• bir tatli abaza ozdeyisi; "cukum var, her kizi potansiyel vurulasi kisi olarak goruyorum" manasindadir.!
  • abraham harold maslow sözüdür.
  • 4 aralık 2005 les sınavından aklımızda kalan en önemli söylem. birde kötü kedi şerafettin'in eğitim sistemimize katılımı var tabi.
  • kontrolsüz güç kullanımının altında yatan temel tetikleyici bu işte. günümüz iktidarı mesela... çocukluklarına insek hiç çekiçlerinin olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız kesin.
  • orjinali "if you only have a hammer, you tend to see every problem as a nail" olan abraham harold maslow sözü.

    türkçesi de, "elinizde sadece çekiç varsa, bütün sorunları çivi olarak görmek istersiniz" gibi birşey olması lazım.

    ayrıca türkiye'de kürt sorununun neden askeri yöntemlerle çözülmediğini/çözülemediğini özetler bu söz.

    bu konuda yazılan "aklıbaşında" onlarca kitap aslında bu cümleyi anlatır.
  • amerikalı psikoloji profesörü abraham harold maslow'un sözü.

    mesela bu çekiç "iktidarda olmanın getirdiği, tahakküm imkanı sağlayan güç" ise, sesini bu güce karşı (haklı ya da haksız) yükselten herkes ya da her şey (basın, muhalefet, stk'lar, halk) çividir.
    ama çekici elinde tutan onları çivi olarak değil "birlik ve beraberliğimize zarar vermek isteyen iç ve dış mihraklar" olarak adlandırır.
  • bireysel silahlanmanın önüne neden geçilmesi gerektiğini
    anlatan sözdür.
    elinde silahı olan kendini tanrı, süpermen sanır.
    (balıkesir havran'daki kız isteme cinayeti)
  • kimi konularda etrafımdaki insanlarla sert bir şekilde ayrışmaktan hoşlanıyorum ben. zira dünya böyle ilerleyebilir. bu konudan yola çıkarak biraz yazmak istiyorum.
    doğrudan yazabileceğim bir başlık bulamadım. usulca kimsenin dikkatini çekmeden bu başlığa park edeyim en iyisi.

    arrival filminde de çok güzel bir bağlamda geçen bir sözü vardır maslow abimizin. kelimesi kelimesine yazamam ama bağlamı biliyoruz zaten.

    "`sahip olduğunuz tek şey çekiçse, her şey çivi gibi görünmeye başlar.`"

    o bu değil de şimdi uzun uzadıya yazacağım şeyleri tek bir cümleyle yıllar öncesinden özetleyebilmiş olmak da gerçekten çok güzel bir şey değil mi? ben beceremiyorum böyle az ama yoğun şeyler söyleyebilmeyi. insanların beni gerçekten anlamış olduğuna bir türlü ikna olamamış olmaktan kaynaklanıyor bu durum. anlatamamış olmanın korkusu bu.
    tam da bu korkuyu anlatacağım galiba.

    arrival filminde uzaylı ırkı ile iletişime geçmeye çalışırken mükemmel bir bağlam içerisinde kullanıyorlardı bu cümleyi. çünkü bu aforizmayı çok dar bir alanda işliyoruz gibime geliyor. yalnızca şiddet ve güç düzleminde ele alınıyor bu tespit. tamam bu bağlamda da kullanılır ama aynı önermede ilgili örnekleri değiştirerek başka bir noktaya dikkat çekip aynı çıkarımı yapabiliriz. çünkü konu bütünüyle öğrenmeye ve anlamaya dayalı olarak çok kritik bir tespit bence.

    linguistik!

    i·şte tam da bu yüzden linguistik üzerine yapılmış bir filmde kullanılıyor olması çok hoşuma gitmişti.

    2 insanın birbirini anlaması teorik açıdan çok ama çok zor gözüken bir durumdur aslında zira "her anlama bir yanlış anlamadır" demek son derece mümkündür.
    mesela lisede sıra arkadaşınla çok iyi anlaşırsın. sıra arkadaşının en iyi arkadaşın olduğunu düşünürsün şüphe etmeden. oysa o sırada o sıra arkadaşın "en iyi arkadaş" sınıfına soktuğu kişi başka birisidir. sen aklına bile gelmezsin.
    arkadaşlık karşılıklı bir iletişimse birisinin en iyi arkadaşıysan beklenen şey senin de en iyi arkadaşının o olmasıdır. çünkü bu iletişim tek taraflı değildir karşılıklıdır. ama bu matematik her zaman tutmaz işte. bazı karışıklıklar oluşur bu denklemde.

    peki biz insanlar esasen nasıl anlaşırız? en başında kelimeler ve kavramlar ile sanırım. dil bilimi bu bağlamda biz insanlar için son derece hayati bir bilim olabilir.

