43 entry daha
  • bu başlıkta yazdıklarımızı okuyanlar şimdi yazdıklarıma yabancı bakmazlar. en azından öyle düşünerek artık biraz daha ilerisine gitmek istedim. zati başlığa yeni şeyler yazmakta çok geciktim. tarih süresince bir hayli ekol ve kuruluş neden ekzoterik değil de ezoterik bir sistemi benimseyerek uygulamıştır?...

    üstelik bu ekol ve kuruluşların arasında emelleri ferdi olmaktan çok öte, topluma ve insanlığa yönelik amaçlar besleyenleri de olduğuna göre; hiç olmazsa bunların ezoterizmi benimsemeleri emelleri ile ikilem yaratmaz mı?

    toplumun ve insanlığın faydanına ve evrimine olan bir bilgi, gerçek, ezoterik bir kuruluşun muhtevanında gizli tutulunca, evrimsel gelişme gecikmeye uğratılmış olmaz mı?

    ezoterizmin temel özelliklerini incelemeye geçmeden önce bu suallere cevap getirmeye çalışmamız gerek…

    hele konuyu masonluğa, mason kuruluşlarına, masonlara getirecek olursak, bu mesele daha da ciddi bir boyut kazanır. zira bu sualler her masonun ara ara bir haricî ile masonluk üzerine yapabileceği sohbetinde karşısındakinin bilgi düzeyinin yetersizliği hasebiyle karşılaşabileceği suallerdir.

    son zamanlarda bir mason bu tür suallerin cevaplarını verebilmeli, bilmediğini söyleyemeyeceğine göre kaçamaklara yönelmemelidir. ancak ne yazık ki öyle olmadığını görüyoruz. (hay allah!... masonlara taş mı atmış oldum acaba?)

    rastgele bir kuruluş veyahut topluluğun çalışma sisteminin ezoterik oluşu, ille de emelinden ileri gelmez. emel saklı ise, ezoterik çalışma sistemi de natüreldir. hata böyle bir vaziyette alakalı kuruluş ezoterik olmaktan daha ileri gider ve bir gizli örgüt kimliğine bürünür.

    ancak bu noktada bir gizli örgüt ile ezoterik örgütün farkını da çok iyi bir şekilde ortaya koymak gerekir. (haydi bakalım, masonlara bir taş daha… acaba masonlar bu farkı ne ölçüde biliyor? bunu masonluğun bir gizli örgüt olduğunu ileri sürerek saldırıda bulunanlara bir yanıt olarak veriyorlar mı?)

    ezoterik örgütün kesinlikle kendine has bir öğretisi, bu öğretinin verilmesinde uygulanan bir sistemi vardır. gizli bir örgütün ise bir öğretisi olabilir fakat olmayabilir de. üstelik bir gizli örgütün ezoterizmin yoluna uygun bir tarzda çalışması da gerekmez. ezoterik bir örgüt, varlığı ve diğer bir hayli nitelikleri kamuoyunda bilinen bir örgüttür. bir saklı örgüt ise varlığını dahi gizlemeye önem verir.

    öğretiye dönelim…

    şayet mevzubahis öğreti toplumları oluşturan halk tabakalarının, bir başka söylemle çoğunluğun kanıları ile çatışmıyorsa, inançlarına ters düşmüyorsa, dünya görüşleriyle aynı paraleldeyse, hayat düzenleri ve anlayışlarıyla çelişmiyorsa, özetle rastgele bir yenilik ya da değişim önermiyor ve getirmiyorsa başka bir deyişle sıradan bir adam bu öğretiyi yadırgamıyorsa; ezoterizmin gereği yoktur.

    ne var ki ekseriyetle ortam bunun tam tersine bir görüntü sergiler. bilhassa din ile, bilim ile, sanat ile, töre konusunda konularda bu böyle olagelmiştir. sıradan bir adam, bütün bu konularda yanılgılarını gidermek ve yanlışlıklarını düzeltmek şöyle dursun, kendi doğru bildiklerini sallayacak rastgele bir şeye karşı hoşgörü dahi gösteremez.

    hele konu “akıl” yoluyla kavranması şart olan bir öğretiyse, bunun çoğunluğun inançları veyahut benimseyişleriyle çatışması hiç de sürpriz değildir.

    bu olguda suçlanması şart olan direk doğruya toplum mu?

    hayır. asıl suçlanması şart olan, toplumu oluşturan insanları bu istikamete iten birtakım egemen ve çıkarcı güçlerdir.

    bu egemen ve çıkarcı güçler, kendi egemenlikleri ve çıkarlarının daimiliği toplumları oluşturan geniş halk kitlerinin bilgisizliğine, tutuculuğuna hem de bağnazlığına bağlı olduğu için, bu vaziyetin böyle sürmesi için ellerinden geleni yaparlar. dolayısıyla bu olgunun sorumlusu da onlardır.

    ilmi ve akılcı bilgi ya da belirtilerini toplumlarına ve insanlığa mal etmekte çabuk olanların hiçbirinin sonu iyi gelmemiştir. böyle kişiler, ilk olarak kendilerini savunabilmek için ihtiyaç duyulan tedbirleri almayarak iyi niyetli ama heyecanlı atılımlarından dolayı yaşamlarını tabii müddetinden çok önce yitirmişlerdir. yaşasalar bile esir edilmiş, eziyet altında kalmışlardır. böylelikle toplumlarına ve insanlığa asıl verebilecek olduklarından pek azını verebilmişlerdir. bu insanlar, gerçek değerlerini, yaşadıkları çağdan çok sonraki bir çağda kazanmışlardır. birer dahî, yiğit, kahraman ya da lider mevkisine yükseltilmişlerdir ama ne yazık ki çok geç!...

