• 1989 sonbaharında doruğuna çıkan siyasal calkantilarin dolaysiz yasanmasi sirasinda edinilmis izlenim ve gozlemlerden yola cikararak yazilmis oykulerdir.
  • (bkz: oya baydar)
  • bu kitabı okumamın üstünden çok zaman geçti ama aklıma geldikçe hissettirdikleri ve gözlerimin dolması hiç geçmedi.

    --- spoiler ---
    ilkyaz sabahlarında uçuk, buğulu, baygın iğde kokularıydı. gün ne kadar sıcak geçecek olsa, şafak vakitlerinin ürpertici, güzel serinliğiydi. birden boşanan sağanaklar ve caddelerin iki yanındaki akasyalara tünemiş binlerce serçenin, insanı sersem eden cıvıltılarıydı. bitmiş bir aşkın can çekişmesi; geceyarısı telgraflarının izinde, postane kapılarında uzun, ezik bekleyişler; bir ayrılıp bir kavuşmalardı. fıstıki yeşil, patlıcan moru entarilerim; gündüz insan, gece kurt yaşamım; yalnız evimin duvarlarına renkli tebeşirlerle yazdığım aşk dizeleri, yarım kalmış bir tutkuyu sökmek için yaşanan kaçamak çılgınlıklardı. meze tabaklarına düşen erik baharları; buzbağ şarabının kadehimizdeki koyu vişne rengi; aylı gecelerde, olmayan bir denizi özlemle aramaya çıktığımız çankaya tepeleri; birden aklımıza esip kendimizi attığımız, ertesi sabah istanbul'da, izmir'de, bursa'da uyandığımız anadolu otobüsleriydi. karpuz yüklü kamyonların arkasında tuz gölünü geçip peri bacalarına vardığımız; ilk hıristiyanların gizli tapınaklarının sükûnetinde, dörtnala sonsuz bir koşu olan hayatımızın tatlı yorgunluğuna çare aradığımız; ufak tefek taşlı yokuşlardan nefes nefese kaleye tırmanıp, alev alev yanan avuçlarımızı ve alnımızı binlerce yıllık tanrıçaların, hitit heykellerinin, donuk mermerlerin serinliğine yasladığımızdı.

    forumlar, yürüyüşler, mitingler, işgallerdi. kongreler, toplantılar; tutkulu, ateşli tartışmalar; hırslı, keskin karşıtlıklardı. yurtlarda, kampuslarda öğrencilerle birlikte nöbet tutup sabahladığımız; tüm saatlerin, tüm hayatların bilinmeyen bir devrime ayarlı olduğu, "ho, ho, ho şi minh, daha fazla vietnam"lı, "son sözümüz söylenmedi, kavga yeni başlayacak"lı, çılgın umutlarla dolu masal günlerimizdi. yazı yazarak, yazı tartışarak sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı, kendimizi belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız inançlı, coşkulu, özverili, umutlu 25 yaşımız, 30 yaşımızdı.

    külüstür mavi kaplumbağa arabaya balık istifi doluşup, çantalarımızda sosyalizm üstüne, faşizm üstüne kitaplarla cılız çamların altında gizli köşeler aradığımız; yaklaştığını sezdiğimiz fırtınaya karşı çocuksu önlemler, romantik çözümler bulduğumuz; evlerimizden bir sabah çıkıp bir daha uğramadığımız; kuşlar gibi hür, bulutlar kadar uçucu olduğumuzdu. dört bir yana dağılışımızdı sonra... bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi, hayatlarımızı, kimliklerimizi didik didik eden tomsonlu, postallı 'hâki'ler - birkaç afiş, birçok dergi, kitap, külüstür daktilom, arkamdan mahzun bakan küçük kara kedim, kuşkulu, korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki fimlerini andıran gülünç halimdi. gözü bağlı götürüldüğüm kışlaların rutubetli, taş işkence odalarındaki kapana kısılmış fare korkum, kadınlar koğuşunun havalandırma avlusundan görülen mavi boyalı yoksul gecekondular, sonbahar sislerinin masal bahçelerine dönüştürdüğü kırlar, söğüt ağaçları,demir kapılar kapandıktan sonra içilen demli, sıcak çayların buruk mutluluğuydu.

