ileri süren taraftarlarin, gerek chantecler sairinin edebî bir blöften baska bir sey olmadigini iddia eden aleyhtarlarin asiri propagandasi, edebiyat tarihinin durultucu seyri içinde artik kaybolmus ve yerlerini zaman ölçüsünün ve bir olus halinde devam eden zevkin sasmaz hakemligine birakmistir. hakikaten zaman ve zevk, bugün rostand hadisesi hakkinda katî hükmünü verecek kadar, yakin ve aldatici tesirlerden uzak bulunuyor. iste biz de, bu kisa önsözde, rostand’in hayatiyle birlikte eserinin fransiz edebiyatindaki yerini ve degerini belirtmeye çalisacagiz.

    * * *

    edmond rostand, 01 nisan 1868’de marsilya’da dogmustur. bütün rostand ailesi cenupta yasamistir. tercümei hali bilinen ilk rostand’i orgon’da noter olarak görüyoruz. aile, bir müddet sonra, büyük ihtilâl’den az önce, marsilya’ya gelip yerlesmis ve noter rostand’in ogllaridan biri, bu sehirde evlenmistir. bunun 8 oglundan biri ve edmond rostand’in ceddi olan alesis rostand, asker, hâkim, siyaset adami ve maliyeci olarak, marsilya’da büyük bir faaliyet göstermistir. daha 20 yasinda iken cumhuriyet ordularinda yararlilikla hizmet etmis, daha sonralari ticaret mahkemesi, belediye, vilâyet meclisi ve tasarruf sandigi reisliklerinde bulunmustur. oglu joseph rostand marsilya’da memurdur; bunun eugène ve alexis adinda iki oglu da, dogduklari sehre bagli kalmislardir. alexis adinda iki oglu da, dogduklari sehre bagli kalmislardir. alexis maliyeci ve musikisinastir, büyük harp’ten biraz sonra ölmüstür. edmond rostand’in babasi eugène ise, sayani hasret bir simadir. bouchede-rhône tasarruf sandigi reisligindeki yorgunlugunu siir yazmakla çikaran bu zat, catulle’ü manzum olarak tercüme ettikten baska sentiers unis ve poésies simples adinda iki siir kitabi da nesretmistir. ayni zamanda, içtimai iktisat meseleleriyle de mesgul olmus ve bu sahada meydana getirdigi eserler sayesinde 1877’de marsilya akademisine ve 1898’de ise içtimaî ve siyasî ilimler akademisine aza intihap etmistir.

    edmond rostand, marsilya lisesinde uslu, kendi âleminde, mahcup ve çaliskan bir talebedir ve her yil, fransizca ile tarih mükâfatini kimseye kaptirmaz. annesinin yegâne sikayeti, oglunun giyim hususundaki asiri titizligidir. hele pantolonunda en küçük bir leke olsun, kiyametler koparir. mendilini bir kere kullandiktan sonra kaldirip sokaga atmak âdetinde oldugu için, evde herkes, nezle olmamasina dua eder. çok okur, walter scott’a bayilir. napoéon’a karsi sonsuz bir hayranlik besler. yegâne eglencesi, dekorlarini kendi çizip boyadigi, elbiselerini kendi hazirladigi kuklalaridir. odanin bir kösesine kurdugu bu kukla sayesinde kendi uydurdugu piyesleri oynatir ve temsillere, birkaç mahreminden baska, kimseyi kabul etmez. yaz tatilinde luchon’a gidilir ve edmond, mektepler açilincaya kadar, akrani ile birlikte, o günesli pyrénées memleketinde tabiatla bas basa kalir.

    marsilya lisesinde geçen su hadise, edmond rostand’in edebi hayatinin baslangici olmustur. bir gün rostand, catulel’den manzum olarak tercüme ettigi bir parçayi hocasina göstermis ve hoca, önce bunu usul ve nizama aykiri bularak surat asmak üzere iken, tercümesinin güzelligine o kadar hayran olmus ki, sinifta bütün talebeye okumus. edmond, böylece mektebin sairi olmus. yine ayni yil, 1884’te, marsilya’da çikan küçük mireille mecmuasinda edmond’un ilk siirleri intisara baslar.

    edmond, bakalorya imtihaninin ikinci devresini hatirlamak üzere paris’e, stanislas kolejine gönderilir. marsilya’dan kalkip gelen bu çocugun garip sivesiyle istihzaya baslayan arkadaslari, onun fransizca, tarih ve felsefeden birinci çiktigini görünce, candan bir dostlukla kendisine baglanirlar. edmond’un ilk büyücek eserleri, les petites mains -ki intisar etmemistir- adindaki piyesiyle bir hikâyesi, mon la bruyère, bu devre aittir. mektepte gayet çirkin, fakat o nispette hassas, meyus ve hulyaperest bir mubassir, edmond’da öyle kuvvetli bir hatira birakmistir ki, sair les musardises’deki pif-luisant’i ve hatta cyrano’yu yazarken, onun hayalini içinde yasatmis olsa gerektir.

    lise tahsilini bitirip de edebiyatta karar kilmak isteyen edmond’un bu hevesine, sair babasi mâni olur, edebiyat bir meslek degildir, daha saglam bir baltaya sap olmak lâzim. o halde uslu uslu hukuk fakültesine devam edilecek. edmond, fakültede ciddi ve çaliskan bir talebedir. yalniz dersler bitince, dostu henri de grosse’u bulur ve onunla, hukuktan ziyade, edebiyattan bahseder.

    o siralarda (1888) marsilya akademisi, “iki provence romancisi: “zola ve honoré d’urfé” mevzuunda mükâfatli bir müsabaka açmistir. müsabakayi kazanan genç edmond, büsbütün edebiyata sariliyor. tatillerde ailesiyle birlikte, luchon’a gittigi zaman en büyük eglencesi, artik tiyatro olmustur. kuklalar unutulur ve villanin bahçesinde kurulan derme çatma bir sahne üzerinde, dostu henri de grosse’la birlikte, birçok piyesler oynar. bunlardan birçogu, küçük diyaloglar, kendi kaleminden çikmistir. onun bu tecrübelerini görenler, kendisinde yaradilistan bir tiyatro yazari kabiliyeti bulundugunu anlamakta güçlük çekmezler. tatil günleri, bir taraftan açik hava tiyatrosu, bir taraftan da sehir civarinda, pyrénée’lerin çamlari ve selâleleri arasinda yapilan gezintilerle geçer. bu gezintilerin birinde tanidigi matmazel rosemonde gérard, 1890 nisaninda edmond’un karisi olmustur. artik hukuk tahsili bitmis ve genç sair ilk siir mecmuasini nesretmistir: les musardises.