    dolayısıyla ilmi ve akılcı bilgi, ortam elverişli olmadığı sürece saklı tutulmayı gerektirir. hatta bu kadarı bile yetmez; bu konuda çalışan kişilerin birbirleriyle olan ilişki ve iletişimlerinin de örtülü tutulmasını zaruri kılar.

    elverişli ortam oluştuğunda ise, söz konusu bilimsel ve akılcı bilginin saklı tutulmasının sürdürülmesine gerek kalmaması bir yana dursun, o spontane açılır, topluma ve insanlığa mal olur. hiçbir ezoterik kuruluşun gücü bu olguyu engellemeye yetmez.

    bu konuda şeyh bedrettin şöyle demiş: «gerçek halka söylenemez; zira onu anlayamayacak olanlar ya yollarını sapıtır ya da o gerçeği söyleyeni suçlarlar.»

    ezoterik sistemin uygulanmasında en başarılı örneklerden birini vermiş olan hermetizmde şöyle bir ilke vardır:

    «gerçek, ona yaraşır olandan başka hiç kimsenin eline geçmemelidir. onu öğrenmek isteyenlerin akıl ve buyrultularının yeterince kuvvetli olduğu üzerine garanti sağlanmalıdır. akıl ve buyrultusu güçsüz olanlar, ya yolun dönülebilecek olan bir mertebesinden geri döner ya da yüz yüze geldikleri gerçeğin karşısında delirmekten kendilerini alıkoyamazlar. her iki vaziyette da vakit ve enerji boşa harcanmış olur. bu yolun sonuna varabilmek için her türlü tehlikeye göğüs germek, zorluklara katlanmak, ölümsüzlüğe hazırlanmak gereklidir. diğer taraftan gerçeği ele geçirenler kötü niyetli ise, ele geçirdikleri gerçeği de kötüye kullanırlar. şu halde gerçeği gizlemekten başka çıkar yol yoktur. bulmak, bilmek ve susmak gerek.»

    ancak hermetizmin işaret ettiği bu gereklilik çok katı bir şekilde uygulanacak olursa, ezoterik sistemde çalışan bir kuruluşun kendi içinde dahi bilgiye erişmeyi sanki olanaksızlaştırıır,0 en azından güçleştirir, dolayısıyla evrimi engeller gibi bir görünüme bürünür.

    ahilerin fütüvvetnamelerinden biri bu konuya çok güzel ve pozitif bir özdeyişle izah getirmiş:

    «bilgiyi ehil olana vermemek, ehil olmayana vermek kadar yanlıştır.»

    bu özdeyiş, ezoterizmin işleyişine de pek uygun… bilgi ancak asgari düzeyde yeterli anlayış ve kabiliyetteki kişilere, gelişme bu yolunda ilerleyebilme özelliği gösterenlere verilecek, başkalarına verilmesinden sakınılacaktır; zira yanlış değerlendirilmesi hem de reaksiyonla karşılanması mevzubahis olabilir. ama bu sistemde çalışmakta olan bir kuruluşa inisiye olan bir kişi de öğretinin tümüne erişemeyebilir. bir başka söylemle, her ezoterik kuruluşun ortak özelliklerinden biri olan “dereceler sistemi” kendi kendine oluşur.

    bütün bunlardan sonra sanırım ezoterizmin nedensel gereğini şöyle özetleyebilirim:

    özgürlüğün savunması ve bu suretle evrimsel doğrultuda ilerleme.
  • bu başlığı epey ihmal ettik. yazanlarda olmuş. devam etmekte gecikmemek gerekir. fakat helen ve yahudi ilişkilerine dair daha detaylı bir yazı girişimine kalkıştığım için unuttuğum başlıklar oluyor. aforoz edilen haçlıları unuttuk mesela? efendim biz konuya gelelim. zira anlatacaklarım önem arz ediyor. yok etmiyor mu? bugün ezoterizm ne kadar merak konusu orası ayrıdır. ben yazacaklarımı yazayım. okuyacak kişi zaten okuyor. mesajlar atıp soru soranlara da ilgiyle yaklaşmaya çalışıyorum. fakat sadece bir şeyler sormak için yazanları da ayırt etmemek zor değil.

    ezoterik kuruluşların benim görebildiğimce üç temel konusu var: din, bilim ve sanat. (şimdi masonlar buna itiraz edebilir. gerek yok; bence masonluk hümanist bir eğilimle hepsini harmanlıyor.)

    din, bilim ve sanat çağlar süresince ara ara iç içe ve el ele olmakla beraber, çoğunlukla birbirleriyle çatışmış veyahut çatıştırılmışlardır. kimi vakit içlerinden ikisi bir araya getirilip diğerine karşı çıkarılmış, bazen de bir teki diğer ikisine ansızın sanki savaş açmıştır.

    çoğu ezoterik kuruluşlar bunların üçünü birleştirip bağdaştırmaya çalışmıştır. bulunla birlikte gene de mutlak ilmi ezoterizm, mutlak dinsel ezoterizm ve mutlak sanatsal ezoterizm diye bir ayırım da yapılabilir. tarih süresince bir hayli kuruluş, çalışmalarını bu ayırıma uygun tarzda yoğunlaştırmıştır.

    mutlak ilmi ezoterizm, sadece natürel ve üniversal gerçeklerin, bunların yasalarının, ilişkilerinin, bulgu ve buluşların peşindedir.

    ancak tarih boyunca ezoterik sistemde çalışarak mutlak ilmi kalmayı muvaffak olabilmiş ekollerden pek söz edilemez. bunların büyük çoğunluğu bir dinsel öğeyi de birlikte taşımak zorunda kalmıştır.
    aynı vaziyet salt sanatsal ezoterizm alanında da söz konusudur. salt sanatsal ezoterizm, bireylerarası iletişimin gerçekleşmesinde öznelliği ön tasarıya çıkarır; nesnel idrak edişlerin yanı sıra duyumsal idrak etmeyi geliştirir.

