*

  • bir guillermo rosales kitabı. türkiye’de jaguar yayınları tarafından felaketzedeler evi ismiyle yayınlanmıştır.
  • kitap kulübü için her hafta yeni bir kitap okuyoruz. kitap listesini dikkatle oluşturduğumuz için genelde hepsi güzel kitaplar oluyor. ancak bu dikkatle oluşturulmuş listede bile tatmin edici olmayan kitaplar oluyor. felaketzedeler evi son zamanlarda okuduğum en güzel ve en kaliteli edebi eserlerden birisi. bir diğeri için drago jancar'dan adsız ağaç.

    öncelikle kitabı okurken için cız etti. bu kadar yetenekli, naif ve kendini sanata adamış insanların bu kadar acı çekmesi, yalnız kalması ne kadar acı, ne kadar zor. yazar hayatın acımasızlığını, insanların ikiyüzlülüklerini üst üste defalarca deneyimliyor. belki heyecanla desteklediği devrimin hiç de beklediği gibi olmadığını görüyor. çok sevdiği ülkesini terketmek, hiç sevmediği amerika'da yaşamak zorunda kalıyor. burada kendisi gibi zorunlu olarak göç etmiş sayısı hiç de azımsanamayacak büyüklükte bir kübalı toplum var ve bunların bir kısmı devrimden önce anlaşamadığı, karşı olduğu sınıftan insanlar. devrim olmuş, bitmiş ve sonuç hayal kırıklığı. küba'ya veda etmek zorunda kalmış ve burjuva sınıfından insanlarla bir arada.

    hastalığının zorluğu, ailesinin bu yüzden haklı olarak onu dışlaması, bakım evlerinde pislik ve perişanlık içinde yaşaması ve en kötüsü edebi yalnızlığı. önemli bir ödül almasına, edebiyat çevrelerinde ilgi görmesine rağmen kitabı bir türlü basılamıyor. küskün ve ümitsiz bir biçimde intihara sürükleniyor. giderken de eserlerinin çoğunu imha ederek yanında götürüyor.

    bu denli yoğun şeyleri kısacık bir romanda sade, duru bir biçimde anlatıyor. yüzlerce sayfalık destansı romanlar yerine kısa ve vurucu romanlar daha çok hoşuma gidiyor. ciltlerce uzunlukta hikayeler, karakterler, olaylar yerine kısaca derli toplu yazabilmek, hedefi on ikiden vurmak bence. yazarın edebi gücünü gösteriyor.

    bu kısa eserde gerçek edebiyatın tadını alabiliyorsunuz. roman bir yandan bakımevindeki olaylar, bir yandan kahramanımızın rüyaları, sanrıları, düşünceleri, küba'daki eski yaşamı, hayalleri arasında gidip geliyor.

    yaşanan o trajedinin içinde kara mizaha varan espirili bir anlatımı var. acıklı bir öykü anlatmasına rağmen içiniz kararmıyor. merakla sayfaları çeviriyorsunuz.

    hikayenin gerçekliği ve hüznü sizi içten içe yakıyor.
  • "felaketzedeler evi" sert bir eser. acımasız bir kitap. içinde pek çok şey var, bazen ağlamamak için zor dururken kimi zaman sinir olup kitabı duvara fırlatmak isteyebilirsiniz.

    felaketzedeler yuvasında öfke, delilik, kötülük ve aşk var. kısa ve net cümlelerle, takıntılı tekrarlarla ve sürgünde yaşayan tuhaf kahramanlarıyla rüzgâr gibi başlayıp bitiyor.

    guillermo rosales ve felaketzedeler evi
  • siyasi sürgün değilim; topyekün sürgünüm.
  • “... ama mezarım olacağını biliyordum ben.”

    birkaç gündür, iş yerindeki boş vakitlerim de dâhil, zamanımı william figuares ve ev arkadaşları ile geçiriyorum. ter, sidik, dışkı kokan yatakları, karanlık koridorları, gaddar yöneticileri ve kaybolmuş, sefalet içinde yüzen sakinlerinin birbirinin aynısı günlere uyandıkları bu kokuşmuş ev, gerçekçi bir şairin ifadesiyle, lezzetli bir işkence benim için. ne sâhip olduğu sahte hayatı toptan reddedebilen, ne de tüm saçmalıklarını göz ardı edip onun içine tüm hücreleriyle dâhil olabilen biçare bana bir nevi terapi gibi geliyor figuares’in öfkesi.

    rosales’in devrim için verdiği mücadele, bir parçası olduğu güzel günlerin ardından totaliter yönetimin rosales ve diğer birçok sanatçıyı dışlayıp bir nevi gönüllü sürgünlüğe mecbur bırakması, ardından vahşi kapitalizmin kucağında, bir yandan da yakasına yapışan şizofreniden müzdarip halde ayakta kalmaya çalışması gibi pek bilgi kırıntısına ulaşabiliyorsunuz kısa bir sürede.