    kendilerini bulamayan sair ve sanatkârlara, yani “raté”lere ithaf ettigi bu gençlik eseri, matbuat ve tenkid âleminde fazla bir tecessüs ve alâka uyandirmadan geçti. yalniz bir münekkid, augustin filon, la revue bleue’de, eserde “hakikî bir istidadin infilâkini” buluyor ve “delikanli musset’nin contes d’espagne et d’italie’sinden beri” görülmemis olan böyle parlak bir baslangici vecd ile selâmliyordu. bos seylerle vakit kaybetmek manasina gelen les musardises unvanina bile gençlik, serazatlik, nükte ve istihza sinen bu siir mecmuasinda rostand, yer yer, pes ve tiz perdeden, nese ve istirabi, banville’i kiskandiracak bir ustalikla terennüm eder. kafiye perendeleri arasinda nüktenin bütün incelikleri, “élégie”den “satire”e kayan bir ruh ve mana, bu taze eserde gür ve serin bir kaynaga, saglam ve zengin bir damara alâmetti. daha bu eserde, rostand’in en kaypak bir hissi, en gizli bir arzuyu, en mütebessim bir nükteyi, iphami veya berrakligiyle ifade edebilecek bir alete ne kadar hâkim oldugu görülüyordu. bu alet rostand’in tabiî dili, nazimdi. les musardises sairi, fransiz akademisinde söyledigi nutuk müstesna, chantecler’in sahne tariflerine varincaya kadar, her seyini bu dille ifade edecektir.

    1890-1891 yilinda rostand, bütün mesaisini tiyatroya hasretmistir. önce bir perdelik le rêve, sonra yine bir perdelik alceste, genç sairin ilk manzum piyes denemeleridir. henri lee ile birlikte yazdigi gant rouge’a nesredilmek bile nasip olmaz. la mison des amants bir sir halinde kalir. nihayet yine bir perdelik manzum piyes, les deux pierrots, comédie-française’e götürülür. bütün pierrot’larin hakikî babasi olan thédore de banville, tam o siralarda vefat etmistir. les deux pierrots’nun heyet huzurunda okunmasi da ayni günü tesadüf eder. heyet, siirin zerafetini takdir eder ama, piyesi oynatmak cihetine hiç yanasmaz.

    ancak üç yil sonra, 21 mayis 1894’te, les romanesques, comédie-française’de oynanir. rostand, kabul ettirmek için, eserini bizzat komite huzurunda okumus ve mevzuun zarafeti, straforel’in söyledigi tiradin parlakligi, iki gencin hem de zarifane sevismeleri, nazmin rengîn, neseli ve orijinal çesnisi, heyet azasinin nihayet hosuna gitmistir. mamafih, 1891’de yazilan bu piyes, hemen hemen üç yil sira beklemis ve temsil gecesinde, m.l. rodenbach’in le voile’i ile birlikte seyircilere takdim edilmistir. piyes, halkin ragbetini kazandi ve repertuvarda kaldi.

    sairin la princese lointaine’ini, 5 nisan 1895’te sarah bernhardt oynadi. matbuat, bu meshur aktriste karsi gösterdigi sempatiye ragmen, piyesi gayet soguk karsiladi ve gazetelerde birçok agir tenkitler görüldü. eserde, les romanesques’in sen fahtazyasi yerine, melânkolik bir lezzet vardi. öbürünün nesesini bekleyenler bunun hüznüyle inkisara ugradilar. les musardises’deki sevimli ve cazip misralar yerine, lirizmin sayhasi ve fikrin kati silüeti kaim olmustu. filhakika sair, dört perde boyunca ayni tonu tutturamamis ve zaman zaman, kendini belâgat hünerlerinin cazibesine birakmisti. fakat bütün iftiralara ragmen, piyeste, ideal hasretinin ve ideal istirabinin sembolünü ve rüya içinde gizlenen hakikatin yüksek ve halis bir siirle ifadesini görmekteyiz.

    1897 yili nisaninda rostand’in üç tabloluk manzum la samaritaine’ini yine sarah berhardt oynadi. mevzuunu kitab-i mukaddes’ten alan piyes, münekkitlerin hosuna gitti. halbuki rostand, istidadini bu mevzuda israf etmisti. yuhanna incili’nin dördüncü faslinda, rostand’in taskin akdenizli ve cenuplu mizac ve muhayyilesine uymayacak kadar kuru, fakat derin bir si’iriyet vardi. incil’in elli satirindan bütün birinci perdesini çikaran sair, bu sert, fakat ruhanî si’riyeti, enine boyuna yaymis ve uzatmisti. yuhanna, isa’nin agzindan “git kocani çagir da gel” mi dedi, rostand bu vakur üslubu 15 misrain içinde eritir. fakat ne olursa olsun la samaritaine, seyircilerin ragbetini kazandi ve daha halkin hevesi tükenmeden, sirf sarah bernhardt’in, bruxelles’e gitmesi sebebiyle afisten kaldirildi. rostand, ilk defa olarak bir piyesinin hosa gittigini iftiharla görüyor ve la princesse lointaine’in ugradigi haksiz lâkaydiyi unutabiliyordu.

    daha la princesse lointaine’in provasinda, meshur büyük coquelin’in istedigi piyes, çoktan beri rostand’in kafasinda hazirdi. luchon’da geçirdigi bir yaz tatilinde rostand, sevgilisinin bir türlü gözüne giremeyen beceriksiz bir dostuna, hoppa ve zarafet düskünü bir genç kizin kalbini çelmek usullerini ögretmek mecburiyetinde kalmisti. önce “seni seviyorum” itirafini kekelemekten baska bir sey beceremeyen âsik, rostand’dan ögrendigi sözler ve göz alici cümlelerle öyle belâgat gösterdi ki, genç kiz bu hassasiyete meftun oldu ve evlenmeye muvafakat etti. bu hadise, cyrano’nun ilham noktasi oldu. sair, cyrano tipini, daha stanislas kolejinde iken pif-luisant’da bulmustu. zaten ilk siir mecmuasini:

    je vous aime et veux qu’on le sache

    o raillés, ô, déshérités,

    vous qu’insulte le public lâche,

    vous qu’on apelle des ratés

    misralariyle nasipsizlere, halkin alayina ugrayanlara, yani “raté”lere ithaf eden sair, xvii. yüzyilin derbeder sairi cyrano de bergerac’a karsi ruhunda öteden beri, merhametle karisik bir incizap duymaktaydi. büyük asrin bu büyük “rate”si, hakikaten meraka deger bir simadir. 1619’da paris’te dogmasina ve bergerac’in ile-de-france’da bulunmasina ragmen tam bir gaskon mizaci tasiyan bu garip adam, bu sair, filozof, musikisinas, fizikçi… ve silâhsör, la mort d’agrippine’i ile (1647’de yazilmis ve ancak 1653’te oynanabilmistir) trajediye felsefeyi sokmus ve le pédant joué’siyle de molière’e ilham ve intihal kaynagi olmustur (1650). historie comique du voyage dans la lune (1650) ile voyage au pays du soleil (1656), zamaninin en keskin ve ayni zamanda en nükteli bir hicvidir. madame de sévigné’den önce, “kus öten bir yapraktir” diyecek kadar ince ve zarif buluslari olan bir sair, hiddet edince de “ne, çapkin herif, beni tahkir ettikten sonra hâlâ mi yasamak küstahliginda bulunuyorsun? sen ki su cihanda bir hiçsin veyahut tabiatin kiçina çakilmis bir çividen ibaretsin. tutmasam öyle asagiya düsersin ki, yerde sürünen bir pire, seni kaldirim tasindan ayirt edemez…” diyecek kadar atak ve magrur bir silâhsordur. magrur ve “libertin”, ayni zamanda bende ve sofu, mutedil ayni zamanda sedit, içi güzel fakat disi çirkin, yüz kisiye meydan okuyup hepsini tarumar edecek kadar cesur, ayni zamanda taklidini yapan bir maymunu kiliçtan geçirecek kadar da ölçü ve muvazeneden mahrum olan bu adam, 1655’te, cinnet buhranlari içinde öldükten sonra, hemen unutuldu ve ismi mufassal edebiyat kitaplarinin 3-5 satirlik medfenine gömüldü. iste rostand, o pif-luisant ile bu cyrano’dan cyrano’yu ve luchon’daki muziplikten de dramin ruhunu çikaracaktir.

    artik rostand için hummali bir faaliyet devresi baslar. sair, baliga çikarken oltasini, ava giderken tüfegini unutturacak kadar kendisini saran bu mevzuu, kemale ermenin sevki ve titizligin istirabiyle isler. misralari misralar, sahneleri sahneler takip eder. rostand bütün ruhunu, ruhunun bütün zarafetini, vecdini, istirabini, ideal istiyakini, piyesin kahramanina nefhetmektedir. o da cyrano hadisesine kadar, cyrano gibi anlasilmamanin azabini yasamistir. o da, cyrano gibi nükte ve istirabin garip bir muammasidir.

    piyes tamamlanip porte-saint-martin tiyatrosuna götürülünce de mihnet sona ermez. provalarda en güzel sahneleri kesip atmak isteyenlerin virviri, vezin hatasi bulmak için gelenlerin manasiz müdahaleleri, dekor ve kostüm için para sarf etmek isteyen idarenin pintiligi ve nihayet piyesin uzun ömürlü olacagini akillarina sigdiramayan aktörlerin süpheciligi, rostand’in günlük üzüntüsü olur. roxane’i oynayacak olan maria legault, piyesin bir hafta bile dayanamayacagini kestirerek, tiyatroya ancak “piyesin devami müddetince” angaje olmustur, yalniz coquelin metîndir ve saire ümit verir.

    27 aralik 1897 gecesi, temsile baslanmadan bir çeyrek saat önce, rostand heyecan içinde, “ah dostum, beni affet, seni bu felâketli maceraya sürükledim!” diye coquelin’e sarilacak kadar bedbin ve mütevazidir. fakat ertesi sabah, 27 aralik 1897 tarihi, fransiz edebiyati ve tiyatrosu için yeni bir devrin baslangici olmustur. sabahin ikisine kadar heyecan içinde, vecd içinde, alkislayan, bagiran, gülen ve aglayan halk, rostand’in ilk ve hakikî zaferidir.

    rostand’in bu zaferi, fransiz tiyatro tarihinde misli görülmemis bir zaferdir. filvaki viktor hugo da, 25 subat 1830 aksami, hernani zaferini kazanmisti; fakat hernani, zafer olmadan önce, bir “muharebe” olmustu. bütün paris, marion de lorme’un niçin yasak edildigini biliyor ve bütün paris, herani’yi bekliyordu. hernani’nin bir zafer olmasi için, “muharebe”ye romantizmin fedaileri sürülmüstü. siyah pelerinler, gür ve daginik saçlar, théophile gautier’nin kirmizi yelegi, klasizm taraftarlarinin perukali taburlari içinde dehset salmisti. fakat cyrano, tek basina, yalniz nüktesi ve istirabiyle, paris’i teshir etti ve reailzmle ibsen’in hâkim oldugu bir devirde, manzum drami çoktan defnetmis olanlar, harikulâde bir “basebadelmevt’in hasyetini duydular.

    27 aralik 1897 aksami baslayan heyecan, ideale susayan, güzele, iyiye ve dogruya hasret çeken bir insanligin vecdiydi. e. faguet, bu titiz ve daima gayri memnun münekkit, débats’da “iste, diyordu, eger evlâtlarimiz vaktinden önce bunamazlarsa, 1930’da ve hatta daha sonralari bile ayni vecd ve heyecanla seyredecekleri bir eser. mekteplerde çocuklarimiza xix. yüzyil tiyatrosunu mu, yoksa xiii. louis devrini mi tetkik ettirmek istiyoruz, iste dissertation mevzuu. iste yarinin parlak ümidi… hemen yarin kendisine nisan verilsin ve fransa’nin büyük sairlerinin âdeti veçhile, en geç 35 yasinda akademiye girsin. her seyden önce, bize, üç yüzyildan beri, devir devir, fransa’nin edebî üstünlügünü kabul ettiren yüksek ve halis zaferlerden birini tattirsin. süphe yok ki, artik hersey, yalniz onun elindedir. yarabbi, monsieur rostand, mevcudiyetinizden dolayi size ne kadar minnettarim!” hakikaten rostand’a daha ertesi aksam légion d’honneur’ün chevalier rütbesi verildi.

    jules lemaitre “cyrano, diyordu, üç yüzyillik bir sanat dalinin son çiçek açisidir. rostand buna, kafasini ve ruhunu, devrimizin en hünerli ve en sicak bu iki seyi ile üç edebiyat ve içtimaî hayat yüzyili bize zekâ ve hassasiyet namina ne birakti ise onu katti!”

    francisque sarcey, le temps’da “bu, harikulâde bir si’riyetin eseridir, diyordu. fakat her seyden önce bir tiyatro saheseri… nihayet bir tiyatro yazarina, istidat sahibi bir adama kavustuk. ne saadet, ne saadet!” lucien mühlfeld “bu dramin surasindan, burasindan toplayacagimiz 100 misra, diyordu, bir güzellik kitab-i mukaddesinin ayetleri olur”.

    günler ve aylar geçiyor, porte-saint-martin tiyatrosunun önünde, ayni mahserî kalabalik ve içinde ayni coskun alkislar devam ediyor, tasradan gelen katarlar, paris’e cyrano’yu görmeye gelenleri tasiyor, bütün kitapçilar vitrinlerini rostand’in eserleriyle süslüyordu. birkaç ay içinde piyes, ingilizceye, italyancaya ve almancaya tekrar tekrar tercüme ve birçok kere tabedildi. coquelin’in avrupa’da ve amerika’da yaptigi turneler, eseri bütün cihana daha yakindan tanitti. büyük aktörün istanbul’a geldigi zaman oynayacagi piyesler arasinda cyrano da vardi. fakat abdülhamid’in sansürü, cyrano’nun kocaman burnundan ve igneleyici nüktesinden ürktü ve piyesin oynanmasina müsaade etmedi.