    bugün içimde incecik bir hüzün, seni düşündüm alyoşa. oysa aramızda hüzne en yabancı olan sendin. duvarlarımdaki aşk şiirlerin - "seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi / geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi" - nazım'dan bile olsalar, devrimciliğe yakışmaz sayıp çocuksu bir öfkeyle silmeye çalışırken; öğrenci forumlarında, tartışma toplantılarında, işçi mitinglerinde kendine ve fikirlerine sonuna kadar güvenli, kendi doğrularından hiç kuşku duymayan ateşli konuşmalar yaparken; kendi aramızdaki bitip tükenmez tartışmalardan sıkılıp, lafı "az laf, çok iş," diye noktalanırken; ya da keyifli bir gününde, koca bir tepsi hamsili pilav yapıp, yarısını daha sofraya oturmadan silip süpürdüğünde, gözlerini yere eğip mahcup gülümserken, hüzün yanına yaklaşmaya bile cesaret edemezdi.

    kedileri, kâğıttan binbir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları severdin. alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın, gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen... bir yanından bakınca öte yanı görebileceğim duygusuna kapılırdım. "yaşam dolu" denilemez, hayır! ağaçlar, otlar, geyikler, kediler, sular gibi yaşamın, doğanın gıllıgışsız, dümdüz bir uzantısıydın sen! insanları biraz buğulu, biraz gizemli kılan, coşkuyu törpüleyen, heyecanı yatıştıran, eylemi arkaya itip duyguyu öne çıkaran hüznün ne ilgisi var seninle!

    dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kâğıtlar arasında nasıl da coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık... hatice abla fasulye pilakisini, havuç salatasını, zeytinyağlı dolmaları dünden yapıp buzdolabına koymuş olurdu. işe içki karıştırmamalı kuşkusuz! yine de bir yerlere zula ettiğim şarabı son dakikada biraz ürkek, biraz mahcup masaya koyarken bir tek senin gözlerini arardı gözlerim. yine böyle bir gündü: hani alyoşalık payesini artık bir daha hiçbirimizin unutamayacağı biçimde hak ettiğin sonbahar akşamı... kızgın kızgın homurdanma! yüz yaşına gelsek bile, birlikte her sofrada, her içki masasında anımsayacağız. adaşımın bir yerlerden bulduğu, günün sürprizi olarak sakladığı siyah etiketli skoç viskiden payına düşeni, "ben içmem," diye itiraz etmeye de çekinip, kimselere göstermeden gizlice mutfak musluğuna dökerken yakalamıştık seni. alyoşalığın bir kez daha tescil edilmişti o gün.

    bahçelievler son durak... elimde köşedeki kuruyemişçiden alınmış leblebi, şamfıstığı, dutkurusu, fındık, üzüm paketim. çantamda bir küçük konyak ve notlar, kâğıtlar, kitaplar, dergiler... tam donanımlı askerler gibi hazırlandık çalışmaya. yine sabah sabahlayacağız. derginin yetişmesi gerek. dünyanın, tarihin, türkiye'nin, tüm insanların sorumlululuğu omuzlarımıza yüklü. buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan ankara günlerimiz! daktilo başında sabahladığımız; geleceğin ve dünyanın avuçlarımızın içinde olduğuna inandığımız; gece otobüslerinde, ankara'yı istanbul'un işçi semtlerine, öğrenci eylemlerine, basımevlerine, grevlere bağladığımız; serin şafak vakitlerinde iğde kokulu yollardan geçerek evlerimize, işlerimize dağıldığımız ankara günlerimiz!..

    belki de bugün, şafakları iğde kokan uykusuz gecelerden onlarca yıl ve binlerce yol uzakta, sabah erken bastıran hüznün asıl anımsattığı, sen değildin de, o günlerdi alyoşa. tüm yaşantımızın hem çok gerçek, hem de masal olduğu; hayallerin, coşkuların, umutların sınırının nerede bitip gerçek dünyanın nerede başladığının bilinmediği; henüz yaşanmamış acılara, ayrılıklara, ölümlere, işkencelere, zındanlara, geleceği acılı, karanlık kılan ne varsa hepsine meydan okuduğumuz günler...