    halbuki ben geçirdiği sinir nöbetlerinin ardından yaktığı ya da parçalayıp çöpe attığı romanlarını, ağzında sigarası, yıllarca giyilmekten eprimiş ceketiyle arşınladığı sokakları, kaldığı bakım evlerinde diğer tırlatmışlara çektiği söylevleri, kazananların dünyasında bir sığıntı gibi geçirdiği o sefalet dolu yıllarda arkadaşlarına üfürdüğü öykülerini merak ediyorum ve bunları hiçbir zaman bilemeyecek olmanın hüznüyle gerçekçi amerikan şairleri kitabımı çıkarıp henüz yirmi sekiz yaşındayken, gırtlağına kadar borç içinde, mobilyasız, elektriksiz ve susuz bir evde zatürreden ölen crane’in şiirine sarılıyorum:

    "çölde
    bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi,
    çömelmiş oturuyor,
    yüreğini ellerinde tutuyor,
    yiyordu.

    dedim ki tadı güzel mi dostum?
    acı, acı, diye karşılık verdi;
    ama seviyorum,
    çünkü acı
    ve benim kalbim."
  • ayfer tunç ve murat gülsoy diyaloglar'da felaketzedeler evi üzerine konuşuyor:

    diyaloglar: felaketzedeler evi, guillermo rosales
  • bakımevi adı altında bir cehennemin;
    aşçı adı altında bir şerrefsizin;
    müdür adı altında bir dallamanın
    "yaşam enerjisi nasıl sömürülür?" dersi verdiği bir roman.
    kimsesizlik, yoksulluk, aşağılanma, sefalet, elden bir şey gelmemesi, katlanmak zorunda kalmak, merhamet yok, umut yok, vb. gibi kelimeler ile okurunun kalbine tekme atan 90 sayfalık bir eser.

    "arkadaşlarının tavsiyesi üzerine bakımevi denilen insani enkaz toplama evine yerleştirildi."

    "bakımevinde yirmi üç kişi olduğu halde, on bir kişilik yemek gelir. bunun yeterli olduğu kanısındadır bay curbelo. kimse itiraz etmez. biri buna yeltenecek olsa, bay curbelo, onun yüzüne bakma ihtiyacı bile hissetmeden, 'hoşlanmıyor musun? eğer öyleyse, defol git!' der. kim defolup gidebilir ki? sokak, aklı bir karış havada olan deliler için bile acımasızdır. bay curbelo bunu bilir; o yüzden, yeniden söyler: 'hadi, ne duruyordun? defol git!' ama kimse gidemez. şikâyetçi, başını önüne eğer, kaşığını yeniden eline alır, iyi pişmemiş mercimeği midesine indirir."

    "bir devrimin üyesi olma sevincini ve onun tarafından yok edilmenin ızdırabını hiçbir zaman yaşamayacak."
  • iyi işlenemediğini hatta neredeyse hiç işlenemediğini düşündüğüm roman. otobiyografik malzeme, o kadar ham duruyor ki, yazar allah'tan karaktere kendi adını vermemeyi düşünebilmiş. kesinlikle pırıltılı bir fikir var romanda, "dışlanmışlar", sürülmüş sürüngenler ve onları oraya sürenlere dair haklı bir kin. deliliğin tarihi'nden sonra okunursa tadı artabilir de. ama, edebiyat; anlatmak istediğini başka türlü anlatma olanağı bulamayacağı bir dil yaratmaysa, bu romanda o yok. haliyle hastalığından kaçamamış, hastalığını yaşamış bir metin duruyor önümüzde.

    kritik ve klinik'te deleuze, yazmanın anıları, aşkları, yasları, düşleri anlatmak olmadığını, dilde anlatılamayanın alanını açmanın (blanchot, beckett çizgisi) dilde bir sabuklamayla elde edilebileceğini söyler. nevroz ve psikozla yazılmayacağını, çünkü bu hallerin sürecin durması ve tıkanmasıyla oluştuğunu, edebiyatınsa bir "sağlık" hali olduğunu söyler.

    kitaba ek olarak, romandan sonra konulan metinde rosales'in kendini sağaltamadığı yazılıdır. çünkü "sağlık", kendini sağmakla olabilecekse, metin, hammaddeyi işlemeksizin kendi dışında oluşlara/ dilsel oluşlara yer açmadığı için tıkanık kalmış.
  • iyi işlenmiş, hem ürpertici hem de can yakıcı bir eser.

    okuduğumdan beri unutamıyorum.
  • küba'lı yazar guillermo rosales'in romanı. dokunaklı ve öfkeli bir roman. thomas bernard'ın karanlığı ve öfkesine yakın olduğunu düşünüyorum.
    ah francis, yeni bir hayat kurmak istedin ama izin vermediler sana. francis karakterini hüzünle hatırlayacağım.
hesabın var mı? giriş yap