• gariptir... durmadan bahsettiğimiz, hedeflediğimiz bu ekonomik kalkınma dediğimiz şey aslında çok çok yeni bir kavramdır. ikinci dünya savaşından önce, ekonomik kalkınma kavramına ne ekonomi disiplini içerisinde, ne siyaset biliminde, ne de sosyal bilimlerde karşılaşabilirsiniz... ikinci dünya savaşı sonrası dönemden itibaren de akademik tartışmaların sarkaçı ya devleti merkeze alan ya da serbest piyasa pazarını merkeze alan teoriler arasında gelip gitmektedir... yaklaşık 60 sene içerisinde başlı başına bir disiplin olmuş ekonomik kalkınma dediğimiz şey... dahası, teorisi ve pratiği ile kendi söylemini oluşturmuştur... ve bu süre içerisinde ekonomik kalkınma teorileri - ki ekonomik büyüme ile arasındaki fark henüz yapılmamıştır, sosyal-iktisadi bilimler içerisinde sahte bir savaş cephesi oluşturmuştur... bütün bu teoriler sanki birbirlerinin anti-teziymiş gibi gelir; ama aslında hepsi aynı sudan beslenirler; 500 yıllık kapitalizmin ürettiği burjuva idealizminin 1940'lardan itibaren akademiye yansımış halidir...

    bütün bu teoriler, yeni oluşan (koloni sonrası, ya da dünya savaşları sonrasında oluşan) ulus devletlerin belirli stratejiler izleyerek birinci dünya ekonomilerine yetişebileceklerini varsayarlar. kalkınma teorileri ile ilgili olarak akılda tutulması gereken birkaç özellik şunlardır: (1) bunlar değişimi dünya sisteminde yapılması gereken değişiklikler olarak görmezler. ulus-devletlerin belirli stratejiler ile ekonomik kalkınmaya ulaşabileceğini iddia ederler. (2) bu teoriler spesifik olarak gelişmekte olan devletler için planlanır... yani gelişmiş devletler için geçerli değildir (buraya sonra tekrar döneceğim). (3) bu teoriler, çoğu zaman, kalkınma kavramının da tanımını değiştirirler. bu yüzden kalkınma dediğimiz kavram da zamanla değişir; anlamı bulanıklaşır, teorilerin geçerliliğini test etmek zorlaşır. özellikle 80 sonrası kalkınma teorilerinde bu sorun çok barizdir...

    1950lerde ve 60larda, ekonomik kalkınma paradigması ekonomik yapısalcılıktı. daha çok keynescilik diye bilinen yapısalcı kalkınma modeli, laissez faire ekonomilere bir eleştiri olarak görülmekteydi. ne de olsa keynesci yapısalcılık serbest piyasa pazarlarının hatalarını devlet müdahalesinin düzeltebileceğini düşünüyordu bu yüzden de devleti ekonomik kalkınma modellerinin merkezine koyuyordu... fordizmi merkeze alan bir üretim sistemini, devlet-işadamları-sendikalar tripoduna yerleştirerek toplu üretim, toplu tüketim kalıplarını destekliyordu... bu dönem alain lipietz'in "sıcak hava balonu toplumu" dediği dönemdi... dilimize refah devleti kalıplarını yerleştiren ekonomik teori işte bu yapısalcı teoridir.

    ne varki, 1970lere yaklaşırlen neoklasik ekonomistler, ki zaten yapısalcılığın devlet merkezci politikalarından rahatsızlardır, yapısalcı ekonomileri çok sert bir şekilde eleştirirler. neoklasiklere göre (ki bunlar 1980lere doğru neoliberal diye adlandırılacaklardır), keynesci rejimler ve ihracat ikameci sanayileşme modeli düşük bir ekonomik performans sergilemiştir ve devlet bazında "rent-seeking" politikalarına neden olmuşlardır... rüşvete, yolsuzluklara sebep olmuştur... bu nedenle neoklasikler minimal devlet kuramını benimsemiş ve devlet müdalesinin hatalarını minimuma indirmek için serbest piyasa pazarlarini desteklemişlerdir... güney kore, tayvan, singapur ve japonya gibi örnekleri kullanarak da (70lerin doğu asya mucizeleri) teorilerini desteklemişlerdir... chicago çocukları da, friedmancı, hayekçi doktrinlerle gelişmekte olan ülkelere ya akıl yoluyla (bkz: dünya bankası) (bkz: imf) ya da silah yoluyla ((bkz: şili) (bkz: allende) (bkz: 11 eylül) ya da (bkz: 12 eylül darbesi) (bkz: türkiye)) yardım etmeye çalışmışlardır. 80ler neoliberallerin altın yılları olarak bilinse de 90ların başından itibaren yaşanan küresel ekonomik krizler neoklasik kalkınma modellerin de sorunları olduğunu belirtiyordu.

