21 entry daha
  • bu entryi şu anda vatani görevini yapmakta olan biricik nişanlım necatiye ithaf ediyorum.

    başlığın ilk girisinde felsefenin bir subjektif önermeler bütünü, bir izafîlik olduğu, bilim gibi sabit formüller içeren, gözlem, deney gibi yöntemlerle her defasında doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olmadığından kaynaklı çok uyduruk bir bilim dalı olduğundan dem vurulmuş.

    öncelikle felsefenin bir "bilimdalı" olmadığı önermesiyle başlayayım ve bu önermenin doğru olup olmadığına ikna etmeye calışayım.

    bu ülkenin belki de en büyük sorunu kavram kargaşasıdır. bahsettiğimiz bir konuda bahsi geçen kavramın gerçekte anlamını çoğu zaman bilmediğimizi düşünüyorum. bütün kargaşa, aptalca işler bence bundan çıkıyor.

    ahlak, erdem, solculuk, sağcılık, laiklik, burjuva, liberalizm, ilahiyat, inanç, evrim kavramları, bizdeki kavram kargaşasının en başat örneklerini temsil ediyor.

    işte felsefe de bu kavramlardan biridir.

    pekii felsefe nedir?

    felsefe kendi içinde, ahlak felsefesi, din felsefesi, doğa felsefesi, siyaset felsefesi, bilim felsefesi gibi dalları olan bir çatıdır.
    insana, yaşama ve evrene dair bilinmezlerin neler olduğunu tespit ederek, bu sorulara netlik kazandırmaya ve üzerinde çeşitli türden tartışmalarla kritik etmeye ve hatta spekülasyon yapmaya yarayan bir ana alandır.

    felsefe dinde ya da bilimde olduğu gibi hakîkatler alanı temsil etmez.
    felsefe kanaatler alanı temsil eder.
    elindeki mevcut veriyi rasyonel akılla işlemeye ve yeni fikir ürünleri üretmeye çalışır.

    ne varki insan sorgulayıcı bilinçle kuşatılmış bir canlı olduğu için zaman ve mekanla sınırlı, sınırlarının bilincinde, günleri sayılı, fani bir varlık olduğunun da farkındadır.
    bir gün gelecek kendisi ve çevresindeki insanlar, kendi çocukları, ailesi hepsi ölüp gidecektir.
    dünyada canlı evrimi neredeyse 4 milyar yıldır sürekli yaşama amacıyla güdülendiği için nihayetinde insan zihni de ölümle yokuluşu kabul etmez. bu yokuluş korkusunu ötelemek içindir ki bilinçli ya da içgüdüsel olarak canlılar doğada sürekli çoğalarak yeni nesiller yaratma ve geleceğe taşımaya, yani ölümü biraz daha öteleyebileceği yere kadar ölümle aralarındaki mesafeyi koruma uğraşındadırlar. bu canlı için ölümsüzlük arayışıdır.

    ölüm fikri fani bir canlı olan ama kendi varlığının bilincinde, aşırı duygu yüklü, aşırı düzen manyağı, doğanın kaosunu, keyfe kederliğini kolaylıkla kabullenmeyen, doğadan bir ölçüde kopuk ve her olguyu somutlaştırmaya ve kendince rasyonalize etmeye çalışan, bilinmezlikten karşısında korkuya kapılan insanda, daha kompleks biçimde tezahür eder ve ne yazık ki insanın cosmosda bildiği şeyler çok az bilmediği şeyler çook çok fazladır.
    ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?