    dinsel ezoterizm, gerek bilim gerekse sanat alanına da girişler yapmakla, diğerlerine oranla daha bir güç kazanmıştır. aynı zamanda mutlak dinsel nitelikli ezoterik kuruluşlardan çok daha rahatça söz edilir. mutlak dinsel ezoterizm, çoğunluğa ekzoterik bir metotla verilmiş olan dogmalarla savaşır; inançların ve tapınışların akıl ve mantığa uymayan öğelerini ayıklamaya, özelde insanı ve genelde insanlığı bunlardan kurtarmaya çalışır.

    dinsel ezoterizm, ilmi ve sanatsal ezoterizme oranla çok daha sıkı bir şekilde gizemcilik ile kaynaşır. bu tür ezoterizmde çoğunlukla bir tük içsel mana kavramıyla karşılaşılır.

    içsel mana kavramı, her sözü, her davranışı, her düşünüyü ikiye ayırır: halk için olanı dışsal başka bir deyişle ekzoterik, inisiyeler için olanı ise içsel yani ezoterik olarak nitelendirir. bu ayırımın nihayetinde dışsal anlamı ehemmiyetsizleştirir; içsel anlamlara erişenleri ise ağır ağır dışsal yükümlülüklerden bağışık tutmaya yönelir.

    rastgele bir dinin sıkı inançlıları için dışsal yükümlülükler pek ehemmiyetlidir. bu yüzden, inisiye olmayan dindarlar, inisiyeleri dinsizlikle, dine karşı olmakla, dince kötü sayılan öğelerle (sözgelimi iblis ve cinlerle) işbirliği yapmakla, dini ve inançları bozmaya çalışmakla, yaradan’ya karşı gelmekle, toplum içinde sapkınlık örneği vermekle suçlarlar.

    bunlara belki “yobazlık”, en azından “sofuluk” denir fakat bu suçlamalarından dolayı onları haksız da bulmamak gerek; zira bu suçlamalarının kaynağında ya bilgisizlik, ya bir körü körüne bağımlılık veyahut içgüdüsel düzeyde (bilinçaltında) çıkarlarını yitirme kaygısı vardır.

    mutlak dinsel ezoterizmde dogmaların ve bağnazlığın giderilmesine çalışılmakla kanaat edilmemiştir. akıl ilkelerine uyularak uyumlu izahlar getirilmesine çalışılırken, yorum ve faraziyelere sapılmıştır.

    yorum ve faraziyeler, gerçeğin ne ve nasıl olduğu anlaşılıncaya kadar bir yol gösterme işlevini yerine getirdiklerinden ötürü çok faydalıdır ama ne yazık ki bu defa, yapılan yorum ve faraziyeler netleştirilmiştir. bir diğer söylemle, putlar başka putlaştırmalarla yıkılmıştır. bu durum da akıl ilkelerine ters düşmekle sonuçlanmıştır.

    dinsel ezoterizmde, akıl yolu ve deneyle ele geçirilen bilgilerin ötesinde sezgi yoluyla sağlanan bilgiler ehemmiyet kazanmaya başlayınca, gizemciliğin yerini saklıcılık almaya başlamış demektir.

    saklıcılığın batı dillerinden dönüştürülmüş karşılığı okültizm olarak verilmektedir. okültizmin çoğu uygulamaları, mutlak ilmi veyahut mutlak materyalist görüşlerle büyü ve sihir, dolayısıyla uyduruk ve absürt olarak nitelendirilirse de, pozitif bir akıl okültizmi büyücülük veyahut büyücülük ile eş manalı tutmamalıdır.

    örgütsel metodu itibariyle okültizm de ezoterizmi izler. birtakım saklı yöntemler ve işlemlerle doğanın gizemlerine erişme ve bu gizemleri bir güç kaynağı olarak kullanma emelini güder. bu emeli ferdileştirmediği sürece ilmi ezoterizme doğru yönelir; böylelikle gizemci muhtevanında dinsel inançlarla ilmi verileri buluşturur.

    okültist ekollerden birçoğu, muasır ilmi belirtilerin lideri olmuştur. tanınmış kişi pozitivist düşünür auguste comte, okültistlerin çalışmalarını “daha bilim niteliği kazanmadıkları halde bir gün bilimselleşebilecek uğraşılar” olarak nitelemiştir. bu yanlış sayılmamalıdır; tarihte, öyle olduğunu gösteren çok örnek vardır.

    bence ezoterizmin nitelikleri üzerine bu kadar düşünce imalatı yeter. bundan sonra bir de ezoterizmde çalışma metoduna göz atmalı.
  • artık başlamamız gerektiğini düşünüyorum. çünkü epey yol katetmeye başladık. diğer yazıları okuyanlar temel kavramları oturtmuştur diye düşünüyorum. lütfen sonra bana dönüp de «peki fakat nedir bu ezoterizm veyahut ezoterik sistem?» diye soran çıkmasın lütfen.

    ezoterik sistem, insanın tabiat ve evreni düşünüp anlamaya çalışması, gerçekleri araştırmaya başlaması kadar eskiye uzanır. ancak bu bağlamda ortaya ehemmiyetli bir sual çıkar. tıpkı bir yazarın bir başka başlık altında takvimin ilk kaynağını soruşu gibi. (ne yazık ki kimse ona bir cevap vermedi daha.)

    soru şu: «ezoterik sistemin kaynağı neresidir?... ilk defa nerede doğmuştur?»

    bu meselenin yanıtı tek bir sözcükle “doğu” diye verilebilir belki fakat biraz daha bariz bir izah yapmak gerekirse, bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde o yerin antik mısır olduğunu söyleyebiliriz.