    belki türkiye'den gelmiş bir gazetenin iç sayfalarında gördüğüm küçük fotoğrafındı sabah sabah hüzünlendiren beni. hiç yaşlanmayacağını sandığım, çocuksu, aydınlık, hiçbir şey saklamayan, hiçbir gizi olmayan yüzün... belki de hüzün o fotoğraftaki biraz bezgin, çok, ama çok yorgun ifadede, aklaşmaya yüz tutmuş saçlarında, sertleşmiş çizgilerinde, yorgun bakışlarındaydı; belki de, gazetecinin yönelttiği sorulara verdiğin ölçülü biçili, ağırbaşlı yanıtlardaydı. "alyoşa'nın önüne geçilmez yükselişi" şakamızda saklı olandı; yazdığın son mektubunun "kendimi yorgun hissediyorum. artık viskileri musluğa dökmüyorum, kendi çapımda çok içtiğim bile söylenebilir" dediğin satırlarıydı... ama asıl, ne çocuk yüzündeki yorgun ve yaşlı bakışlar, ne içki içmeye başlamış olman, ne bir daha asla yakalanamayacak güzel bir geçmişe duyduğun özlem! hayır, hiçbiri değil, asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, "aklı başında"lığında, hesaplılığındaydı hüzün." artık iyimser olamıyorum," demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmanda, artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı...

    istanbul günlerimizde, cağaloğlu'ndan sirkeci'ye yorgun argın inip bir an dinlendiğimiz üsküdar vapurlarında, bir yandan güneşi batırıp bir yandan usul usul konuşurken - ne çok konuşurduk, ne kadar sözümüz vardı söylenecek! - batan güneşin sarayburnu önlerindeki oynak denizde bıraktığı izleri görmediğini düşünürdüm hep. sofralar kurulurken oburca bir iştahla yarıladığın mezelerin tadına varamadığını; içkilerin tadı gibi karmaşık duyguların tadını alamayacağını düşünürdüm. seni, biraz da bu yüzden, hiçbirimizin tam beceremediğimiz bir işi, alyoşa olmayı başarabildiğin için severdik. şimdi, güneşi dünyanın dört bir yanında batırdıktana sonra, ufuktaki son kırmızı çizgilerin güzelliğini, nadide mezelerin ağır ağır yenmesi ve konyağın balon kadehlerde, avuçta ısıtılarak içilmesi gerektiğini, karmaşık duyguları, sinsi acıları, yengileri, hele de uzlaşmaları öğrendiğinden beri, alyoşa adı artık hiç uymuyor, hiç yakışmıyor sana.

    gazetenin iç sayfalarında bir köşede, senin küçük fotoğrafının yanında, kızıl meydan'ın köşesindeki o peri masalı kiliseciğin resmi var. - geceleri, sütlü lacivert gökyüzünde kremlin'in kızıl yıldızı parladı. masal kilisesinin rengârenk, çiçek çiçek kubbelerinin, kulelerinin hemen karşısında lenin'in anıt mezarının önü, törensel nöbet değişimini izlemeye gelenlerle dolardı. arkada kızıl bayraklı, kızıl yıldızlı kremlin, yüzyılımızın gerçekleşmiş sandığımız en büyük masalınının, en güzel umudunun kutsal simgesi gibi kale duvarlarının ardında saklanırdı. - masal kilisesinin resminin altında 'kızıl meydan değişiyor', başlığı... senin fotoğrafının yanına iri siyah puntolarla, senden bir alıntı: 'çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız.'

    ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma alyoşa! ne olur en pahalı, en nadide içkileri yine musluğa dök. böyle kibar bir doygunlukla oturma, oburca saldır yemeklere. tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil de kitaplardan bile söküp at istersen! ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu, hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. siyasal hasımlarına söv, say! yalan söyle:"hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! yüzündeki o yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül gazete sayfalarında. masal bitmesin alyoşa, korkuyorum! masal şatoları yıkılmasın. cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara yollarını gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın!..

    her şey yıkılıyor... duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey... her şey tuzla buz, paramparça!..

    merhaba yeni dünya!
    elveda alyoşa!

