• gustave flaubert'in, ölmeden önce tamamlayabildiği son romanı la tentation de saint-antoine'ın, 1968 yılında* sabahattin eyüboğlu tarafından yapılan türkçe çevirisinin üst başlığı. kitap bu isimle en son, türkiye iş bankası kültür yayınları tarafından, haziran 2006 tarihinde hasan ali yücel klasikler dizisi'nin 14. kitabı olarak basılmıştır.

    (bkz: la tentation de saint-antoine)
  • sabahattin eyüboğlu, flaubert'in bu romanında insanın içindeki inanma özleminin bütün tanrılardan daha güçlü olduğu mesajını vermek istediğini belirtir kitabın önsözünde.
  • ne roman ne de tiyatro kategorisine sokulabilecek, bunlardan da öte çevirmenin dediği gibi "henüz sinema bulunmadan, sinema senaryosu yazılmış" bir gustave flaubert kitabı. ermiş antonius'un şeytana aldanmama sürecinde ne zorluklar yaşadığını, tüm tanrı ve tanrıçaların ve putperestlerin diyaloglarını içeren bir çırpıda bitme potansiyeline sahip bir eserdir.
  • gustave flaubert tarafından yazılan ermiş antonius ve şeytan, 1874 yılında la tentation de saint antoine olarak yayımlandı. ayrıca "ermiş antonius'un ilk günahı" olarak da çevrildi. flaubert, 1839'da fransız dilinde faust yaratma denemesi olarak geliştirmeye başladığı anlatının konusuna, “eski sevdalanma” adını verdi. eser, imajı ve manevi işkence tasviri ile dikkat çeker.

    kitapta, mısır çölünde yaşayan 4. yüzyıl hristiyan toplumundan kaçan ermiş antonius anlatılır. hayatı, bir miras olma düşüncesini ve maruz kaldığı cinsellik ve duygusallığın günahlarını yansıtır. oruç tutup, günahkar duygularla ve pişmanlıkla beslenmekten etkilenen, zevkli ve şehvetli aşırılıklardan el etek çektiği yerde, felsefi şüphe ile eziyetler yaşadığı halüsinasyonlar görür. fakat uyandıktan ve güneş’i, mesih'in yüzünün görüntüsünü gördükten sonra ıstırabından sıyrılır.

    1845 yılında 24 yaşındayken flaubert, cenova'daki balbi sarayı'nı ziyaret ettiğinde, aynı isme sahip resimden ilham aldı. 1839'da başladığı eseri, bu yöne evirdi. flaubert, 1872'de tamamlamadan ve 1874'te son versiyonunu yayımlamadan önce, konu üzerinde yoğun olarak çalıştı. mısır'daki bir çölde yaşayan antonius, ortaçağ ve modern sanatta sıklıkla tekrarlanan bir tema haline gelmiştir. flaubert'in teoloji ve kristoloji bilgisinin enginliğinin yanı sıra, yazma yeteneğiyle hayalgücünün genişliği, eserde kendisini hissettirir. türkçe'ye çevirisini yapan sabahattin eyüboğlu'na da ayrı bir parantez açmak gerekir. eserin kudretini düşürmeden, ahengini bozmadan aşırı kolay anlaşılabilir hale getirmiştir. bir çölde tek başına yaşayan bir ermiş'in başına gelenleri anlatan bu güzide eser, başından sonuna muazzam hikayelerle doludur. ülkemizde değeri pek anlaşılmasa da, bence la divina commedia, faust ve paradise lost gibi eserlerle bir tutulması gerekir ve herkes okumalıdır.

    ermiş antonius'un hayatından bir geceyi, büyük cezbedicilerle ve şeytanla karşılaşmasını ayrıntılandıran bir oyun senaryosu şeklinde yazılmıştır.