    bugünün bilgileri çerçevesinde zira antik mısır’a da çok daha daha önceki ve bizim elimizdeki bilgilere göre bilmediğimiz bir başka coğrafyadan gelmiş olabilir.

    burada “doğu” kavramı itibariyle da ortaya bir ikilem çıkabiliyor. doğu ile batı’nın hududu nerede?... bu hudut kimilerine göre tam coğrafi olarak avrupa kıtasının bildiğimiz sınırıdır. buna göre anadolu “doğu” sayılır. kimileri bunu biraz daha öteleyerek, belirgin bir sınır olarak fırat nehri’ni gösterir. (bu faraziyede fırat nehri’nin tarih süresince hep bu konumda olduğu da düşünülüyor ki, bu hayli yanlış olabilir.) böyle bir vaziyette meridyenlere bakarsak mısır’ın “batı” sayılması gerekir ama felsefi bir kavram olarak doğu, antik mısır’ı da içerir.

    ezoterik sisteme uygun yapılanmanın ilk kez ne vakit ve nasıl ortaya çıktığı da tam olarak bilinmemektedir. bu bakımdan uygulamanın coğrafi olarak mısır’da doğduğu benimsenince, ilk olarak iki ihtimal üzerinde durulmaktadır:

    1- antik mısır dininin rahiplere mahsus yapılanmaların bir sınıf oluşturacak biçime dönüştürüldüğü dönem.

    2- inşaat işçilerinin oluşturduğu “beyaz kardeşlik” örgütlenmesi.

    antik mısır kültüründeki bu ilk yapılanma her nasıl ve her ne vakit diliminde olursa olsun, çoğu araştırmacıların dikkatinden kaçmış olan bir başka teferruat var: antik mısır inançlarındaki ilâhiyat yapılanmasında bulunmuş bulunan tanrılar liginin kendi içindeki ilişkilerinde de aynı ezoterik örgütlenme görülür. bir diğer söylemle, çok tanrılı bir inanç dahilinde ezoterik sistem tanrılar katında da geçerlidir.

    bilhassa antik mısır’ın “ölüler kitabı”nda okuduklarımız, bizi sanki ilk örgütsel yapılanmanın kurulduğu bir ortama götürüyor; ilk ritüelik açılımların tanrılar arasında da uygulandığını gösteriyor.

    şüphesiz antik mısır tanrılarının kendi aralarında bir ezoterik yapılanma oluşturmuş bulundukları söylenemez. bundan anlaşılması şart olan, antik mısır insanının inançları gereği uygulamalarında tanrıları taklit etmekte veyahut kendi hayatını tanrıların hayatına uydurmaktaki benimseyişidir. o dönemlerin ölü gömme merasimlerinde, ölü ile beraber tabuta konulan bu özel kitapta daimi olarak bize bu kültürde ezoterik bir yapılanmanın olabileceğini belirten ip uçları verilmektedir.

    konu ister istemez “ölüler kitabı”na geliyor. sözlük alanında bunun üzerinde önceden de durulmuş. ancak ben bir sefer de benim anlatım tarzımdan izlemenizi öneriyorum.

    “ölüler kitabı”, pek kolay olarak, ölünün hayat sonrasında karşılaşacağı güçlükleri nasıl yenebileceğine ait anlatımlar içeren bir kitaptır. bu özel kitaptaki simgesel anlatımlar, yalnızca bir öğretinin öğeleri olabildiği gibi, antik mısır’da o dönemin tapınaklarında eğitim gören inisiyelerin başından geçenleri yansıtmakta da olabilir. dolayısıyla bu kitap, antik mısır’daki ezoterik uygulamaların bir aynası sayılabilir.

    bu kitaptaki ayrıntılardan, oradaki tanrıların maskelerini takmış din adamlarının ya da ezoterik sistem izleyicilerinin belli bir ritüeli satır satır canlandırırmış gibi uyguladıklarını görüyoruz. sözgelimi toplantı başladıktan sonra kapı çalınmakta, kapıyı çalmış olup açılmasını bekleyen kişiye hemen çekip gitmesi söylenmekte, içeri girmekte diretirse yaradan maskeli birisi ona uzun ve özlü sözler söylemekte, birtakım ikazlarda bulunmakta, içeri girmek için bekleyen kişi de bunlara karşılık vermektedir. hani şu tanınmış hermetik tekris anlatısı vardır ya; işte oradaki ilk mertebenin başlangıcında olduğu gibi…

    antik mısır dünyasına ilişkin mitolojik anlatımların her bir yerinde, ezoterik sistem içinde hermetik ananeye ilişkin öğeler kendini belli eder. mısır mitolojisine ilişkin tüm ayrıntılar ve sözü edilen kahramanların başlarından geçenler, okuyucuları sürekli olarak tek bir iletiye doğru yönlendirir. o kahraman bir can verip, bir dirilir. bu aslında sürekli bir yine doğuş (reenkarnasyon) olayı değildir; kahramanın doğadan başka bir şey olmadığıdır.

    bilhassa osiris’in sürekli olarak can verip sonra yeniden canlanması olayı ile anlatılmak istenen, doğanın birbirini izleyen fark halleri ya da can verenin aslında can vermeyip, bir müddet için ölüler evrenine göçmesi ve sonra yeniden gelmesi, dolayısıyla osiris ile bir olduğudur.

    benim yaşlı beynim burada biraz mola versin.
  • (#74537206) (#75178770) (#75179403)

    bir başlangıç noktası olarak aldığım antik mısır muasırlığı, m.ö 5000’li senelerden hemen hemen günümüze kadar uzanmış bir yapılanmadır. kayıtlı tarihi ise m.ö. 3. asırda mısırlı tarihçi manetho tarafından geriye dönük olarak sülalelerin kabaca hesaplanması biçiminde yapılmış, ancak m.ö. 3500 senelerine kadar uzandırılabilmiştir. ondan öncesi faraziye.