    zaten 1980lerin sonlarına doğru, johnson, wade, ya da amsden gibi doğu asya mucilerini inceleyen bilimadamları, "kardeşim bu adamlar söylediğiniz gibi pek de neoliberal değiller; basbayağı akıllı bir devlet müdahalesi yapıyorlar" demişlerdi... 90ların kalkınma modellerini de, işte devleti, serbest piyasa modellerine yeniden getirmeye, entegre etmeye çalışan teorilerin yani kurumsalcıların (the institutionalists) yılları oldu... bir anlamda post-washington consensus denilen yeni kalkınma modelleri çılgınlığının kaynağı bu yeni model oldu. bu kalkınmanın öncülerine göre (joseph stiglitz, paul krugman, dani rodrik, william easterly, fischer vs.) devlet müdahalesi çok çok önemliydi, ama serbest piyasa da var olmaya devam etmeliydi. önemli olan belli başlı sosyal güvenlik haklarının verilmesiydi, eğitimin geliştirilmesiydi, sosyal sermaye'nin (social capital)geliştirilmesiydi. ekonomik kalkınma ancak bunlarla beraber gelişebilirdi...

    peki bu teoriler varoldu da, pratikte ne oldu. 1940lardan beri bizim gelişmekte olan ulus-devletlerimiz gelişmiş olmak arzusu ile yanıp tutuşarak bu politikaları takip ettiler. kimisi iyi öğrenci olup bu politikaları birebir takip etti (bkz: arjantin), kimisi ise elinden geldiği kadar bu politikaları takip etmeye çalıştı... ancak eğer dünya ekonomilerinin bir hierarşisini dökecek olursak şunu göreceğiz ki, dünya sisteminin gelişmiş, gelişmekte olan, ve gelişmemiş diye tabir edilen yapısı asla bozulmadı... kısmi bir şekilde ekonomik büyüme yakalayan devletler ise, ki bunlara mucizeler deniliyor, ta mainstream politikalardan kaçan devletlerdi (örneğin bugün eğer şili, latin amerika'nın en ümit verici ülkesi gibi görünüyorsa bunun sebebi asla ve asla pinochet dönemi ekonomik politikaları ya da pinochet sonrası neoliberal politiklar değildir. aksine şili'nin uyguladığı kısa vadeli sermaye akışı kontrolleridir... hindistan, çin, malezya bütün bu örnekler zamanının politikalarına ve ekonomik teorilerine ters modeller benimsemişlerdir) ; ya da bu mucizeler çok ciddi bir şekilde batının ekonomik desteğini alan ülkelerdi. yani bir japon gelişmesini, güney kore gelişmesini incelerken safdece bu ülkelerin ekonomik politikalarına bakmak bir saflıktır, abd'nin ekonomik yardımı (ki tam olarak hesaplanması oldukça zordur) genelde bu teorilerde bulunmaz...

    zamanında endüstrileşmenin kalınma olduğunu söylerlerdi... şimdi endüstrileşmemiş devlet yok... ama devletler hiyerarşisinde bir değişme yok... sonra dediler ki, önemli olan seçici endüstrileşme ve belli başlı alanlardaki teknolojik atılım... ama seçici endüstrileşmenin seçiciliği zaman-mekana göre değişmekteydi.. çünkü şu çok net bir gerçektir ki, dünya-sisteminde zaman ve mekandan bağımsız olarak kar getiren bir sektör yoktur, ve belli bir zaman-mekan kombinasyonunda hangi sektörün kar getireceği o sektörle alakalı değildir.

    o zaman bu kalkınma teorileri ne yapmaktadırlar? çok basit... asıl devletler hiyerarşisi değişmediği için hepsi gelişmemiş devletlerde neyin gelişmediğini yeniden tanımlamaktadırlar.