    cezbediciler*
    zaaflar
    yedi ölümcül günah
    heresiarklar
    şehitler
    sihirbazlar
    tanrılar
    bilim
    yemek sofraları
    şehvet ve ölüm
    canavarlar
    başkalaşım

    karakterler
    ermiş antonius: kahramanımız. izolasyonun en büyük ibadet şekli olduğu inancından yola çıkarak birçok karakter ve nesne tarafından cazip hale getirildi.

    ammonaria: antonius'un kız kardeşinin arkadaşlarından biri olan ammonaria'ya karşı olan arzusuyla, karşılaşmalarından önce tanrı'nın önünde kutsal kalma arzusu arasındaki bir savaşa girer. vücudunu kontrol edemediği için endişelenir.

    saba melikesi: zenginliği ile antonius'u cezbetmeye ve antonius'un şehvetini uyandırmaya çalışır.

    hilarion: lucifer olarak da bilinir. ilk olarak antonius'un öğrencisiydi, sonrasında ise şüphe ve sonunda bilim'e dönüşerek antonius'u, seçtiği yaşam tarzından uzaklaştırmaya çalışır.

    şehvet ve ölüm: şehvet genç bir kadın olarak ortaya çıkar; ölüm ise, yaşlı bir kadın olarak. şehvet, antonius'un arzularını yerine getirmeye çalışır ve ölüm ise, antonius'u intihar etmeye ikna etmeye.

    kral nebukadnezar, imparator konstantin ve daha nicesi yer alır. ayrıca eserde yer alan bazı mezhep ve kişiler için de; (bkz: hristiyanlık/@beren and luithen)
  • saba melikesi görünmez olunca antonius kulübesinin eşiğinde bir çocuk görür. melike’nin uşaklarından biri olacak, der içinden. bir cüce gibi ufacıktır bu çocuk; ama bir ateş ecinnisi gibi de tıknaz, tombalak ve yoksul görünüşlüdür. görülmedik bir irilikteki kafası ak saçlarla örtülü; perişan bir elbise içinde titreyerek bir tomar papirüs tutuyor elinde. önünden bir bulut geçen ayın ışığı vuruyor üstüne.

    antonius
    uzaktan bakar ona ve korkar.
    "kimsin sen?"

    çocuk
    eski çömezin hilarion.

    antonius
    yalan söylüyorsun; hilarion filistin’de yaşıyor uzun yıllardan beri.

    hilarıon
    döndüm oradan! oyum ben!

    antonius
    yaklaşıp yüzüne bakar.
    "ama onun yüzü gün ışığı gibi pırıl pırıl, tertemiz, sevinçliydi; bu yüzse kapkaranlık ve yaşlı."

    hilarion
    uzun çileler yıprattı beni!

    antonius
    sesi de bir başka türlü; insanın içini donduran bir boğukluğu var.

    hilarion
    acı şeylerle besliyorum kendimi de ondan.

    antonius
    ya bu ak saçlar?

    hilarion
    öyle dertli günler yaşadım ki!

    antonius
    kendi kendine
    "olacak şey mi bu?"

    hilarion
    sandığın kadar uzaklarda değildim. ermiş paulus bu yılın şubat ayında görmeye geldi beni. tam yirmi gün önce de göçebeler ekmek getirdiler sana. dünden önceki gün de bir tayfadan sana üç biz yollamasını istemişsin.

    antonius
    her şeyi biliyor!

    hilarion
    hem ben senden hiç ayrılmadım, bilesin. ama beni görmeden geçirdiğin uzun dönemlerin oluyor senin.

    antonius
    nasıl olur? kafamın bir hayli bulandığı oluyor gerçi. bu gece hele…

    hilarion
    yedi büyük günah geldi, tümü birden. ama aşağılık tuzakları tuz buz oluyor senin gibi bir ermişin önünde!

    antonius
    ah! değil öyle!.. değil! her dakika yitiriyorum kendimi! neden yürekleri yılmak bilmez, kafaları sapasağlam kalanlardan değilim, yüce athanasius gibi, örneğin…

    hilarion
    yedi piskoposun onu yüceltmeleri yasalara uygun değildi.