    --- spoiler ---
  • 1991 sait faik hikaye armağanı'nı kazanan oya baydar kitabı. "duraklar", "vedalar", "anımsamalar" ve "bradenburg kapısı'nda ölüm" adlı dört bölümden oluşuyor. bir siyasal sürgünün, uğruna savaştığı değerlerin yıkılışına yakından tanık olduğu bir dönemde, çocukluğunu, ilkgençliğini, aşklarını, arkadaşlarını, kendisini gözden geçirdiği öykülerin dili sıcak. anlatımı dengeli. öyküler, içerikleri itibariyle daha uzun konuşturmak isteseler de yazarı, baydar bu tuzağa düşmeyip öyküleri öykü olarak bırakmayı biliyor.
  • içinde bulunduğumuz çölleşmeyi haber veren duygudurumlarla dolu oya baydar kitabı. yeniden yeniden okunmayı hak ediyor.
  • oya baydar öykü ve romanlarında yakın tarihi ve modernizasyon sürecindeki türkiye'yi siyasal, sosyal, sınıfsal boyutlarıyla kuşatan çok değerli bir kalem. kitaplarında özyaşamsal öğelerden de yararlanıyor ve realist tutumunu sürdürmeye devam ediyor.

    en unutulmaz ve en dokunaklı kitaplarından biri de elveda alyoşa. çünkü sürgünde kaleme aldığı yapıtlardan biri. sürgün acılarının güçlü ellerde nitelikli kitaplar yaratması şaşırtıcı değil.

    berlin duvarı'nın yıkılışıyla birlikte sosyalizm düşüne elveda diyen ve liberalizm zaferini ilan ederken yitirilen umutlar, yaşanan düş kırıklıkları, yalnızlıklar, yabancılaşan kimlikler bu öykü toplamasında geçit resmi yapar.

    kitaptaki öykülerin her bir kahramanı esasen baydar'dan öyle veya böyle izler taşır. '68 kuşağından beri birçok politik çalkantıda yer alan, akademik yaşamında zaman zaman engellenen ve izole edilen bir yazar baydar. sürgün yılları da az önce bahsettiğim gibi onu bir hayli yıpratan ama edebi açıdan ödüller kazandıran bir döneme işaret ediyor.

    tarihin ezip geçtiği, kimsenin umursamadığı aydın-insanın dramı, hayatların birbirine teğet geçtiği yılların melankolisi, hüzün rüzgârlarının durmadan estiği zamanların içe döndürdüğü kimlikler... önemli bir öykü reçetesi.

    hüzünle okudum.
  • oya baydar'ın hayatının belki de en zor yıllarından kesitler içeren kitap. hayatın plansızlığını, ateşli devrim hayallerinin gerçekdışılığını anlama sürecini görüyoruz aslında. aslında hep bir parçası olmak için uğraştığı sınıfın ilk kez gerçekten farkına vardığını görüyoruz yazarın. şimdiki aklıyla geçmiş fikirlerini canını acıtarak gözden geçirmesi üzerine biraz da. romantizmden realizme dönüyor, kayıplar çok, geçmiş değişmiyor, sistem de gümbür gümbür çöküyor...
    boğazımda bir yumruyla okudum, hikayelerinde derin bir hüzün var.
  • çöküşün dünya komünistlerini nasıl bir ruh haline sürüklediği, kaybetmenin yarattığı süregelen depresyon hali, hatalarla yüzleşmek ve bitirirken herşeye rağmen geleceğe duyulan umudu yansıtan oya baydar hikayelerinden oluşan güzel eser. az çok sol siyasete bulaşmış herkesin okuması gereken bir eser.
  • her sabah saat 8'de, düzenli işe giden memurlar gibi geliyoruz bu odaya. küçük masacıklarımıza oturuyoruz. günlük gazeteleri, önümüze dünyanın en ciddi, en ertelenmez işini yaparcasına açıyoruz. dosyalar, kâğıtlar, not defterleri ve bir makas... gazetelerin "eleman aranıyor" sayfalarındaki iş ilanlarını özenle kesip saklamak için; oyalanmaları ve umutları kesip saklamak için bir makas... iş aracı olarak makaslarımız var bizim. renk renk, şekil şekil, marka marka makaslarımız...