    fakat, halkin hayranlik ve coskunlugu, bazi münekkitlerin tahmin ve müsamahasindan ileri gidince, rostand’in etrafinda peyda olan takdir orkestrasinin akordu bozulmaya basladi. asil falsolu sesler çikaranlar, edebiyat piyasasina hâkim olmaya ugrasan simsarlarla yaraticiliklari sair sürümünden ileri gidemeyen edebiyat hadimlari, “isme” ile biten ekol yardakçilari, yalanci kâhinler, sahte zevk sahipleri, “ben demedim mi?”ciler, kahvelerde karargâh tutan dedikoduculardi. bunlar muvaffakiyetin sebebini, rostand müstesna, her yerde aradilar ve en umulmadik yerlerde buldular. içlerinden biri, cyrano’yu “kipkirmizi pantolonlularin bando mizikasi” diye izah ediyordu; digerleri ise, bu zaferde “irticain parmagi”ni ariyordu. la libre parole’da çikan bir makalenin yazari, büyük bir ciddiyetle, piyesin benî israil’e karsi kazanilmis bir muzafferiyet oldugunu ileri sürüyordu.

    “kirmizi pantolonlular”, “irtica” ve “benî israil’in hezimeti”, su demekti: rostand, fransa’yi velveleye veren dreyfus meselesinin uyandirdigi heyecani istismar etmistir. nasil mi? çünkü cyrano, kahramandir ve kiliciyle kalemini, hak bildigi davanin ugrunda ölesiye ve öldüresiye kullanir. dreyfus aleyhtarlari cyrano’da fransa’yi, dreyfus’çüler irticai bulmuslardi. dreyfus’e ve onun hararetli müdafilerine karsi gayzini istedigi gibi bosaltamayan halkin, cyrano temsilinde yirtinarak bagirmakla, rostand hesabina vatanperverlik yaptigi ileri sürülüyordu. zannediyorlardi ki, zola’ya atilamayan çürük yumurtalarin parasi, porte-saint-martin gisesinden rostand’in cebine giriyor ve rostand her “kahrolsun dreyfus”ü el çabukluguyle, bir “yasasin cyrano!”ya tebdil ediyordu. netice: dreyfus olmasaydi, cyrano olmazdi; bir kelime ile rostand, dreyfus aleyhtarlarinin aylikli sairidir!

    halbuki hakikat, hiç de öyle degildi. dreyfus davasi bir mesele olup da fransa’nin bütün sair, edip âlim ve sanatkârlari karsi karsiya cephe alirken rostand, dreyfus’çülerin barikatinda ilk toplananlardan biriydi. 1894 muhakemesinin yeniden rüyeti için yazarlarin nesrettigi ilk mazbatada, onun da imzasi vardi. yarbay picquart davasinda rostand yine ilk safta bulunuyordu. yarbayin tevkifinden biraz önce zola lehine yapilan bir toplantida rostand islikla karsilanmisti. dreyfus aleyhtarlarinin bu toplantida gönderecekleri sitma görmemis sesler, rostand’i da yuhalamisti. l’aurore gazetesinin bir yazari, gazetesinde “100 yuhadan 50’sinin zola’ya, 30’unun picquart’a, 15’inin rostand’a ve 5’inin de reinach’a ait oldugunu” kaydeder. yarbayin tevkifini protesto edenlerin arasinda da rostand vardi. zola’nin légion d’honneur’den kovulmasini nefretle karsilayanlardan biri yine rostand’dir. rostand bütün bu mücadeleye, iste bir haksizlik oldugunu samimiyetle inandigi için, hiçbir kâr ve menfaat hesap etmeksizin, girmisti. istemis olsaydi, muarizlarinin da kabul ettigi gibi, cyrano’dan kazandigi muvaffakiyete dayanir ve dreyfus aleyhtarlarinin resmî sairi olurdu. déroulède veya coppée’nin bu saftaki yeri, déroulède veya coppée olduklari için, zaten münhaldi! rostand, rostand kalmayi tercih etti ve bunda hem samimi hem de hakliydi. dreyfus taraftarlari cyrano’da irticain parmagini görmekle hata ediyorlardi. dreyfus meselesi, ortaya bir haksizlik ve adalet davasi atmisti, yoksa kahramanlik ve ideal ile hukuk beser beyannamesini birbirine düsman etmemisti. dreyfus aleyhtarlari, cyrano’nun “gaskonya beyleri”ni, “benî israil’e karsi yürüyen kirmizi pantolonlular” zannetmekle yanilmisti. çünkü hiçbir irkî, siyasî veya iktisadî doktrin, raguenneau’nun meyhanesinde safa eden veya arras sehri önünde ispanyollarla kiliç tokusturan cyrano ile cadet’lerinin umrunda degildi.

    rostand’i gaston deschamps’in le temps’da çikan su satirlari ne güzel anlatir: “hiçbir sendika rostand’in ne istikbalini elinden alir, ne de fantezisine gem vurur. burunlari havada, sapkalarinda bir tüy, sehir sehir dolasan eski zaman saz sairleri gibi, o da, saf baglamaktan ve gögsüne etiket takmaktan nefret eder. ne joséphin péladan’la beraber kâhin, ne jean moréas ile birlikte romanist, ne charles gros ve gaudeau ile omuz omuza “yufçu!”, ne de charles badelaire’in geç kalmis müritleri gibi rahmanî veya seytanîdir. o, charles maurice’in daha sonra 1888’de hemen dogacagini müjdeleyip de bir türlü dogamayan edebiyatin dâhileri arasinda da görülmez. i. françois kahvehanesinin garsonlari, onun verlaine’in masasina kurulup istikbalden haber verdigini görmüs degillerdir. o, dünyayi velveleye veren manifestler de yazmamistir. küçük risaler nesrederek, üstatlarini, rakiplerini ve dostlarini tefe koymamistir. o,nevinde tek adamdir. sadece siir yazmis, çok siir yazmis ve her zaman siir yazmistir”.

    rostand, ikinci darbeyi tarih ulemasindan yedi. cyrano’yu, cyrano de bergerac’in biyografisi zanneden “érudition” erbabi, sahneleri didiklemeye ve her misrada bir “anachronisme” bulmaya çalistilar ve buldular da… artik nazarlarinda bütün eser “muhtesem bir anachronisme’den baska bir sey degildir!” rostand, cyrano’yu gascon mu göstermis? yanlis, cyrano halis parisli, bergerac ise ile-de-france’da bir malikânenin adidir. rostand, cyrano’ya mercure françois’dan mi bahsettiriyor? ne münasebet! 1655’te ölen cyrano nasil olur da, 1672’de çikan bir gazetenin lafini eder, ilh…

    allâmeler hep hakliydi. fakat biricik hatalari cyrano piyesini manzum bir tercümei hal zannetmek olmustu. rostand’in cyrano’su bir tipti, bir karakterdi, yoksa xvii. yüzyilda yasayan mahut cyrano’nun kopyasi degildi. rostand’in cyrano’su, tarihin cyrano’sundanbelki yalniz burnuyle aya seyahatini almisti. fakat buna karsilik, ona neler vermemisti ki!..