    antonius
    olmasın! o eğer yüceliğe kendi içinde ermiş...

    hilarion
    hadi canım sen de! mağrur bir adam, katı yürekli, hep entrikalar peşinde… para kaçırdı diye sürdüler onu sonunda.

    antonius
    iftira!

    hilarion
    eustathes’i baştan çıkarmak istediğini de inkâr edemezsin ya?

    antonius
    öyle diyorlar, doğru.

    hilarion
    öç almak için arsena’nın evini yaktı!

    antonius
    yazıklar olsun ki öyle!

    hilarion
    iznik kurultayında, isa’dan söz ederken, “tanrı’nın adamı” dedi.

    antonius
    yoo! tanrı’ya küfretmek olur bu!

    hilarion
    öylesine dar kafalı ki, hem de tanrı’nın söz’le ilişkisini anlamadığını söylüyor açıkça.

    antonius
    hoşlanıp gülümseyerek:
    "doğrusu, pek o kadar… parlak değildir zekâsı."

    hilarion
    onun yerine seni getirselerdi din kardeşlerin için de, senin için de büyük bir mutluluk olurdu bu.
    senin böyle herkesten uzakta yaşaman kötü bir şey.

    antonius
    tam tersine! insan aslında ruh olduğu için ölümlü şeylerden elini eteğini çekmeli! her eylem alçaltır insanı. yeryüzüyle ilintim olmasın isterdim, ayaklarımın ucuyla bile!

    hilarion
    ikiyüzlünün birisin sen; yalnızlığa gömülüşün özlediklerini daha taşkınlıkla tadabilmek için! kendini etlerden, şaraptan, hamamlardan, kölelerden, şanlar şereflerden yoksun bırakıyorsun; ama hayal gücünle öyle şölenler, öyle güzel kokular, çıplak kadınlar, seni alkışlayan kalabalıklar sunuyorsun ki kendine! kadınsız yaşıyorsun, ama herkesten daha ince, daha sinsice bir düşkünlüğün var kadınlara, dünyayı hor görmen de ona karşı beslediğin kinin güçsüzlüğünden! senin gibilerin asık yüzlü olmaları bundan geliyor, ya da inançsızlıklarından belki. gerçeği benimsemek sevinç verir insana. isa dertli miydi? dostlar alırdı çevresini gittiği yerde; zeytin ağacının gölgesinde dinlenir, madrabazın da evine girer, şarap üstüne şarap içer, günah işlemiş kadınları bağışlar, bütün dertlere deva getirirdi. oysa senin, kendi yoksulluğundan başka hiçbir şeye acıdığın yok. bir vicdan azabı, hırçın bir azgınlık içinde kıvranır gibisin; o kadar ki bir köpeğin okşayışına, bir çocuğun gülümsemesine tekmeyle karşılık verecek duruma gelmişsin.

    antonius
    hıçkırarak ağlamaya başlar:
    "yeter! yeter! fazla sarsıyorsun yüreğimi!"

    hilarion
    silkele, at paçavralarının bitlerini! kalk çamurun içinden! senin tanrın kurbanlık isteyen bir molok
    değil!

    antonius
    evet ama, acı çekenler üstüne yağar tanrı’nın rahmeti! gökten melekler iner din şehitlerinin kanıyla bezenmek için.

    hilarion
    montanistleri beğen öyleyse! hepsinden çok çeken onlar.

    antonius
    ama mezhebin doğruluğudur şehidi şehit yapan.

    hilarion
    doğruluğunu nasıl kanıtlayabilir, yanlışlığını da kendisi ortaya koyduğuna göre?

    antonius
    sen susar mısın zehirli yılan!