    koskoca evrenin milyarlarca gökadasından önemsiz birinin, milyarlarcasından önemsiz bir güneş sisteminde bulunan, önemsiz bir gezegende, karbon ve su toparlağından ibaret, güçsüz, sürünerek varolmaya çalışan, değersiz bir varlık mıyım yoksa victor hugo'nun les miserablesinde bahsettiği ya da dostoyevski'nin karamazov kardeşler indeki gibi amaçları olan, varlığının bir anlamı olan, ihtirasları, hırsları, kötücül, iyimser, zararlı, sevecen, kibirli, yüce gönüllü, akıllı, pişman, merhametli, gaddar, açgözlü, bencil, ilerlemeci özellikleri olan aşkın bir varlık mıyım?
    evren neden var, evrenin bir amacı var mı, yoksa hızla yokoluşa doğru koşuyor mu, evren, dünya ve insanın bir bilinci mi var yoksa tamamen maddeden mi teşekkül, bilinç neden var, madde neden var, birbirinden bağımsızlar mı, bu yumurtalardan hangisi daha büyük, kabartma tozu hamuru ne kadar kabartır, babam böyle pasta yapmayı nereden biliyor? ereksellik
    işte insanoğlu, bilimsel çalışmalardan, arkeolojik bulgulardan öğrenebildiğimiz kadarıyla en az 10 bin yıldır bu sorulardan bazılarını kendine soruyor.
    ve kendine göre cevaplar arıyor. bazen bilimin gelişmesi ancak ve ancak ilerleme ile kaimdir. bazen zamanın ilerlemesi, bilginin birikmesi, bilgiyi işleyebilecek teknik araç gereçlerin bulunmuş olması gerekir.
    canlı umutların ve korkuların olduğu yerde belirsizlik acı verir.
    bu durumda bilgiden yoksun olan insanın "kurtuluşu" yani selâmete erebilme, ölüme ve bilinmezliğe karşı biçare terk edilmişlik duygusu bu kadim kederi nasıl bertaraf edilebilir?
    elbette ki dinle. dünyadaki bütün dinlerin insanları etkileyen temel dayanak noktaları; "eğer o dine inanırsak bizi kurtuluşa erdireceği" iddiasıdır.
    (bu şekilde ortaya çıkan dinler zamanla kurumsallaşmış, karmaşıklaşmış, politize olmuş ve insanları belli hedefler ve idealler doğrultusunda yönetebilme aracı haline gelmişlerdir.
    dinler olmasaydı, herkes kendi geçimi ve güvenliğini sağlamak telaşı yerine, belli kurumların bekası için canlarını nasıl hiçe sayarlardı, kendilerine verilmiş toplumsal rolleri, sınıfsal ayrımları, reva görülen fırsat eşitsizliği ve geliri nasıl kabuledebilirlerdi?
    bu noktada platonun devleti'nden bahsetmeden geçmemek gerekir, platon;
    "toplumun sınıflandırılarak yüce bir devlet amacına erişmesi için, tek ve sonsuz kudrette bir tanrıya ihtiyaç vardır der. aksi durumda insanlar kendilerine biçilen rollere sınıflara sadık kalarak, kaderlerine razı olmazlar. aynı şeye inanmaları gerekir" bu platon'un varya, yatacak yeri yok ama onun çizdiği bu kominik düzeni başka bir entryde irdeleriz.)

    selamete ermek için inandığınızda bu bazı ödev ve sorunlulukları da birlikte getirir. dinler insanoğlunun geleceği ve geçmişine dair tüm bilgilere sahip oldukları iddiasındadır. bunlar skolastik, geleneksel ve dogmatik bilgilerdir. bir dine inandığınızda, o dinin size verdiği bilgilerin dışında kalan şeylere tenezzül etmemeniz gerekir. bu da huzur karşılığında özgür düşünce den fedakarlık etmeniz gerektiği anlamına gelir.
    bence gayet makul.

    mutlu huzurlu ve ölümden sonra da sonsuz güzellikte bir yaşam için bu kadarcık özgürlükten vazgeçilebilir. insan hayal edebilen bir canlı olduğundan, soyut düşünceye pek yatkındır. somut olanın insanı açmayan, çelik gibi sert, keskin ve acımasız gerçekliğine karşı, mutlu olmak adına peri masallarının son derece idealize edilmiş fantastik yapay gerçekliği daha tercih edilebilirdir.

    ancak insan ne kadar çok şeye inanırsa o kadar çok şeyden de şüphe duyar. çünkü inanç insanın yaşam pratiğindeki deneyimleri (doğa kanunları) ile örtüşmez. her daim inanç ve şüphe arasında paralel bir ilişki vardır. şüphe inancın kurdudur. çünkü inanç vahyin otoritesi ve geleneğe dayanır şüphe ise akla.

    (dindar insanlar inançlarına gölge düşmesin diye bu akın akın saldıran şüphe bulutlarını dağıtmak için sürekli inandıkları şeyleri kendilerine ve çevrelerine tekrarlayarak kendilerini inanmak yolunda motive eder dururlar. bunu yaparken de vermiş oldukları cevaplarda sorulan sorudan bağımsız retorikle ikna etme sanatına başvururlar. inanmayan çevresinde konuştukları insanlara bir baksın. sohbet eninde sonunda yaşlılığa, ölüme ve ölümden sonrasına ve gerekli ödevleri yeterince yapmamış olmanın verdiği pişmanlığa gelir.)