    şöyle anlatayım; biraz bıçak sırtı bir konuya dair bir avukatın yapacağı bir savunmayı hiçbir detayına dokunmadan iki ayrı karar vericiye sunduktan sonra bir tanesi bu savunmayı yetersiz bulup davalıyı suçlu bulurken bir diğer karar verici savunmayı yeterli görüp davayı düşürebilir.

    burada ilgili karar mercilerinin kapasite bakımından denk yani dilsel becerilerinin eşit olduğunu ve art niyetsiz bir tavır takındıklarına ön kabul olarak ele aldığımız anda ikisinin de son derece kusursuz bir şekilde haklı olduğu sonucuna çıkabiliriz.
    savunma aynı savunmadır, davalı aynı davalıdır, hakimler kötü niyetli değildir, geri zekalı ya da dilsel becerileri kıt değildir ancak farklı kararlar aldıkları halde ikisi de kendi açılarından haklıdır ikisinin de aldığı karar zıt olmasına rağmen hukuka uygundur.

    bu biraz senaryo tabii ve ben hukukçu değilim. hukuksal açıdan geçerli midir bilemiyorum ama teorik açıdan bu doğrudur.
    bu farkı sağlayan şey de tek başına dil bilimi değildir. bir başka alana yönelmemiz gerekir; semantik.
    anlam bilimi.

    i·şi zora sokmuyorum. çünkü biraz eşelediğin zaman gelinen nokta bu. bu benim fantezim değil.
    zira 1000 yıldır kusursuzmuş gibi kabul gören aristo mantığı dilsel alanda ve uygulama alanlarında bu tip aksaklıklar çıkartabiliyor.
    çeşitli mantık önermeleri kağıt üzerinde kusursuz bir şekilde işlerken uygulamalı dünyada mide bulandırabiliyor.
    bu sebepten mümkün dünyalar semantiği diye bir zımbırtı ortaya çıkıyor zaten.

    neyse biz konuya tekrar dönelim ne diyordu maslow: sahip olduğunuz tek şey çekiçse, her şey çivi gibi görünmeye başlar.

    bu cümleyi tamamen dil ve anlam bilimi açısından ele alacağım.
    dil, anlam ve bilgi elimizdeki tek silahtır. bizler dünyayı ilk önce bunlar ile okuruz.
    hayatında tanrıdan başka bir bilgisi olmayan bir insan gördüğü her şeyi tanrı üzerinden okur ve bu bağlamda açıklar.
    referansı gördüklerinden önce bildikleri şeylerdir. o bilgi gördüklerini yorumlamak için kullanabileceği tek materyaldir.

    i·lk okuldayken satranç kulübünde çoban matını öğrenmiştim hocamızdan. görünce çok hoşuma gitmişti. sonra turnuvaya falan katıldım ve bütün maçlarımı çoban matı üzerine kurmuştum. :))
    çünkü öğrendiğim tek taktik oydu ve bilgim düzeyinde kusursuz bir plan gibi geliyordu başka alternatif düşünemiyordum. çünkü bilmiyordum. satranç'ta mat üzerine türetilen hiçbir taktiği öğrenmemiş olsaydım belki daha zengin ve daha akıllıca hamleler yapacaktım çünkü sıfırdan okumaya çalışacaktım oyunu ama sadece tek bir taktik öğrendiğim için bu seferde bilgi düzeyinin en tepesinde olduğum hissi oluşuyordu haliyle körelmeye başlıyordum.
    buradan kişisel olarak çıkardığım en önemli çıkarım şu oldu;

    "az bilmek hiç bilmiyor olmaktan daha kötü bir şey. ancak hiç bilmiyor olmak mümkün bir şey mi gerçek hayatta?
    -hayır."