    bu eseri anlamak ve ona kiymet biçmek için kullanilan edebî tetkik usullerinin tamamiyle disinda, amiyane bir tenkit ve daha ziyade bir hiciv mahiyetinde olan bu gibi izahlar üzerinde daha fazla durmayacagiz. cyrano’ya karsi yapilan en kuvvetli tenkitlerden biri, bunun sadece, romantik bir “pelerin ve kiliç” hikâyesi olmasidir. diyorlardi ki, rostand’in modeli, hugo ve dumas père’dir ve rostand realist dramlar, psikolojik tahlil piyesleri, feminist, sosyalist, ilh. davalari, zina vakalari ve iskandinavya hikâyelerinden bikip usanan tiyatro seyircisine eski romantik havayi teneffüs ettirerek, onu düsünmek ve azap duymak gailesinden kurtarmistir.

    bu iddianin elbette dogru taraflari vardi. elbette rostand, 1897’deki seyircinin sikintisini, usancini ve inkisarini sezmisti. sahnede bin bir çesit davanin avukatligini yapan piyes muharrirleri, halki sembolist tiyatronun iphami kadar, yormustu. fakat bundan, rostand’in hugo ile dumas père’i taklit ettigini çikarmak pek ölçüsüz bir faraziye kurmak olurdu. süphesiz rostand bütün fransiz sairleri gibi, hugo’nun bir hayrani idi. hatta tiratlarinda hugovari bir eda sezmemek de imkânsizdir. fakat bereket versin ki, siirine hayran oldugu hugo’nun tiyatroda pesinden gitmedi. sayet gitseydi, romantizmin o çocukça tezat prensibine kurban olurdu. cyrano’yu hugo’ya veriniz, size triboulet veya ruy blas örnegine uygun bir ucube çikarir. quasimodo, bunlarin romandaki esidir. rostand, kahramanini, bu tam romantik “gargouille’lara benzetmekle isabet etmisti. hugo’nun piyeslerinde bir insa merkezi sikleti yoktu. bina rasgele yükseliyordu. halbuki rostand’inkiler, muayyen bir plana göredir ve münekkidin dedigi gibi, her süsün, istinat ettigi duvarlarin muvazenesine yardim etmesi kabilinden, teferruat bu piyeslerde distan merkeze dogru yönelir. cyrano’nun bütün kalabaligi, bütün dekor ve aksiyon bollugu, bir tek karakteri yükselten bir heykel kaidesi gibidir. hugo’da temel olan tezat, rostand’da teferruattir. birinin sahneye yerlestirdigi seyi, digeri maneviyat planinda birakir. ziddiyet, bir ruhta iki benligin çarpismasi veya uyusmasi seklinde tecelli etmez. cyrano’nun hulyasi, kuvvetinin fevkindedir ve tezat, duydugunu, arzu ettigini yapamamanin istirabi olarak belirir. bu tezat, deruni bir mücadelenin asîl sükûnu içinde baslayip biter. rostand’in tiradlarindaki hugovari edada bile, kendi ölçüsü ve kendi hünerleri vardir. bir münekkidin dedigi gibi rostand, tumturakli bir üslupla, memleket, sehir, ada, takimada ve bütün unvan ve nisanlariyle birlikte meshur merhumlarin isimlerini sayip dökmez.

    elbette rostand, romantizmin halk muhayyilesinde yasattigi bütün bir yüzyilin, silâhsorlariyle, burjuva, oyuncu ve zarafet düskünleriyle, ask nameleriyle, düellolariyle o büyük yüzyilin hâlâ sicak hatiralarinda kendine bir istinatgâh bulmustur. cyrano’yu seyredenin kafasinda, corneille ve molière’den “üç silâhsorlar”a kadar, rengârenk ve cazip bir hayatin istiyaki vardi. ne ragueneau’nun kebapçi dükkâni, ne marais mahallesi, ne de arras muhasarasi, veya paris’teki manastir, ona yabanci gelmisti. fakat cyrano, bütün bu eski ve ayni zamanda taze unsurlarin bir araya gelmesinden ibaret degildi. o, hatta bunlarin hünerli bir mimarisi olmaktan da fazla bir seydi.

    süphesiz cyrano tam vaktinde gelmisti. fakat bu esref saat, sikintilari, tahassürleri, tereddütleri ve ümitleri muayyen, dar bir tarih devresinin özledigi geçici bir an degildi. öyle olsaydi, cyrano, xix. yüzyilla birlikte tarihe karisan birçok meslektaslari gibi, sahneden aksesuvar deposuna intikal eden ve edebiyat tarihinin kubbesinde yalniz bir hos sada kalirdi. halbuki hiç de öyle olmadi. cyrano, xx. yüzyili da fethetti ve porte-sanit-martin tiyatrosunun en gözde piyesi oldu. 1938 sonlarinda, comédie française’deki ilk temsili, 1897’nin ihtisamini bir kere daha yasatti. piyesin ibdai siralarinda edmond rostand’i fransizca bilmemek, gülünç ve sikintili eserler yaratmak ve on besinci dereceden bir sair olmakla ittiham eden lucien dubech, candide’in 21 aralik 1938 tarihli nüshasinda, sunlari yaziyordu: “yün yeleklerini giymis üniversite talebesinin mütemadiyen alkislamasi ne kadar hosa gidiyordu. demek allaha sükür, kendilerine ruh asaletinden ve kahramanliktan bahsedildigi zaman, cosan bir gençlik var. demek, müthis aile’den hoslananlardan baskasi yok degilmis. süphesiz bunu biliyorduk, fakat bizzat görüp isitmek insani memnun ediyor. hem dogrusunu ister misiniz, dördüncü perdede hepimiz seve seve kendimizden geçtik. bu isin kurdu olanlar bile, an geldi, gögüslerinde bir genç talebe yüreginin çarptigini hissettiler”. neden m. dubech? çünkü “rostand candan bir askla siiri, büyüklügü, espri ve kahramanligi sevmistir… hiç süphe yok ki cyrano, temasa sanatimizin olusunda yeri, hem de güzel bir yeri olan piyestir”. demek aradan geçen 41 yillik bir zaman, bir günahkâri itirafi zünuba zorlayacak kadar hükmünü vermis oluyor. muvaffakiyetini arizî hal ve sartlara borçlu oldugu söylenen bu on besinci dereceden sair, 41 yil sonra, eski cellâtlarini bile, amana getirirse, insana,bu esref saatin geçici bir halk hevesinden ibaret olmadigi süphesi gelir.