    hilarion
    "pek zor bir şey de değildir belki. dostların coşturmaları, halkı hiçe saymanın verdiği keyif, yemine bağlılık, bir çeşit baş dönmesi, bin bir türlü nedenler yardım eder şehitlere."
    antonius hilarion’dan uzaklaşır; hilarion ardından gider.
    "hem böylesi ölümler büyük kargaşalıklar doğurur. dionysius, kyprianus ve gregorius girmediler bu yola. iskenderiyeli petrus kötüledi bu yolu elvira kurultayında…"

    antonius
    kulaklarını kapayarak:
    "dinlemiyorum artık!"

    hilarion
    sesini yükselterek:
    "işte, düşüyorsun yine senin her zamanki günahının kuyusuna, tembelliğe. bilgisizlik kendini büyük görmenin köpüğüdür. 'ben inanacağıma inanmışım, ne diye tartışayım?' der birçokları ve küçümser bilginleri, filozofları, geleneği, giderek bilmedikleri yasa’nın dediklerini bile. sen bilgeliği avcunda tuttuğunu mu sanıyorsun?"

    antonius
    sesini duyuyorum yine de! sözleri gürül gürül dolduruyor kafamı.

    hilarion
    tanrı’yı anlama çabaları, senin o’nu yumuşatmak için başvurduğun nefis körletmelerinden üstündür. yalnız doğru’ya susamışlığımızdır bize değer kazandıran. din tek başına her şeyi açıklamaz; ve senin hor gördüğün sorunların çözümü dine daha sarsılmaz, daha yüce bir nitelik kazandırabilir. işte bundan ötürü, tanrı’nın seni sevmesi için, din kardeşlerinle ilişki kuracaksın; yoksa boş bir laf olur dindaşların toplantısı demek olan kilise– ve bütün akıl verenleri dinleyeceksin, hiçbir şeyi, hiç kimseyi küçük görmeden. büyücü balaam, ozan aiskhylos ve kymeli bilici kadın mesih’i müjdelemişlerdi. iskenderiyeli dionysius bütün kitapları okuma buyruğunu aldı gök’ten. ermiş clementius yunan kültürüyle beslenmemizi ister. hermas sevdiği bir kadını bulma sanrısıyla hristiyan oldu.

    antonius
    "ne de yüksekten konuşuyor! gittikçe boyu da büyüyor gibi…"
    gerçekten hilarion’un boyu yavaş yavaş büyümektedir. antonius gözlerini kapar görmemek için onu artık.

    hilarion
    "üzme kendini, ermiş baba! gel oturalım şöyle, şu koca taşın üstüne, eskisi gibi; gün ışımaya başlar başlamaz nasıl selamlardım seni, “pırıl pırıl sabah yıldızım” diye seslenirdim sana; ve sen hemen başlardın bana ders vermeye. o dersler bitmedi henüz. ay ışığı da yeterince aydınlatıyor bizi. haydi, seni dinliyorum."
    kuşağından bir kalem çıkarır, ve bağdaş kurup yere, elinde papirüs, antonius’a kaldırır başını. antonius yanı başına oturmuş, alnı yere çevriktir. uzunca bir sessizlikten sonra hilarion alır yine sözü:
    "tanrı’nın sözü, mucizelerle perçinlenir içimize, değil mi? iyi, ama firavun’un büyücüleri de yapıyordu bunları; daha başka yutturmacılar da yapabilir; aldanır insan. nedir bir mucize? bize doğa ötesi gibi gelen bir olay. ama bilir miyiz nerden geliyor bütün gücü bu mucizenin? bir de şu var: her gün bir şeyi görüp de şaşmıyorsak, onu anlıyoruz demek midir bu?"

    antonius
    bunların önemi yok! inanacak olduğun kitap’tır.

    hilarion
    ermiş paulus, origenes, daha birçokları kitap dediğini harfi harfine almıyorlar; ama, kitap birtakım gizli dersler dolu masalımsı benzetler haline getirilince de küçük bir azınlığın malı oluyor ve açıklığı yok oluyor ortadan doğruluğun. ne yapmalı?