    eldeki tarihsel bilgiler şunu gösteriyor: m.ö. 5000 senelerinde başlayan antik mısır muasırlığının çeşitli yerlerindeki yapılanma, m.ö. 3500’lü senelere gelindiğinde akrep kral menes tarafından tek bir kültür içinde bütünleştirilmiş.

    hermetik ilkeler, m.ö. 3500’lü senelerden başlayarak antik mısır kültürü ile etrafındaki tüm coğrafyaya dağılmış vaziyetteydi. kuzey afrika’dan arap yarımadası’na, oradan orta doğu’ya uzanmıştı. antik mısır dünyasının tüm inançları, bu tarihsel akış içinde kuzey afrika, anadolu, suriye, ürdün, ırak diye bilinen levanten bölgeyi ve yemen ile beraber tüm arap yarımadası’nı kapsıyordu.

    bulunduğu her bir noktada, sistemin inanç biçimini vurgularcasına, “mukaddes nokta”, “kutsal kaya”, “kutsal sütun” ve “kutsal dağ” kavramlarını da içermekteydi. buna rağmen, mısır’da osiris isimli mitolojik efsaneden gelen bir anlatıma dayanarak bulunan 12 çok özel tapınak, bu sistemin ana lokomotifi görevini üstlenmişlerdi.

    araştırmacıların üzerinde tam bir uzlaşmaya varamadığı nokta, insan soyunun ilk muasır yerleşim düzenine geçişi ile birlikte sistemli inançların ilk defa hangi coğrafyada başladığı hususundadır. kimileri bunu antik pers orijinine dayandırır; kimileri antik mısır ile bu arada ortaya çıkan antik hint kültürünü gösterir. önce antik mısır ortaya çıkmış gibidir. m.ö. 2800’lü senelere yakın bir dönemde de, doğuda indus vadisi’nde antik hint kültürü yeşermiştir. her ne kadar hindu inançları ve uygulamalarında hermetik ilkelerin detayları son zamanlarda dahi yürürlükte olup büyük kitlelere hitap etmekte ise de, aslında bunun oralara sonradan gelen ve hindistan’dan levant bölgesi ile beraber tüm orta doğu’ya dağılan bir etkileşimin neticesi olduğu anlaşılıyor.

    hermetik ilkeler dizini binlerce sene oralarda kaldı. vakit içinde değişime uğradı. kuzeye ve batıya, dolayısıyla avrupa’ya yönelmesi çok daha sonra oldu. [daha sonra bir ara hermetizm’in antik mısır ile etraf coğrafyalarda onlarca sene süresince geçirmiş olduğu safhalara değineceğim.]

    m.ö. 7. asır başlarında, nil deltasında helen asıllı muhacirlerin kurduğu ikamet alanlarında antik mısır kültürü helen kültürü ile iç içe geçmeye başladı. helenlerin burada bulunuşu, hem mısırlılar için bir tampon bölge oluşturmakta hem ticaretten askerliğe kadar bir hayli alanda helenler gibi mısırlılar da o kültürün içinde bulunmaktaydı.

    m.ö. 525-332 seneleri arasında mısır, perslerin egemenliği altına girdi. m.ö. 343’de son firavun nectanebo ıı saklıca etiyopya’ya kaçınca, persler o tarihe kadar eşi görülmedik bir yok etme, soy kırım teşebbüsüne başladı ve erişilebildikleri tüm tarihi eserler ile kayıtları ortadan kaldırdılar. ancak bu tarihe kadarki gelişmede antik mısır mitolojisindeki tüm kahramanlar zati helen mitlerindeki kahramanlar ile benzer özelliklere sahip olmuş hem de isimleri da helenleştirilerek helen tanrısal ligi açılımını oluşturmuşlardı.

    m.s. 1. yüzyılda iskenderiyeli philon, tevrat’ta yer alan vahiyi helen felsefesiyle uzlaştırmaya çabalamıştı. ancak musevi düşünürler onu görmezden geldiği için, tesiri sadece hıristiyan babalar ile hudutlu kaldı. yahudiler, bu bağlamdaki helen düşüncesini ve inancı akılla doğrulama istikametindeki “islâmi kelâm” ilmini ancak 9. ve 10. yüzyıllarda arapçadan yapılan tercümeler sayesinde keşfedilebildi.

    mısır’ı coğrafi bakımdan çevreleyen bölgelerin kültürleri, antik mısır kültürü ile daimi ve bire bir ilişki içindeydi. bundan dolayı antik mısır kültürü ve hermetizmin detayları konusunda ipuçlarının büyük bir bölümü, onu çevreleyen diğer kültürlerde kalan verilerde bulunmuştur. bir diğer söylemle, perslerin istilâsı esnasındaki felaketler somut olanı ortadan kaldırmış fakat soyut olan varlığını sürdürmüştü.

    antik mısır ile irtibatlı bu oluşumların sahnesindeki bir diğer tarihi olay ise, -çok önceden- mısır’daki yerleşik düzende bulunmuş olan musevîlerin bu ülkeyi ayrılarak kendilerine yeni bir ülke aramak için yola çıkmaları, sonra da bunun çevresinde gelişen mit üzerinedir. daha sonra bu mit düzenli bir dine dönüşecek, tüm evvelki uygulama ve ritüeller sanki uluslaştırılacak, mısır ile irtibatlı tüm öğeler titizlikle seçilip ayıklanacaktır. bundan böyle musevîlik, -artık ona yahudilik diyebiliriz- sonra da hıristiyanlık, kendi içlerinde aslında antik mısır inançları ile irtibatlı olan detayları kendi dogmalarına göre ayrı ayrı tertip edeceklerdir.