    fakat yine bir esref saat veya bir tilsim vardi muhakkak. esref saat, rostand’in xix. yüzyil sonunda, fransiz tiyatrosunun sairden mahrum kaldigi bir anda zuhur etmesiydi. tilsim ise, rostand’in hâlâ kahramanlik gibi, ask gibi, merhamet gibi eski, modasi geçmis, fakat edebî hislere inanmasindan ibaretti. sayet rostand devrin bir zaafini istismar ettiyse bu, halkin ruhunda uyuyan, fakat bir türlü itiraf edilemeyen romantik istiyaki, insanligin güzele, iyiye ve dogruya olan ezelî meclubiyeti oldu. rostand’in eserlerinde beseriyetin payi olmadigini ileri sürenler, “beseri”yi yalniz kendi zaviyelerinden görenlerdir. beserîlik, eseri lâyemut kilan bu hassa, insan gözüyle insani görmek ve göstermekten baska bir sey midir?

    albert thibaudet der ki, “tipki les burgraves’da, le chapeau de paille d’italie’de oldugu gibi cyrano’da da beserîlik yokmus, kabul. fakat olmamasi bu piyeslere viz gelir, iste bu kadar”. dogru, fakat beserîlikten mahrum birpiyesi asirdan asira intikal ettiren sey nedir? yine beserîligi. yalniz bu beserîlik, edebî görenek ve gelenegin biiz alistirdigi cinsten degilse, hemen yokluguna mi hükmedecegiz? albert thibaudet’nin yukardaki hükmü, yalniz cyrano içindir. münekkit, chantecler’in sahnedeki muvaffakiyetsizligini, piyesteki beserî unsurun kudretiyle izah eder. elbette cyrano’nun beserîligi molière’in, hatta shakespeare’in ananesine uymaz. rostand, kahramanlarini ortalama hakikatin üstünde, fantezi hissini veren bir iklimde yasatir ve her birine siirin ve idealizmin hareli elbisesini giydirir. fakat sahnede cyrano’yu seyrederken, onu, insan cinsinde bir tek benzeri olmayan acayip bir mahluk zannedemezsiniz. cyrano tüylü sapkasina ve harikulâde tafrasina ragmen, size yakindir, siz eyakindir ve sizin içinizdedir. dehrin hay ve huyu karsisinda basinizi dimdik tutmak mi istiyorsunuz? egilmekten kambur, sürünmekten kötürüm olmak hosunuza gidiyor mu? hak bildiginiz seye âsik, batil dediginiz seye düsman misiniz? o halde cyrano’yu seveceksiniz, çünkü onda kendinizi bulacaksiniz. belki onun gibi “istemem, eksik olsun!” demeyeceksiniz, fakat onun bu meskenete indirdigi tokatta, pespayelige karsi duydugunuz gayzin zaferini ve bu zaferin lezzetini duyacaksiniz. cyrano, size kendini feda etmenin bu feratatte ölçü ve hudut tanimamanin esrarengiz sihrini hissettirecek ve bir kelimeyle cyrano, bizi alelâde bir insan olmanin dar beseriyetinden, daha yüksek, daha tam ve daha ideal bir insanliga götürecek. iste cyrano’nun beserîligi: beseri, siirin kavs-i kuzahindan geçirip üstün bir beseriyete ulastirmak. ve iste bunun içindir ki, rostand kahramanlarini, ufkunda böyle bir ideal istiyakinin alev gibi parladigi yüzyillardan seçer ve onun esref saati, beseriyetin ancak iki buudunun teshir edildigi bir devirde, tiyatroya üçüncü buudu, yani ideal buudunu getirmis olmasidir.

    zügürtlügü ve devam ettigi sosyalisz mitingleri yüzünden hirçinlasan charles-louse philippe’in “rostand’in çok güzel boyunbaglari vardi; bu, onun düsünmesine mâni oldu” demesi, duyguyu ve düsünceyi dar bir daire içine hapsetmekti. beseriyet namina yapilan bu tahdide, beseriyetin enginligi sigamazdi ve insanlik, cyrano’yu alkislamakla, bütün buutlarinin hudutsuzlugunu bir kere daha ilân etmis oldu.

    simdi son bir mesele kaliyor: cyrano sadece mazinin parlak bir ihyasi midir, yoksa yepyeni bir devir mi yaratmistir? a. thibaudet der ki: rostand hakkinda ancak üç bakimdan hüküm verilebilir. muasirlarinin ve tiyatro seyircilerinin nazarinda rostand, on bes sene müddetle, victor hugo’dan beri, fransa’nin en büyük sairi olmustur. yasayan, yahut gelisen edebiyat, onu büyük bir siddetle saf harici kilmistir. nihayet edebiyat tarihi, ona tekrar mevkiini vermek mecburiyetinde kalmistir”.

    muasirlarinin vecdini veya istihkarini bir tarafa birakarak, edebiyat tarihinin rostand hakkinda verdigi hükmü arastiralim. a. thibaudet, bu hükmü “manzum tiyatro, rostand sayesinde, muhtesem bir cenaze merasimine nail olmustur” sekilnde hulâsa eder. a. thibaudet’ye göre xix. asirda, edebiyatçilarin rizasiyle, halkin repertuvarinda alti piyes kalabilmisse, bunlarin biri, hiç süphe yok ki, cyrano’dur. cyrano, istikbale intikal etmistir, fakat kökü mazidedir”. o halde cyrano, romantik tiyatronun, ruy blas veya théâtre en liberté’nin bir istihalesi mi? hayir. bizzat thibaudet, cyrano’nun “bu eski saheserleri geçtigi” kanaatindedir. daha önce jules lemaitre de, “scarron’da diyordu, cyrano’nun kendi burnu hakkindaki muhtesem tiradini söyleyecek nefes yoktur. düello baladi saint-amand’i hatirlatiyor fakat théodore de banville’in tashihi ve jean richepin’in yardimi sartiyle”. cyrano romantik bir eserdir. bunda hiç kimsenin süphesi olamaz. fakat bu eseri, xix. yüzyilin ilk yarisinda seklini alan gelenege irca etmek imkânsizdir. yine cyrano, rostand’in bütün eserleri gibi, asil romantizmin o hudut ve ölçü tanimayan sübjektivizmine, mübalagasina karsi bir aksülâmeldir. cyrano’nun realizmi, manzum tiyatroyu gökten yere indirmis ve siire veda etmeksizin, realitenin içine yerlestirmistir. bu bakimdan rostand, eski gelenegin hünerli bir muakkibi degil, yeni bir gelenegin temel aticisidir. lûgat kitabina kirmizi bir frigya külâhi giydiren hugo’ya mukabil, rostand’in romantizmi, alâimi, sema gibi, rengârenkti ve bu duygu, renk ve hamle cümbüsü, yeni-romantizmin parolasi oldu.