    antonius
    kilise ne diyorsa onu yapmalı.

    hilarion
    demek boşuna yazılmış kutsal kitap?

    antonius
    hiç de değil! gerçi, eski kutsal kitap’ta, evet, var doğrusu… anlaşılmaz yerler… ama yeni kitap, incil, pırıl pırıldır.

    hilarion
    evet, ama matta’nın incili’nde müjdeci melek yusuf’a görünür, luka’nın incili’ndeyse meryem’e. isa’ya bir kadının kutsal yağlar sürmesi birinci incil’de peygamberliğinin ilk günlerinde, öteki üç incil’de ise ölümünden birkaç gün sonra olur. haça gerildiği zaman isa’ya verilen içki, matta’nın incili’nde safrayla karışık sirkedir; markos’un incili’ndeyse mersin özüyle karışık şaraptır. luka’ya, matta’ya göre havariler, değil para ve çanta almak yanlarına, ayaklarına çarık, ellerine değnek bile almayacaklar. markos’ta ise, tam tersine, isa, ayaklarındaki çarıklardan, ellerindeki değnekten başka hiçbir şey götürmemelerini ister havarilerin.

    antonius
    afallayarak:
    "öyle gerçekten… gerçekten…"

    hilarion
    göğsünden kan fışkırınca isa başını döndürüp, “kim vurdu bana?” diye sormuş. kimin vurduğunu bilmiyordu demek? isa’nın her şeyi bilme gücü yoktu demektir bu. mezarı bekçiler gözetliyorsa kadınlar mezar taşını kaldırmak için yardımcı aramaya kalkmazlardı. öyleyse ya bekçiler yoktu orda ya da o mübarek kadınlar. emmaüs’te çömezleriyle yemek yiyor ve yaralarını elletiyor onlara. bir insan bedenidir bu, maddesel, elle tutulur bir nesne, yine sur duvarları içinden geçiyor. olacak şey mi bu?

    antonius
    çok zaman ister sana karşılık vermek için.

    hilarion
    tanrı oğlu olduğu halde kutsal ruh’u ne diye aldı? vaftiz edilmeye ne ihtiyacı vardı, tanrı sözü’nün ta kendisi ise? şeytan nasıl ayartmaya kalkabilirdi onu, tanrı’yı? bütün bunları düşündüğün olmadı mı hiç?

    antonius
    oldu!.. çok oldu! bu düşünceler, uyuşmuş ya da azgın, içimdeler hep. ezerim onları, yeniden büyürler, boğacak olurlar beni; lanetlenmiş sanırım kendimi zaman zaman.

    hilarion
    öyleyse, ne diye kölelik edersin tanrı’ya?

    antonius
    "o’na tapma isteğim azalmıyor ki hiç!"
    uzun bir sessizlikten sonra:

    hilarion
    peki ama, dogma dışında, her türlü araştırma özgürlüğü verilmiş bize. meleklerin önem sırasını, sayıların gücünü, tohumların, biçimden biçime girmelerinin nedenini bilme isteğin var mı?

    antonius
    evet! evet! düşüncem çırpınıyor zindanından çıkmak için. bütün gücümü toplasam bunu başarabilirim gibi de geliyor bana. hatta bazen bir şimşek süresi içinde havada buluyorum kendimi, sonra düşüyorum yine!

    hilarion
    ermek istediğin sır bilgelerin kafasında saklı. uzak bir ülkede yaşar o bilgeler; ulu ağaçların gölgesinde otururlar; beyazlar giyerler ve hiç kımıldamazlar, tanrılar gibi. sıcak bir hava besler onları. çevrelerinde parslar yürür çimenler üstünde. kaynakların şırıltısı, tek boynuzlu atların kişnemeleri karışır seslerine. dinlersin onları; ve bilinmez’in peçesi kalkar yüzünden!