    i·şte bu yüzden gerçek hayata çıktığımız ve öğrenmeye başladığımız zaman bırakın 1-0 önde olmayı 0-1 geride başlarız ve öğrendikçe önceleri fark açılır.
    i·nsan hayatı boyunca öğrendikçe geriye düşer. bir şeyler öğrenmek ilk etapta her zaman daha kötüsüne sürükler. belli bir eşik var(o eşik neresi ben bilemem) o eşikten sonra geriye düştüğün yerden farkı kapatmaya başlarsın. her öğrenme önce farkı açtırır sonra farkı kapattırır. ama uzun bir süre oyunu geride götürürsün.
    burada insana düşen ömrünün sonuna gelinceye kadar maçı önde tamamlamaya çalışmaktır.
    tecrübe dedikleri şey öne geçme anıdır işte.
    (burada tecrübeli insanlar ile genç insanlar arasındaki kavgaya dair 3 paragraflık bir yazı vardı. konudan çok koptuğum için sildim. yazarken tutamıyorum kendimi çok alakasız yerlere gidiyor konu. :d)

    dil bilgi ve anlam kavramlarına mahşerin üç atlısı olarak bakabiliriz.

    bilgi bir silahtır ama tek başına işe yaramaz.
    dil ise bir araçtır. bilgiyi işlevsel olarak kullanmaya yarar.
    anlam ise dil-bilgi birlikteliğinin ortaya çıkardığı tecrübenin sonucudur.

    her yaşlı tecrübeli değildir mesela ama daha çok öğrenmiş, daha çok anlamış birisi olabilmek için biraz yaşlanmak gerekebilir.

    hayatı okumaya çalışmak için silahlanmak şart yani anlayacağınız. silahlanmak da öğrenmek, anlatmak ve anlamaktan ibarettir.

    şimdi kameralarımızı romantik söylevleriyle meşhur pelinsu tivitlerine çeviriyoruz: "kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyorlar."

    oğuz atay'ın bu cümlesi ile romantik bir tirat atmayacağım. bu cümle konu bağlamında çok yerinde bence. bir şey hissediyorsun. bak bu hissi yaşayarak öğrendin. çok derinlerinde bir yerde. eyvallah. ama bu haliyle bir işe yaramıyor. çünkü hissi tanımlayamıyorsun. kelimelerin karşılığını bulamıyorsun. bak n'oldu. i·çinde patladı işte ne olacak lan! :) silahlanamadın nihayetinde.

    örnekleri olabildiğince basite indirgeyerek problemin tanımlanabilmesini istiyorum. karmaşıklıktan uzak, gerçek dışı ama net bir örnek; sadece evet ve hayır kelimelerini öğrenmiş karnı tok bir insana yemek teklif ettiğinde ne olur. sana "hayır" der. ama geceyi aç geçirmek zorunda kalacaktır.
    oysa bilseydi şimdi tokum ama 2 saat sonra acıkırım. lütfen 2 saat sonra yemeğimi getir diyebilirdi.
    bu yüzden söz gelimi kürtçe ile felsefe yapmak neredeyse imkansızken filozofların ciddi bir çoğunluğunun ana dilinin almanca olması tesadüf değildir. i·nsan yakın insandır. kullandığı dil fark yaratır.

    tam da bu çok basit ve yüzeysel tanımdan mütevellit analitik felsefe diye bir şey var.
    dili çözmeden anlaşabilmemiz imkansızdır.
    ortak bir düzlemde iletişebilmemiz için ortak bir dile ulaşmamız ve aynı şeylerden yakın anlamları çıkabiliyor olmamız gerekir.

    bu dünyadaki kavgaların temeli tam da bu işte.
    aynı kelimelerden aynı anlamları çıkartamıyoruz.
    çünkü birbirimizi anlayamıyoruz. zemin kötü yani.

    çekiç çivi meselesi de buradan geliyor. camın ne olduğunu bilmeden eline çekici alırsan o camı kırmak zorunda kalırsın.
    camın ne olduğunu bildiğini iddia eden birileri de senin camı kasten kırdığını düşünmeye başlar. çünkü çekici ve camı bilen birisi için bu hareket son derece anlamsızken sadece çekiçten haberdar birisi için yapılacak tek hareket budur. i·kisi de kendi ölçüsünde haklıdır.

    bu dünyadaki kavgaların büyük çoğunluğu haklı ve haksız arasında yapılan kavgalar değildir.
    `bu dünyada haklı ile haklı olanların kavgalarını izliyoruz` biz.
    düzlem kayması.
    anlam kayması.
    ortak dil problemi.
    anlayamama problemi.
    çünkü haksızlığını bilen birisi bile bile bu haksızlığı yapmaktan imtina eder.
    neticesinde hepimiz insanız. ahmaklığıyla meşhur olsak da bile bile ahmaklık yapanlardan değiliz. (bir kısmımız en azından)
    i·şte tam da bu yüzden yapıcı ve kazanım odaklı olmak zorundayız.
    kendilerini haklı gören haksızları doğru diyaloğa ve iletişime zorlamak zorundayız.