    yeni-romantizm, yasamak istidadinda olan edebi bir cereyan ise, bu cereyanin o istidadi kazanmasinda rostand’in himmeti olmustur. su halde rostand’la ve cyrano ile muhtesem bir cenaze merasimi degil, neseli bir dogum mevzuu bahistir. bütün edebiyat tarihleri, 1897’den 1914’e kadar, sahne edebiyatinda, bir rostand ekolundan bahseder. bu devre, genç veya tecrübeli kalemlerin rostand’dan ilham aldigi devredir. scarron’u ve glatigny’si ile mendès, les bouffons’u ile zamacois, le bon roi dagobert’iyle rivoire, marquis de carabas’i ile gendreau, ilh., böyle bir çigirin yolcusu olmuslardir.

    emile fauget, cyrano hakkinda yazdigi meshur makalede, saire “bilhassa her yil bir piyes yazmasini” tavsiye ediyordu. rostand, buna uydu ve l’aiglon ancak 15 mart 1900’de, sarah bernhardt tarafindan temsil edildi. bu alti perdelik manzum piyes, âdeta bir destandi. fakat, içini ümitsiz bir zafer rüyasinin kemirdigi zayif ve marîz bir delikanlinin deruhî destani. bir ingiliz münekkidi, duc de reischstadt’a avusturyali hamlet derken, onun zaaf ve süphe ile ihtiras ve kudret kutuplari arasinda bocalayip duran ihtilâçlarini kastediyordu. piyeste, sapka, ayna ve bilhassa dördüncü perdedeki tahattur sahnesinde, siirin ve mazinin birbirini destekleyerek ulviyete kadar yükseldigi görülüyordu. flambeau, schoenbrunn’ün yaldizli salonlari ve düzgünlü insanlari içinde napoléon destanini istirapla, fakat kahramanca bir sabir ve tevekkülle yasamis halk adaminin erkek sesi olmustu. rostand’in harikûlade tiyatro anlayisi, bu uzun destani metîn bir mimari ile ayakta tuttu ve piyes, cyrano’nun yarattigi coskunlugu yeniden uyandirdi.

    rostand, xx. yüzyila fransa’nin en büyük söhreti olarak girmisti. 30 mayis 1901’de, e. faguet’nin kehaneti tahakkuk etti ve sair, 33 yasinda, fransiz akademisine seçildi. 4 haziran 1903’teki duhul merasiminde rostand, kodluguna tevarüs ettigi vicomte henri de bornier’yi methederken, canli, kivrak ve zarif üslubuyle, kendi tiyatro anlayisini da lâyemutlar meclisinde anlatti. daha 14 temmuz 1900’de légion d’honneur’ün officier rütbesini kazanan sair, artik bütün fransa’nin sevgi ve hayranlik mihraki olmustu. rostand’a yakindan ve uzaktan temas eden en küçük bir haberin bile derhal bütün mecmua ve gazetelerde oldukça gürültülü aksisedalar uyandirdigi görülüyordu. rostand’a ait fotograflar, menkubeler ve dedikodular, matbuat sütunlarinda, hemen her gün halkin alâka ve heyecanini uyanik tutuyordu. sair, istemeyerek sebep oldugu bu satafatli nümayislerden derin bir huzursuzluk hissetmisti. biraz kendini dinlemeye ve sükûn içinde çalismaya ihtiyaci vardi.

    hastalik, âdeta yorgunluk ve bezginligin bahanesi oldu ve rostand, 1900 yili kisini geçirdigi pyrénée’lerin biraz vahsî, fakat çiçekli, kokulu ve günesli tabiati, sairi kendine benzetmisti. ve rostand hulyalarinin muhtesem malikânesini burada, cambo’da, kurmaya karar verdi. eteklerinden nive irmaginin kivrila kivrila geçtigi çiçekli bir yamaç, çatisinin biçimi, havuzlarinin sekli ve bahçesinin her tarhi, safha safha, sairin zevk ve muhayyilesinden rengârenk bir fiskiye gibi fiskirarak “arnaga” oldu. ihlamurlarla servilerin ve beyaz güllerle kirmizi lâlelerin bir mahseri olan bahçedeki antik kemerler altinda üç büst, bu su, çiçek ve çimen sehrâyininin edebi davetlileriydi: cervantès, shakespeare ve hugo.

    arnaga, rostand’in her eseri gibi, uzun bir olusun mahsulüdür. her seyde kemali arayan sair, her yil malikânesinin bir kösesini degistiriyor, maddeyi ve nebati, muhayyilesinin her gün degisen ibdalarina ramediyordu. iste rostand, bir taraftan arnaga’yi ibda ederken, diger taraftan tabiat ve sâyin siiri olan chantecler’i misra misra, yaratmaktaydi. hayatinin on yilini verdigi bu eser, pyrénée’lerin siiri içinde dogdugu ve sâyin nesidesi oldu.

    sair daha 1903’te, coquelin’e, chantecler’den birçok misralar okumustu ve 1904’te piyesin dört perdesi hemen hemen hazirdi. fakat araya giren bir çok mâniler yüzünden, eser bir türlü tamamlanamiyordu. paris halki, vakit vakit kendisine müjdelenen bu eseri sabirsizlikla ve merakla bekliyordu. coquelin’in surda burada insat ettigi bazi parçalar ve bilhassa piyeste eshasin horozlar, tavuklar, sülünler, ördekler, ilh. gibi kümes hayvanlarindan ibaret olmasi, halkin tecessüsünü kamçiliyor ve sabrini tüketiyordu. fakat eser bir türlü sahneye konamayinca, garazkârlar bunun bir blöf oldugunu bagira çagira ilân ettiler ve o zamana kadar rostand’a hayranliklarini bir mezhep haline getirmis olanlarin bile güvenini sarstilar. bas rolü oynayacak olan coquelin, amerika’da turneye çikti, dönünce de hastalandi. porte-saint-martin tiyatrosu müdürü, eserin 1906-1907 mevsiminde gaite’da oynayacagini bildirdi ise de, bu sefer rostand’in yataga düsmesi, halkta büsbütün süphe uyandirdi. bütün bunlarin birer bahane oldugu ve chantecler’in asla oynanmayacagi iddia edildi. nihayet 1908’de dekor ve kostümlerin tespitine baslandi. rostand,en küçük teferruatla bizzat mesgul oluyor, ressamlara direktifler veriyor, kostüm ve aksesuarlarin tam manasiyle realist bir üslupta olmasina dikkat ediyordu. böylece, 1908’ yili da geçti. 27 eylülde uzun ve zahmetli provalara baslandi. rostand, 1909 ocak ayinda paris’e geldigi zaman coquelin’i hasta buldu, ve büyük aktör, bir müddet sonra, hayata gözlerini kapadi.