    ancak ya heretik (sapkın) kıvılcımlar veyahut hiçbir şeye uymayan yaklaşımlar ile her sistemin ilâhiyata açılımında, hepsinden değişik ve büyük ve asal bir ilkenin, bir ananenin varlığı, ister istemez dikkat çekecektir.

    aynı tempo, belli bir oranda bu iki büyük dinin benimsemiş olduğu sistemlerin devamı olacak, ancak bu kadarla kalmayıp sonradan doğacak olan üçüncü büyük din sistemini başka bir deyişle islâmiyet’i de etkileyecektir. hermetik ilkeler, hepsinde oluşan heretik yapılanmalar ve sistemin geneline ters olarak su yüzüne çıkan motifler ile her yerde kendisini gösterecektir. gerçi onlar antik mısır dininin çok tanrılı görünümü sebebiyle bunu yadsıyacaktır ama bu davranış güneşi balçık ile sıvamaya çalışmaktan başka bir şey olmaz.
  • (#74537206) (#75178770) (#75179403) (#83260587)

    şimdi biraz tarih anlatmak durumundayım. çünkü ancak bu şekilde ilerleyen yazılara bir zemin hazırlamış oluruz. o sebeple dikkatlice devam edelim.

    musevîliğin atası sayılan ibrahim’in yolculuğunun başladığı kabul edilen efsanesel şehir, bugün türkiye hudutları içindeki urfa, daha önceki isimiyle edessa olarak benimsenir. bu konu bilhassa hermetik ilkelerin aslında iran ve ibranî orijinli olduğunu iddia edenlerin kullandığı bir tezdir. edessa’nın bugünkü urfa ile aynı yer olmadığını ileri sürerek, bir başka edessa’dan da söz edenler de vardır.

    edessa kentinin konu başlığımız itibariyle ehemmiyeti, burada çok eskilerdeki babilli ay tanrısı’na adanmış olan bir sin tapınağının kalıntılarının bulunmasıdır.

    coğrafyadan coğrafyaya el değiştiren muasırlıklardaki bu kültürün, dolayısıyla ay tanrısı olan isis’in yalnızca edessa’da değil, hemen tüm coğrafyalardaki varlığı enteresan açılımlara gebedir.

    aslında edessa’yı başlı başına bir şehir olarak görmek yanlış olabilir; onu bir bölge, bir etraf olarak değerlendirmek daha doğrudur.

    aşağıdaki haritada daha net görebiliriz:
    harita

    bir şehir olarak edessa, bilindiği kadarıyla, iskenderiye kadar olmasa dahi daha önceki dönemlerin en ehemmiyetli yerleşim yerlerindendi. iskenderiye kütüphanesinin yakılmasından sonra o dönemin entelektüellerinin çoğu buraya yerleşmişti.

    529 seneninde justinianus’un batı roma imparatorluğu tahtına çıkması ile hıristiyanların başka dinlerden olanlar üzerindeki baskıları en yüksek düzeye erişmişti. hıristiyanlığı kabul etmemiş oldukları için bu baskıdan kaçan çoğu düşünürlerin edessa’ya sığındığı anlatılır. atina’daki okulun kapatılmasından sonra aynı baskıdan kaçan pagan feylesofların da buraya sığındığı söylenir.

    şimdi biraz daha geriye gidelim.

    büyük iskender, m.ö. 332 seneninde mısır’ı işgâl eder. pers boyunduruğundan boğulmuş halde olan halk onu sanki bir kurtarıcı gibi karşılar. persler de iskender’e karşı pek bir direniş göstermeyip, mısır’ı ayrılarak ülkelerine döner. bir sene sonra iskender de, kendi isimiyle hatıralan şehiri kurduktan sonra buradan ayrılır. makedonyalı bu tanınmış kişi komutan babil’de can verdiğinde, hudutlarını ta hindistan’a kadar uzandırmış olduğu imparatorluğu generalleri arasında paylaşılır.

    işte bu noktada artık mısır kültürü ve hemen hemen unutulmaya yüz tutmuş olan ananesel ezoterik öğreti, helen ve roma kültürü ile karışmaya başlar. roma kültürü ile karışmış olmak demek, yalnızca mısır’a o kültürden bir şeyler gelmesi demek değil, kuzey afrika’dan britanya’ya kadar uzanan bir coğrafyaya antik mısır ananenindeki hermetik motiflerin de uzanması demektir.

    imparatorluk ayrılınca, mısırın idaresi iskender’in generallerinden ptolemaeus’a, dilimizde daha sık kullanılan kısaltılmış isimiyle ptoleme’ye düşer. böylelikle mısır’da helen orijinli bir hanedan dönemi başlar. bu dönem, m.ö. 30 yılında cleopatra’nın ölümüne kadar sürecektir.

    cleopatra ile beraber roma’ya başkaldıran marcus antonius’un gemileri julius caesar’ın üvey erkek çocuğu octavius’un güçleri karşısında mağlubiyete uğrar. cleopatra intihar eder. octavius da m.ö. 27’de kendisini imparator duyuru edip, augustus ismini alarak imparatorluğun topraklarını roma’dan mısır’a kadar olmak üzere bir araya getirir.

    bunu izleyen takriben üç buçuk asır süresince mısır, tümüyle roma’ya bağlı bir vali tarafından yönetilecektir. bu müddet boyunca ülkenin tüm zenginlikleri önce roma’ya akar; sonra da 324 yılında constantinopolis ismini alan istanbul’a...
  • (#74537206) (#75178770) (#75179403) (#83260587) (#83262712)

    ptoleme, hermetik ilkelerin günümüze kadar gelebilmesinde en ehemmiyetli rolü oynamış kişilerden biridir. onun vaktinde mısır yeniden daha önceki günlerini yakalamış ve bir şekilde sanki bugünün amerikası şekline gelmiştir.