    zamanı öldürmeye sabah 8'de başlıyoruz. önce saniye saniye, sonra dakika dakika, sonra saat saat işkenceyle ölüyor zaman. saat tam 10.30'da 15 dakikalık kahve molası, sonra yine çalışma. "çalışma?" yani gazetelerden hummalı biçimde iş ilanları kestiğimiz, yani iş olanakları konusunda ateşli tartışmalara daldığımız; en etkili, en dayanılmaz, en inandırıcı iş başvurusunun nasıl, hangi üslûpla, kâğıdın kaç santim içinden yazılması gerektiğini öğrenmeye çalıştığımız; yani işsizliğin çaresizliğini yapayalnız yaşayıp çıldırmamak yalnızlığımızı bu beş köşeli odaya taşıdığımızı!..

    saat 12'de yemek paydosu. bir saat bile değil yarım saatçik. her gün, yarım saatlik yemek paydosunun bir saate çıkarılması tartışılıyor uzun uzun. ama issizlik yardımına yeniden hak kazanabilmek için, gününü, dünyanın en acayip işinde, 'işsizlik işi'nde çalışarak tamamlamak gerek. öğle paydosunu bir saate çıkarmayı bir türlü başaramıyoruz. 12.30'da yeniden çöküyoruz masalarımıza yeniden başlıyoruz işe. işimiz: işsizlik; işimiz: o bizi öldü ye zamanı öldürmek.

    burada, garip bir odada işsizlik, politikacıların nutuklarından, televizyon ekranlarından, gazetelerin manşetlerinden ve işsizliği protesto pankartlarının acımasız gerçekliğinden çıkıp, dünyanın en soyut, en tuhaf işine: işsizliği işsizlikle yok etme işine dönüşüyor. her sabah, işyerimize girerken, hepimiz kendi işsizliğimizi eşikte bırakıyoruz. helga'nın -fare deliğine sığmayıp kuyruğuna bağladığı kabak- evlat edinilmiş zenci bebeği; volker'in aylardır ödenemeyen ev kirası; barbara'nın kapatılmış telefonu; armin'in ayrıntılı intihar projesi; conny'nin uyuşturucu tutkusu; hans peter'in siemens'e girip yükselme hırsı; karin'in kendisi gibi işsiz alkolik dostu; postada geciken işsizlik yardımının kesildiğini haber veren kara yüzlü, uğursuz çalışma dairesi mektupları; hepsi kapının önünde bırakılıyor. sekiz saatlik iş gününü tamamladığımızda, bu korkunç işin korkunç paydosunda, hepimiz kendi yalnızlığımızı, kendi sıkıntılarımızı, kendi acılarımızı ellerinden tutup yine sokaklara çıkıyoruz. çalışma dairesi'nin düzenli raflarında ya da dev bilgisayarların belleklerinde bir kart, bir numara, bir istatistik puanı oluyoruz yine.

    bugün cuma. hafta sonundan önce son çalışma günü. kahve molası başladı başlayacak. dört bir yana dağılmış gazeteler, kalemler, kâğıtlar, makaslar toplanıyor. pencereleri açmak gerek. 10.30'da havalandırma için pencereler açılır hep. dışarıda buz gibi bir yağmur. oysa aylardan mayıs. şimdi bir yerlerde pırıl pırıldır güneş. deniz masmavidir. papatyalar, zerrinler, kır laleleri, güllere, şebboylara, kızıl sardunyalara dönüşmeye başlamıştır çoktan. oralarda işsizlik şarap lezzetinde tatlı bir teri' belliktir mayıs havasında.

    pencerelerin aralandığını içeri dolan rutubetli soğuktan anlıyorum. ürperiyorum. benim işim ne burada! bu garip oyunda, bu beş köşeli sahnede, bu soğuk mayıs yağmurunun altında, bu dilini bile anlamadığım ülkede, bu yabancı kentte, çalışma dairesi'nin bilgisayarının belleğinin işsizler hanesinde, bu duyguları da dilleri kadar yabancı insanlar arasında, bu zaman öldürme makinesinde, bu cinayette işim ne benim! dışarıda soğuk ve yağmur; burnumda sıcak kahve kokusu. masanın üzerine, abanıyorum. helga'nın evlat edinilmiş bebeği yatağında ağlıyor...

    - oya baydar - / can yayınları, s.81-82
hesabın var mı? giriş yap