    1909 yili coquelin’in yerini tutacak aktörün intihabiyla geçti. nihayet birçok namzetler arasindan, vaktiyle l’aiglon’da flambeau rolünü oynamis olan lucien guitry seçildi ve chantecler ancak 7 subat 1910’da, porte-saint-martin’de oynanabildi.

    birçok münekkitler chantecler’i, rostand’in en güzel piyesi sayarlar ve sairin, bu eserde en yüksek si’riyete erdigini söylerler. bununla beraber chantecler, ilk temsilinde ancak serefini kurtarabildi ve bu yari muvaffakiyette, halktaki sinir gerginliginin, kostümlerdeki asiri realizmin ve piyesteki ortalama muhayyile ve iz’ani asan sembolizmin rolü oldu. chantecler, ancak 1927’de, lâyik oldugu zafere kavustu.

    rostand, 1911’de légion d’honneur’ün commandeur rütbesine yükseltilmisti. chantecler hadisesinden sonra, yine matbuatta sairin projelerinden, hazirlamakta oldugu piyeslerden bahsedilmeye baslandi. chantecler’in ugradigi akibette, gazete gevezeliklerini de payi vardi. bu sefer, yine her kafadan bir ses ve her hayalhaneden bir kehanet çikti. gizli gizli hazirlanan piyesin polichinelle, don quichotte, faust veya la maison des amants, pénélope, jean d’arc, la chambre sans miroir isminde olacagi iddia edildi ve bu dedikodular büykü harp’e kadar sürdü. mütareke’den pek az sonra kisa bir hastaligin müteakip, 3 aralik 1918’de ölen sairin terekesinden ancak bir tek piyes çikti: la dernière nuit de don juan. henüz son rötüsu yapilmamis olan bu iki perdelik manzum piyes, 10 mart 1922’de porte-saint-martin tiyatrosunda, o mühmel haliyle oynandigi zaman, herkes, büyük sairin vakitsiz ölümüyle fransiz ve cihan edebiyatinin neler kaybettigini, bu sefer, içten ve candan, anlamis oldu.

    bugün zaman, fani ihtiraslardan uzak, iyi, dogru ve güzelin mabedinde cyrano, l’aiglon ve chantecler sairine, ebediyetin tacini giydirmis ve ona iyi, dogru ve güzele âsik olanlarin sonsuz minnet ve sükraninin sunmus bulunuyor.

    sabri esat siyavusgil

    cyrano de bergerac
    edmond rostand
    çevirmen; sabri esat siyavusgil
    remzi kitabevi

    6. baski, 1974, sf. 5-29

    copy-paste-

    http://64.233.183.104/…onde gérard&hl=cs&lr=lang_tr
  • istemem eksik olsun, edmond rostand
    - ne yapmak gerek peki?
    sağlam bir arka mı bulmalıyım?
    onu mu bellemeliyim?
    bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi
    önünde eğilerek efendimiz sanmak mı?
    bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı?
    istemem!
    herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım le bret?
    sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?
    bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip,
    taklalar mı atmalıyım?
    istemem! eksik olsun!
    her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli?
    sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
    onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?
    istemem! eksik olsun böyle bir şöhret!
    eksik olsun!
    ciğeri beş para etmezlere mi yetenekli demeli?
    eleştiriden mi çekinmeli?
    adım mercuré dergisinde geçse diye mi sayıklamalı?
    istemem!
    istemem! eksik olsun!
    korkmak, tükenmek, bitmek
    şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek.
    dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
    istemem! eksik olsun!
    istemem! eksik olsun!
    ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek
    tek başına
    özgür olmak
    dünyaya kendi gözlerinle bakmak
    sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak
    bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak
    ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek,
    isteyince aya bile gidebilmek.
    başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.
    demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın.
    varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
    yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?
    - dök içindeki öfkeyi dostum. ama saklama benden seni sevmediğini.
    - sus

    bir roman bir hikaye - rüştü asyalı
  • (bkz: l'aiglon)
  • edmond eugene alexis rostand, 1868 - 1918 yılları arasında yaşamış fransız oyun yazarı. babası ekonomist ve aynı zamanda şair olan rostand da hukuk fakültesini bitirmiş.

    bence rostand'ın 17. yüzyıl fransa'sında yaşayan parisli şair, oyun yazarı ve silahşör savinien cyrano de bergerac'ın gerçek hayat hikayesinden esinlenerek yazdığı cyrano de bergerac'ı, shakespeare dramalarından aşağı kalır hiçbir yanı olmamasına rağmen yeterli ilgiyi görememiştir.

    ayrıca (bkz: l'aiglon) ve (bkz: chantecler)
  • bir lafı var ki beni benden alır.

    zaman zaman kullanırım da.

    "nedir ki buse? bir sırrın ağza verilmesidir, kulak yerine!"

    mühür gibi cümledir.
  • sözlükte bu kadar az entarisi bulunması bizlerin ayıbıdır.
    hayatımda izlediğim en iyi tiyatro oyunlarından birini yazmış bu abimiz. cyrano de bergerac, hele de bülent emin yarar performansı ile; muazzam!
    kendisini geç tanışım olmam eğitim sistemimizin hatası, buraya bu kadar zaman sonra yazmam ise benim hatam.
    iki alıntısını paylaşacağım, merak edip okuyunuz bu deha kişiliği lütfen!

    ''bir dalın tepesinden, sudaki yansımasına bakan bülbül, kendini ırmağa düşmüş sanıyor. meşenin doruğunda olmasına rağmen boğulmaktan korkuyor.''

    “herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım le bret? sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım?
    istemem! eksik olsun!
    her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli? onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?
    istemem! eksik olsun böyle bir şöhret!
    eksik olsun!
    ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? eleştiriden mi çekinmeli? “adım mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı?
    istemem!
    istemem! eksik olsun!
    korkmak, tükenmek, bitmek… şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
    istemem! eksik olsun!
    ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek.. tek başına.. özgür olmak... dünyaya kendi gözlerinle bakmak… sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak… bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak… ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek, isteyince ay’a bile gidebilmek. başarıyı alnının teriyle elde edebilmek..

    demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın.
    varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
    yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?''
  • 1894'te romantik öyküler
    1895'te uzaktaki prens
    1895'te cyrano de bergerac eserlerini yazmıştır, öldükten sonra yayınlanan eserleri de varmış. hayatını okurken savaşa ve idama karşı olduğuna yer verilmişti.
    cyrano de bergerac ile tesadüf ankara'da bir kitap evinde karşılaşıp eserini okumuştum. bugün filmine yine tesadüf rastlayıp izledim. filmin adı; cyrano, my love 2018 de gösterime girmiş yönetmeni alexis michalik. film de kitabı kadar başarılı bence. filmin sonunda oyunun 20.000 den fazla sahne aldığından bahsedildi bu da oyunun başarısını ortaya koyuyor zaten.
hesabın var mı? giriş yap