    şubeleri mısır’ın hemen her şehrine dağılmış olan bir banka ilk defa ptolemik bir hanedan vaktinde heyetmiştir.

    helen kültürünün bu topraklara çok evvelce yerleşmiş olması, helenlerin de mısır kültüründen ve ptolemik hanedan vaktinde yeni baştan yapılandırılacak olan eski mısır kültürünün içerdiği hermetik ilkelerin ezoterik yollarını yine canlandırma çalışmalarından faydalanarak, bunları bire bir helen kültürüne sokmalarını sağlamıştır.

    iskenderiye roma imparatorluğu’nun eline geçince, hemen peşinden da ptolemik haneden tarafından geliştirilmesiyle, dünyadaki en zengin ve en ehemmiyetli merkezlerden biri olup çıkmıştır. o tarihlerde dahi nüfusu 500 bine yaklaşan iskenderiye’de, 1500 banyo, 2400’den fazla tapınak ve 24 binden fazla hane vardı.

    ptolemik hanedan esnasında bu şehir hem ekonomik hem entelektüel düzey itibariyle dönemin en üst noktasına çıkmıştır. kütüphanelere daimi gelip giden talebe ve akademisyenler orada parasız yiyip içer, onlardan vergi alınmazdı. eğitim ve öğrenim o kadar ciddiye alınmıştı ki, akademisyenlere aylık bağlanıp, buyruklarına hizmetçi dahi verilmişti.

    iskenderiye’deki bu kültürel gelişme, -daha sonraki etkileşimleri her ne olursa olsun- izleyen dönemlerde, bilhassa 3. asırda ammonius sakkas ile talebesi plotinus gibi düşünürler aracılığıyla daha önceki hermetik ilkelerin neoplatonizm veyahut yeni eflâtunculuk isimi altında daha sonraki düşünce ve inanç sistemlerini etkilemesine kapı aralayacaktır.

    391 seneninde iskenderiye patriğinin önderliğinde hıristiyanlar, serapis tapınağı ve bitişiğindeki kütüphane ile evvelki inanç sistemine ait diğer kütüphaneleri ortadan kaldırmaya girişti. bir hayli ilmi ve felsefi eseri yakarak yok ettiler.

    son zamanlarda dahi geometrinin babası sayılan euklidies (öklit) ile daha o tarihte dünyanın yuvarlaklığını ispat edip etrafını ölçmüş olan sireneli erutosthenes’in çalışmaları, hem astronom hem astrolog claudius ile ptoleme’nin eserlerindeki öğretiler, bunu izleyen bin sene süresince tıp alanında yapılan araştırmalara öncelik eden crista galli’nin buluşları, antik mısır hanedanlarına ait bilgi edindiğimiz tanınmış kişi tarihçi manetho’nun eserleri ve daha birçokları yanarak yok olup gitti.

    hani sayın ceycet bu dizi yazının bir öncekine katkı yaparken hz. ömer’in iskenderiye’deki kütüphaneyi yaktığını belirtmişti ya; ona pek bir şey kalmamıştı ki yakacak!... asıl kıyım ondan iki buçuk asır önce yapılmıştı.

    iskenderiye’yi bu düzeye getiren senelerde, burasının tam manasıyla bir kaynaşma noktası, kültür, inanç ve folklorik özelliklerin birleştiği bir yer olduğu görülüyor. o dönemde bu şehirde çeşitli halklar bir arada yaşardı. bunların arasında en kalabalık grubu musevîler oluşturuyordu. kudüs’ü kendilerine manevi merkez olarak kabul ederken, tapınaklar için üstlerine düşen her türlü ödentiyi düzenli olarak verseler de; buradaki musevîlerin çoğu karşımıza asırlarca helen kültürü ile karışmış ve dolayısıyla helenize olmuş denilebilecek bir toplum biçiminde çıkar.

    sinagoglardaki merasimler helence yapılmaktaydı. torah olarak da hatıralan musa’nın beş kitabı helenceye çevrilmişti.

    ölü deniz kıyısında yakın geçmişimizde bulunmuş olan kumran yazıtlarının bile eski aramice olması, bu yazıtların iskenderiye’den doğma bir mezhebin azalarınca yazılmış bulunduğu ihtimalini akla getirir.

    ptoleme ile irtibatlı en ehemmiyetli noktalardan biri, onun vaktinde yeniden canlandırılmasına gerek duyulan antik mısır’ın eski inanç sistemi üzerinedir. bu sistem, orijinini mısır tarihi ve inanç sistemlerinin en eskilerinden almıştır. bu, mısır’ın eski başkenti memfis’in inanç sistemidir ve “serapis kültürü” olarak da bilinir.

    aslında serapis kültürü de orijinini eskilerden alan apis boğası kültürü ile ünlü mısırlı mitolojik kahraman osiris’in helenoromen bir sentezde birleşmesinden ortaya çıkmıştır.

    osiris kültürü ile özdeşleştirilme mertebesinde, ona önce “oserapis” diye bir isim takılmıştır.

    osiris kültürü, aslında m.ö. 5000 yılı dolaylarında başlayıp ptolemik hanedana kadar süren hayli uzun bir vakit diliminde hermetik ilkelerin ana iskeletini temsil etmekteydi. apis kültürü de mısır’ın ilk zamanlarına kadar uzanıyordu. direk amon ra’ya alternatif olmak üzere “ptah” adlı bir yaratıcı ilkenin bu dünyadaki simgesel açılımının bu seçilmiş boğa olduğuna inanılıyordu.

    apis boğası, çok özel bir şekilde rahipler tarafından seçilir ve özel bir merasimle memfis tapınağı yakınlarındaki apis evine getirilirdi.