    her kesin bilgi bilime aittir. ancak daha önce söylediğimiz gibi insan oğlunun bildiği şeyler son derece azken bilmediği şeyler daha fazladır. bu durumda bilim insanoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. bilim her meseleyi aynı derecede kesin, hızlı ve açık olarak yanıtlayamaz. insanoğlunun dünyadaki vakti bilimde ilerleme ve sorulan soruları cevaplama hızından çok daha kısadır.
    bu durumda kesin bilgiyi aşan şeylerle ilgili tüm dogmalar da teolojiye aittir. işte hem bilimin hem de dinin arasında kalan ve genelde her iki taraftan da (tıpkı 1800'lü yılların hem rusya hem isveç tarafından tokatlanan finlandiya'sı gibi) topa tutulan tarafsız ve sorgulayıcı bölge felsefeye ait bölgedir. inanç aslında bilgisiz olduğumuz yerde bilgi sahibi olduğumuza ilişkin dogmatik bir inancı temsil eder. ancak bu sözümona her bilgiye vakıf olma iddiası somut kanıtlara dayanmaz. ilham seziş, gaipten sesler, rüyalar, gizli ilimler, sihir, azizler, evliyalar şöhret ve itibar kazanmış ailelerin soyluların ruhani liderleri gibi gerçeklikleri su götürür soyut iddialardan ibarettir. açıklamada yetersiz kalınan yerlerde top kader-kısmet, mukadderat ve tevekküle atılır. bu da insanı bir ilerlemeye götürmez.
    keza inanç aklın üstünü kaplayan koyu bir gölge gibidir. bu nedenle felsefe ile din aynı noktada buluşturulmaya çalışılsa bile yine de birbirlerinin tezatı olmaya doğaları gereği devam edeceklerdir.

    bu noktada sizinle bir hikaye paylaşmak istiyorum;
    scheiner güneş lekerini galile 'den önce bulmasına rağmen keşif şerefinin galile'ye verilmiş olmasına içerliyor ve bu konuda şikayet edip duruyordu. onu teselli etmeye çalışan biri;
    "oğlum boşuna üzülüyorsun. ben aristo ' üstadımızın eserlerini defalarca okudum. aristo böyle lekelerden hiç bahsetmiyor. bence teleskobunun merceklerini değiştir, çünkü kusur onlardadır, ulvî alem aristo üstadımızın söylediği gibi kusursuz ve lekesizdir" demişti.
    aristo bilimde sınıflandırma, mantık gibi son derece önemli alanların kurucusudur. öyle olmasına rağmen roma imparatorluğu ve yeni hristiyanlık döneminde skolastik felsefenin hakim olduğu ortaçağda augustinus gibi adamlar aristoyu hristiyanlığın içinde o kadar yoğurmuşlardır ki aristo mantığı kuram üzerinde fazla durmak ve gözlemi önemsememek nedeniyle bütün bir ortaçağda bilimin neredeyse baş düşmanı, önüne konulan engel haline gelmiştir.
    ne ironik bir durum ki, bir filozofun hem de dünyayı anlamaya çalışan bir doğa filozofunun felsefesi de kör bir inanç ve sadakatle felsefenin ruhuna aykırı olarak bir dogmaya dönüşebiliyor.

    türkiye'nin yetiştirdiği en nadide insanlardan biri olan aydın sayılı hocanının aktardığı başka bir anlatıda da;
    ortaçağda bilgin arasında atın ağzındaki diş sayısı hararetli tatrışmalara neden olmuştur. böyle bir tartışmanın çözümlenmesi için atın ağzına bakmak gibi gayet tabii bir yol olacakken, bunun yerine otoritelerin yazılarına başvuruluyor ve bunlar arasındaki anlaşmazlık ve görüş ayrılığından kaynaklı meselenin çözümü mümkün olmuyordu...

    öte yandan özellikle 17. yüzyıldan sonraki dönemlerde, geleneksel dini inançlar önemini korusa da hem keşifler hem gelişen araç gereç ve hem de geçmişteki yaşanılan acı tecrübeler neticesinde bilim daha egemen bir hal almaya başlamıştır.
    bunun çeşit çeşit nedenleri var.

