• ahmet hamdi tanpınar'ın on parmağında on marifet, bu kez okumadan önce mürekkepli işaret parmağını yılan gibi sallayarak uyarıyor: bu diğerlerine benzemez sevgili kari, korkacak, hülasa lanetleneceksin, mamafih, hiçbir lahzada, okumadan edemeyeceksin.

    bu aralar hikayelerine sardım, paçayı kurtaramıyorum. karanlıkta geceyarısı kuşağı hikayesi. ahmet hamdi kim bilir ne kıvranmış bunu yazarken, bir yılanı, uzun bir geçmişin bakışlı oyuncusu yapmak kolay iş değil.

    gülümseyen ölüler daha korkutucu olur deseler inanılmaz ama öyle. hüzün, şaşkınlık, korku, endişe, çaresizlik olmadan ölünür mü? ölünürse ardından ne derler? eskilerin efsunlu cadısı artık deli, kaçık. aşk da kurtaramıyor musallatın öfkesinden: "bazı geceler, sırf onun uykusunu seyretmek için uyanırdım. beyaz bir gül gibi aydınlık yüzünün kapandığı rüyayı merak ederdim. saçlarını güzel bulurdum, çenesine, kaşlarının çapkın kavsine hayran olurdum; ve bir gün bütün bu güzelliklerden mahrum, sefil ve biçare yaşamanın acılığını düşünürdüm. dalgın, huysuz ve kederli olmağa başladım." hastane odasında bağırışların eşliğinde, yılışık bir yumuşaklık hissi daima bedeni sararken, kapının altından o bilindik karartı bekleniyor, kıvrak, donuk bakışlı, buyurgan; dans ederek öldürüyor.
  • içinden iki-üç seri ya da bağımsız film çıkartılabilecek kadar özgün, orjinal ve zengin ahmet hamdi tanpınar hikayesi.

    filmlerden bir tanesi korku filmi, bir tanesi gerilim filmi, sonuncu film ise aşk filmi olurdu herhalde.
  • okurken yüksek dozda gerildiğim, yılan korkusuna muzdarip olduğumdan aşırı derece korktuğum hikaye. hikayenin çoğunu unuttum aslında, ama okurken yaşadığım korku bende hatıra kaldı.
  • aklıma kedimi getiren başlık.
  • öncelikle, bu hikaye hakkında bu kadar az entry girildiğini görünce bir hayli üzüldüm. hikayede değinelecek o kadar fazla yer var ki nereden başlamak gerek ona karar vermekte zorlanıyorum. birkaçına değinmek gerekirse:

    hikayeye uzaktan bakınca görülen ilk şey şu: her şey ölüyor. osmanlı yıkılıyor, topraklar kaybediliyor, aileler dağılıyor, eski hayat yavaş yavaş son teneffüsüne çıkıyor, biteviye insanlar ölüyor. öyle ki bir yerde kahraman aklınızdan çıkmayacak şöyle bir şey "yazıyor":

    " bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: kurduğumuz hülyâların, ümitlerimizin iflası."

    öykünün başından itibaren efsanelerden, halk hikayelerinden, mitlerden devşirilmiş bir yılanın meş'um tıslaması etrafı kaplıyor. gerçekten ürkütücü. burada yılan metaforunun sürekli aynı şeye yorulmaması gerektiğini düşünüyorum. topluma bakan tarafıyla o, kabusların gerçeğe dönmesidir, düşmandır, devletin hasta hâlinin, yıkılışının, ölümünün habercisidir. hikayenin kahramanın yılana dair -okuru bile etkisine alan- vehimlerinin, bugün bile hâlâ birçok sorunu olan mezopotamya'nın göbeğinde vuku bulması asla basit bir kurgudan ibaret değildir. burada, hikayenin yayınlandığı tarihi (sanıyorum 1943, ikinci paylaşım savaşının ortası) ve hikayede anlatılan olayların tarihini (kesin bir tarih yok ama 1900'lü senelerin başından itibaren, hengamenin ortası) düşünürsek, tanpınar'ın sürekli kanayan bu yarayı da anlatmasını az biraz anlayabiliriz ve hikayeye daha sağlıklı bakabiliriz. kahramanın "hastane odasında" bulunmasının bağlanması gereken yer de bence burası. kahramanımız kendinde, yalnızca kendi serencâmını anlatmaz. devir onunla aynı hâldedir, hastadır, korkuludur, belirsizliklerle doludur. kahramanın ailesi ve geçmişi de korkularıyla onda tecessüm etmiştir. toplumu ilgilendiren tarafı üzerinde aslında daha dikkatle durulursa, birçok başka şey de çıkarılabilir fakat işin ucunun bir yerde kaçıp, komplolara varma sorunu da var. bu kadarı kâfi. yılan aynı zamanda mitolojide "ölümsüzlük" olarak da geçer. yanılmıyorsam yunan esatiri kadının yılan ile birlikteliğine bir tür "sonsuzluk" anlamı yükler. bu sık sık tasvir de edilmiş bir şey zaten. yılanın tıptaki malum yeri de bu "sonsuzluğun" asıl kaynağı olarak görülebilir: sürekli tazelenme, dirilik, bulunmaz bir ecza.. kahramanın annesinin ölümünün tasviri yapılırken, eminim ki bu hayvanın anlatıldığı efsanenelere dair tanpınar'ın muhayyilesinde renklendirdiği bir tablo vardı ve onu yazdı.bunun dışında yılanlı anlatılarda yılana yüklenen anlamları yılandan başkasında pek göremeyiz. yılan kendine yüklenen tüm hususiyetleriyle tecessüm eder: şehvet, arzu, kötülük, düşmanlık, kin, kurnazlık ve saire..

    bir de zeynep var.. o, hayatıyla, zevkleriyle, meşkleriyle - ufak tefek farklı hususiyetleri olsa da- nuran'ın prototipidir. zaten birkaç sayfadan müteşekkil olan "zeynepli vakitler"i okurken huzur'un ikinci ve üçüncü kısımları aklınıza gelir ve "kendi eserine amma da uzun bir şerh yazmış" dersiniz. musıkî yine mühim yeri işgal eder, isimler, olaylar değişse de öz aynıdır. hayrettin bey'i, yümnü bey'i huzur'da da rahatça bulursunuz. onlar uzun bir devrin son halkalasıdır. şu da var ki, evin sahibi'nin kahramanı, mümtaz'a nazaran entellektüel anlamda daha geridedir ama geldikleri felaketler de vardıkları yer de değişmez: saadetleri bozulur, boşlukta ölüme nazır bir yer tutarlar.
  • "evin sahibi" sembolünün öteden beri bizim kültürümüzde var olan bir inanışa işaret ettiğini az kişi biliyor maalesef. eski insanlar her evin bir cini/perisi/meleği -neyse artık- olduğuna inanırlar ve bu metafizik varlığı "evin sahibi" olarak adlandırırlar. hatta bu varlığın çeşitli donlara bürünerek bazen ev halkına göründüğü de söylenir. tanpınar, hikâyeyi yazarken halk arasında yaşayan bu inanıştan yaralanmış olmalı. bu anlatıyla, doğu anadolu'da bulunduğu günlerde karşılaşmış olması da muhtemeldir.
hesabın var mı? giriş yap