    apis boğasının eski kültürdeki ilâhi açılımları ile bunun serapis kültüründeki simgesel yüklemlerinin ne ölçüde benzer olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz. ancak hiç şüphe yok ki apis boğası, şu andaki hint kültüründeki gibi brahma ile özdeşleştirilmiş ve mukaddes sayılmıştı.

    daha önceki uygulamalarda, can veren boğa mumyalanırdı. sakkara’da görkemli bir merasim tertip edirdi. büyük bir özenle mumyalanan boğa, memfis’ten sakkara’ya çok saklı bir yoldan getirilirdi. sonra da “serapeum” denilen, granitten yapılma saklı bir lahit içine gömülürdü.

    elimde apis boğasının mumyalama işleminin gösteren bir alıntı çizim var. ne yazık ki bunun papirüs üzerine yapılmış bir resmini bulamadım. apis boğasının bir hayli heykeli, bir hayli rölyefi var fakat şu mumyalama işlemini gösterene erişemedim.

    yaşanan dönemde bir tek canlı apis boğası olabilirdi. can verdiği vakit milli matem duyuru edilirdi. bundan sonra da rahipler, tüm mısır’a dağılan bir matem ile ruhunun hangi boğaya girdiğini anlamak için araştırma yapmaya başlardı.

    bu inanç sistemi sonraları serapis kültürünün bir parçası oldu. ptolemik hanedanın ilk vakitlerinde şekillendirilen bu kültürde, helenlerin zeus, helios, hades, diyonisos ve asklepios ile irtibatlı simgesel açılımlarının da bir şekilde bu yeni inanç sisteminin içine çekildiği görülüyor.

    musa, bir peygamber niteliğiyle elindeki tabletler ile sina dağı’ndan indiğinde; kavminin eldeki tüm altını eritip bir boğa heykeli yapmış olup onun etrafında raks ettiklerini görünce, büyük düş kırıklığına uğramıştı. bunun detaylı öyküsünü tevrat’ın “çıkış” (exodus) başlıklı bölümünde okuruz. bu bağlamda ilâhiyatçıların yorumu her nasıl olursa olsun, mısır’dan çıkan musevîlerin, musa dağdan inmekte gecikince ne yapacaklarını bilemeyip, büyük bir ihtimalle eski serapis ananenindeki boğa figürünü helenlerden aktarılma pagan inançlarıyla da bağdaştırarak bu eski inançlarını yine canlandırmaya giriştikleri düşünülebilir. bu davranış yine putataparlığa dönmek midir?... kestirmeden öyle olduğunu söylemek, olaya pek dar bir görüş açısından bakmak olur.

    roma kültüründeki “boğayı boğazlayan ünlü kahraman mitra”nın bile apis kültürü ile ilişkisi olduğunu fark etmek öyle pek zor olmasa gerek.
  • (#74537206) (#75178770) (#75179403) (#83260587) (#83262712) (#83264104)

    hermetik ilkeler ve ezoterizm, antik mısır’dan birkaç ayrı istikamete doğru yola çıkmıştır. her eriştiği noktada yerleşmiş fakat oralardaki mahalli kültürlerin adlandırması ışığında yalnızca tanımlaması biraz değişmiş olan antik mısır mitolojisi ve bunun içerdiği efsaneler ezoterik gizemleri de oralara taşımıştır..

    antik dünyada mısır’ı ziyaret edip, orada ezoterik sistemin öğretisinden geçmeyi devrin en ehemmiyetli bilgeliğine erişme yolu kabul eden, çeşitli coğrafyalardan gelip mısır’da uzun vakit kalan ve sonra kendi yurduna dönenler de olmuştur.

    mısır’dan çıkış yapan musevîlerin ezoterik sisteme ait daha önceki gizemci efsane uygulamalarına yönelik ritüelleri savunmaları neticeninde, bunları kendilerine uyarlayarak mal etmeleri söz konusudur. musevîliğin dahilinde yer alan öğelerin özgün olarak bu din çerçevesinde oluştuğunu söylemek, -gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar öyle olduğunu öne sürse dahi- yanlıştır. musevîlikten doğduğu rahatça söylenebilecek hıristiyanlığın, bir yandan var olan ve musevi dünyasında ulusallaştırılmış doktrine karşı gelirken bu arada gene tozlar altında bırakılmaya çalışılmış eski hermetik ilkelerle irtibatlı motiflere dört elle sarılmış olduğu görülür.

    hıristiyanlar roma imparatorluğu’nun egemenliği altındaki topraklarda dağılma taktiği içinde kendi inançlarını yaymaya çalışırken, aslında antik mısır orijinli öğretilere ait teferruat ve uygulamaları, imparatorluğun çeşitli coğrafyalarında farkına dahi varmadan serpiştirmeyi muvaffak olmuşlardır.

    diğer taraftan mısır’ı bir eyaleti olarak kabul eden roma’nın zati her türlü etkileşimin altındaki tüm inanç sistemini vakit içinde hermetik ilkelerle bezendirmiş olarak yine yapılandırması da söz konusudur.

    bunların hemen peşinden islâmiyet gelir. islâm dini kuzey afrika’ya dağılırken antik mısır kaynaklı ezoterizmi de beraberinde taşımıştır. bunların iberya’ya sokuluşunda en büyük etken olmuş, orada kendinden evvelki sistemler ile iyice karışmış olan bu inanç sistemi, tertemiz sentezlere kapı aralamış, bunların içinde erişilmiş teferruatlar yeni baştan islâmiyete taşınmıştır.

    helen kültürü ile iç içe geçmiş olan antik mısır ezoterizmi, zati kendinden doğan ibrani kültürü ve bunu izleyen roma egemenliği ile, önceleri hıristiyan ve sonra islâm coğrafyasında dine teslim olmuştur.
82 entry daha
hesabın var mı? giriş yap