    bak bir örnek vereyim şu an; cemel savaşını bilen bilir. i·slamın kuruluşundan itibaren en önemli sembol isimleri o olaylarda yer almış ve taraf olmuşlardır.
    öyle isimler ki bunlar islam tarihinde cemel savaşı denmesinden imtina edilmiş cemel vakası olarak zikredilmiştir.
    peygamber öleli daha 30 yıl olmuş olmamış. peygamberin karısı, evinin içinde yaşayan adeta islam okulu olmuş bir isim var devesinin üstünde hz. aişe. taraftarlarıyla birilerine kılıç sallıyor.
    karşısında ise islam medeniyetinin en büyük figürlerinden bir tanesi var; hz. ali. allah'ın sizlerin annesidir dediği hz. aişe ve taraftarlarına kılıç sallıyor.
    bu olayda bu 2 ismin de kötü niyetli olduğunu falan söyleyebilir miyiz?
    inanmayanlar neyse de müslüman bir insanın bu 2 isimden birisinin ciddi ciddi art niyetli olarak düşünmesi biraz sakil kalır açıkçası.
    karşı karşıya geldiklerine göre birisinin haksız olması gerekir.
    ama ikisi de kendi anlam dünyalarında son derece haklılar belki de. samimiyetle dinlerini koruyorlar sadece.
    `birbirini anlayamadığı için haklı olan haksızlar çatışması`...
    bu dünyanın sorunu bu.
    ali ve ayşe ortak bir dil bulamadığı için, aynı meselelere yakın anlamlar yükleyemediği için karşı karşı geldi.
    en büyük kayıpları birbilerini anlamaktan fersah fersah uzak olmalarıydı.

    bu yüzden kitap okumak, öğrenmek, yeni insanlar tanımak, yeni hikayeler dinlemek, yeni kavramlar elde etmek, bir eline çekici almışken bir diğerine de kalemi almak bu dünyaya karşı yeni silahlar kazanmak demektir.
    çünkü dünya sahasında sonsuz seçenek var. silah olarak seçeneğini ne kadar artırırsan kazanma şansın da o kadar artar.

    bazen birilerini anlamaktan ve anlaşmaktan o kadar uzaklaşıyoruz ki yapayalnız kalıyoruz.
    modern insanın belki de en büyük sorunu budur.
    yalnız ve yabancılaşmış kalması değildir tek başına.
    birbirini anlayamadığı için yapayalnız kalmasıdır asıl problemi. bütün içsel ve toplumsal çatışmalarımızın altında yatan sebep yeterince silahlanamamış olmamızdan ötürü birbirimizi anlayamadan yalnızlaşmamızdır belki de...
    kahvedeki ali dayı'nın bütün dünya türkiye'ye düşman demesi de bu yüzden. dünyayı anlayamıyor. anladığı kadarıyla da yapayalnız hissediyor. mesele bu.

    "sahip olduğunuz tek şey çekiçse, her şey çivi gibi görünmeye başlar."

    sahip olduğunuz bilgileri, kelimeleri, durumları, olasılıkları, fikirleri, kavramları, insanları, hikayeleri artırın zira dünya; çivinin yanında çok daha fazla şeye sahip.
  • (bkz: the law of the instrument)

    bir bilişsel önyargı* formunun** tarifidir. genellikle abraham maslow'un 1966'da söylediği, "i suppose it is tempting, if the only tool you have is a hammer, to treat everything as if it were a nail." sözüne dayandırılır. oysa abraham kaplan 1964'te "i call it the law of the instrument, and it may be formulated as follows: give a small boy a hammer, and he will find that everything he encounters needs pounding." buyurmuştur.

    hele bir de birmingham screwdriver var ki o, abraham'lardan yaklaşık bir yüzyıl mukaddem.

    bunu déformation professionnelle ile sınırlandırmak isteyenleriniz olacaktır, biliyorum. ama şahsi kanaatimce her türlü kalın kafalılık örneği için kullanılabilecek bir ifadedir.
hesabın var mı? giriş yap