    antonius
    içini çekerek:
    "uzun yol, yaşlıyım da!"

    hilarion
    üzülme! üzülme! bilgin kişiler az değil o kadar. yanı başında bile var! şuracıkta! girelim.
  • ayrıca salvador dali'nin the temptation of saint anthony tablosu, bu eserin betimlemesidir ve dali'nin flaubert'e övgüsüdür. önünde bütün ihtişamlarıyla sıralanan baştan çıkarıcılara karşı direnmekte zorlanan antonius, çölde çırılçıplak bir halde yalnızca haçın ardına sığınır ve artık takati kalmasa da direnmeye devam eder.
  • bir sözde ermiş ve şeytan arasındaki diyaloglardan, rüyalardan ve dünyanın yaradılışından beri olagelmiş inanışlardan oluşan, (bkz: flaubert)’in yazdığı klasiklerden biri olan eserdir.

    şeytan tanrı’yı aslında anlayan, insanın anlamamasına da sinirlenen bir varlık gibi ele alınmış. bu arada ermiş antonius ermiş olarak adlandırılsa da aslında çok sığ, şekilci, içten içe tüm yasaklı davranışları özleyen bir keşiş. tanrı’nın iyiliğine ulaşmak için kendini cezalandırıp, istediklerinden vazgeçip ödül alma derdinde. bir gece rüyasına şeytan giriyor ve ona aslında nasıl yanlış yolda olduğunu farkettiriyor. ona tanrı’nın yüceliğini sezdiriyor, onu niteliklere bağlayıp küçülttüğünü fark ettiriyor, sonsuzluğu bile anlayamayacak kadar yetersiz bir canlı olduğumuzu gösteriyor. hatta biçimlere ve öze takıntılı insanın putlara ve düşünceye tapmasını eleştiriyor gizliden gizliye. tanrı’yı bu dünyadaki kötülüklere göz yuman ya da katlanan bir varlık olarak gören insanı, bu dünyayı düzeltmekten bambaşka nedenleri olan daha kompleks bir varlık olarak tanrı’yı anlamasını istiyor. iyi kötü gibi kavramları bizim yarattığımızı ve bu kavramlara göre yargılamaları da bizim yaptığımızı vurguluyor. sonunda dayanamıyor ve tanrı’yı bu kadar anlamayan bir ermişe kızıyor içten içe ve kendisine biat etmesini, tanrı’yı yok saymasını söylüyor.

    işte aslında bu anda bile şeytanın da tanrı’nın yarattığı ve onu insandan iyi anladığını bilerek, manevi açıdan bilemesek de inanarak tanrıya bağlanmayı öneriyor yazar içten içe.

    ve sonunda ermiş son bir rüya görüyor. ölümünden sonra diğer canlılar tarafından yenilmesini, form değiştirmesini, ışığı özünde hissetmesini, doğallığı ve sıcaklığı özümsemesini, ruhunu hissetmesini görüyor ve insan formundan başka bir forma geçerek madde olsa da manevi hazzın doruklarına varıyor. ve uyanıyor gerçek bir ermiş olarak.

    “tanrı’yı anlamayan ama anlar gibi yapan, ödül ceza mekanizmasından kurtarmaya çalışan, manevi açıdan yetersiz ama yeterliymiş sanılan sözde ermişi bile iyiliğe götüren şeytanın öğretilerinden alınacak dersler bile olsa insan yüreğiyle aklını birleştirip tanrı’nın yarattığı evrenle bütünleşip doğru yola ulaşmalı insanoğlu!” mesajını vermeye çalışmış flaubert diye düşündürüyor kitap.

    (bkz: gustave flaubert)’in ölümünün 140. yıldönümünde yazılan bu entrinin yazılma tarihi benim için daha da manidar oldu an itibariyle.
  • bana mı düşüyor yalnız acı çekmek?

    s.11
hesabın var mı? giriş yap