    önce "endüstriniz yok"... endüstrileşince, "devletiniz yeterince güçlü değil", devlet güçlendirilir ve kurumlar merkezileştirilir sonra "yeterince liberal ve bireysel değilsiniz"... haydaa. neyse liberalleşmeye çalışılır... sonra "sizde çok yolsuzluk var" deniilir... evet gerçekten de çok yolsuzluk vardır çünkü yolsuzluk zaten devlet kademesinin bireysel çıkar için kullanılması olarak tanımlanmıştır ve alan olarak sadece gelişmekte olan devletleri inceler... o sorun da aşılır sonra denir ki, "insan sermayesi yok sizde, eğitim yok"; peki denilir eğitime yatırım yapılmaya çalışılır, sonra "demokrasi yok", "sosyal sermaye yok", "vizyon yok"...

    ve kalkınma teorileri işte bütün bu olmayan şeyleri kendisine ekleyerek kalkınmayı tanımlar... ama aslında yaptığı şey kalkınamamayı tanımlamaktır... çünkü kalkınamayanda neyin olmadığını söyleyebilir bu ekonomik teoriler ancak... ama kalkınmak için neyin gerektiğini kendisi de bilmez, sadece kalkınmanın olabileceğini varsayar... işte bu yüzden ekonomik kalkınma teorileri, ekonomik gerçeklerden sonra ad-hoc olarak oluşur...

    eğer kalkınma bir ülkenin bireysel stratejilerle dünya-sistemindeki yerini değiştirmesi ise, kalkınma diye bir şey yoktur... (eger kalkinmadan anladigimiz sey, reel gnp/gdp artisi ise; toplam uretim ise; ne mutlu tum dunya hemen hemen durmadan kalkinmaktadir...) çünkü dünya-sistemi bütün devletleri aynı anda kalkındırabilecek bir sisteme sahip değildir. schumpeter'in söylemeye çalıştığı ve bourdeiu'nun illusio derken anlattığı gibi kapitalist gruplar kendisini görece yoksunluklara (relative scarcity) göre tanımlarlar... yani eğerki aşağı sınıflardan bu görece yoksunlukları kapatacak baskı gelirse (örneğin endüstrileşme uçurumunu kapatmak, eğitim uçurumunu kapatmak, liberalleşme uçurumunu kapatmak vs.) o zaman bu sınıf kendisine yeni görece yoksunluklar yaratacaktır... yani alt-sınıflar yeni bir sistem altında bişeylerden yoksun olacaktır... kalkınmada bu yeni yoksunluklara sahip olma olarak tanımlanacaktır...

    kalkınma teorileri de sadece tanımlar ve entelektüel ve empirik birer beyin jimnastiği olarak kalacaktır...
  • (bkz: kalkinma)
  • klasik olanları sayısal verilere fazlaca bağımlı teorilerdir.
    klasik gelişme/kalkınma teorileri, ulusların gelişmişlik düzeyini yaşam standartları, sanayi üslerinin varlığı ya da yokluğu, gayri safi milli hasıla’ya (gsmh) göre sırası gibi sayısal ve ekonomik ölçütlerle belirlemektedir. gelişmeye yönelik klasik yaklaşımlar, kültürel / toplumsal boyutu genellikle göz ardı ederek, yalnızca maddi olanakların artması üzerine odaklanmıştır. bu yaklaşımlara göre dünyanın geri kalan ülkelerindeki gelişme, gelişmiş ülkelerdeki ekonomik programların hızla transfer ve taklit edilmesiyle sağlanacaktır.
    oysa sayısal veriler bizi yanıltır.
    çin sürekli kalkınan bir ülkedir. insanlarının gözyaşı pahasına...
hesabın var mı? giriş yap