    birisi özellikle yayılmacı semavi dinlerin doğrulanmaya ihtiyaç duymalarındandır. çizdikleri, yer yüzü, dünyanın hareketleri, dünyanın ve insanın yaşı, doğa fenomenleri, dış uzayla ilgili verilerin hatalarının ortaya konmasıdır.
    size söylüyorum genşler üzerinde yaşadığımız bu coğrafya din üretmekte mahir bir bölgedir. eğer yeni bir din icadedecek olursanız şunu unutmayın, bahsettiğiniz dinle ilgili fazla detaya girmeyin, son derece basit ve makul iddialarda bulunun ve eğer bilimle çatışacak olursanız hemem kendi iddianızdan dönüverin ve yeni verilere uygun yorumlar yapın. aksi taktirde taraftar bulmakta zaman ilerledikçe güçlük çekebilirsiniz.
    esasında bir dine inanmak bence insan doğasına son derece uygun, naif, yüksek bir duyuş biçimidir. insanın gerçek anlamda manevi dünyasını zenginleştirdiği gibi huzur da vericidir. yeter ki çok karmaşık, kurallara ve yasaklara bağlanmış türlü muhteviyatta zorlama içermesin.
    hz. bertrand russell radiallahu an'ın da dediği gibi;
    bu üstün duyuş biçimini deneyimlemek hissedebilmek için niçin bunca saçmalağı da kabul etmem gerekir?
    dini bir anlatı bana göre ne kadar basit ve ne kadar soyutsa o kadar inanılırdır.
    çünkü bilgi bilimin işidir. bilinen bir şeye zaten inanılmaz. hiç kimse bildiği bir konuda ben inanıyorum demez. çünkü inanmak için inanılacak şeyi bilmemeniz ancak tevatürlerle tasvirlerle kulaktan dolma yahut yazılı anlatı ile 3. şahısların anlattığı sizin birebir deneyimlemediğiniz konulara ancak inanırsınız. inanmak için ön şart bilmemek gerekliliğidir.
    örneğin; "ahmet sana arkandan şöyle dedi, geçmişte şöyle şöyle bir olay yaşanmış, aslında kanatlı atlar varmış ama biz göremiyoruz" sizin bilgiye vakıf olduğunuzun dışında bir konuya ya inanırsınız ya da inanmazsınız. ama inanmak yahut inanmamak için o konuyu bilmemeniz icab eder.

    yaşanılan bu değişimlerde mesele sadece bilimle ilgili değildir aynı zamanda etikle, estetikle ilgili de bir konudur.

    hey şeyi yaratan ve ona inanları hem bu dünyada hem de ölümden sonra kurtuluşa erdirecek olan, sonsuz kudretli, ana rahmi kadar güvenli merhametli bir tanrı idealinin bunca zalimliğin yaşandığı bir dünyada gerçekliği tartışmalıdır.
    hangi merhametli anne yahut baba çocuğunu (bir sınav bile olsa) suriyede yaşamaya mahkum eder ki?

    gelelim bilim felsefe farkına:

    bilimin insanın sınırlı yaşamında bütün bilinmezlerde yeterli derecede hızlı cevap veremediğini ve bilinmeyenlerin çok bilinenin az olduğundan insan ihtiyacının tamamını karşılamadığına, dininse cürretkarca her şeyi bildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığına yazıda sıkça değinmiştik.
    bunun dışında bir de felsefenin, bilimin açıklayamadığı konularda akıl yürütme işiyle yeni hedefler açması yanı sıra bir de değerler alanında ki etkinliğinden bahsetmek mümkündür.

    bilim neyin iyi neyin kötü olduğunu insana söyleyemez. sadece o konu her neyse onun mümkün olabilirliğini ya da münkün olamazlığını söyler. bu tip sorulara bilim cevap veremez. dinin belirlediği ahlaki değerler ise o dine özgü gelenekler ve tanrının belirlediği kurallardan teşekküldür. ancak insanoğlu zamanın devinimiyle birlikte devinmekte, sosyal, bireysel, siyasal ve devlet gibi kurumsal ilişkileri de değişmektedir. bu nedenle medeni hukuk gibi ölçüler de ihitiyaca göre daha insani yolda gelişiyor.
    işte felsefe aynı zamanda insanı kendisi için "iyi" olanı araştırmaya da yönlendirir.

    felsefenin 3 boyutundan bahsedelim.

    1 varolanın bilgisi - teori

    bilgiyle ilgili olan ya da bilgi gibi görülen şeylerin gerçekten bilgi olup olmadığını araştırır ve aklın eleştrisi ile fikir yürütür.

    demokritos isadan önce 400'lü yıllarda her şeyin değişmeyen ve indirgenemeyen bir yapı taşı olduğunu bunun da atom lar olduğunu söylemişti.
    demokritostan 2300 yıl sonra atomun bilimsel varlığı kabul edildi.

    ya da evrim fikrinin ilk olarak aristo gözleminde ortaya çıkması gibi.

    2 adalet arzusu etik
    insan için iyi olan yaşamı nasıl yöneteceğiz.
    platon 'un kompleks yarı demokratik monarşik devlet anlayışıyla mı yoksa aristo'nun liyakat esaslı meritokrasi anlayışıyla mı.
    dünyada bütün toplumların antik yunana benzer karmaşık kapsayıcı bir felsefe anlayışı yoktur. olması da gerekmez. ancak günümüz dünyasını, avrupa başta olmak üzere, japonya'sından, brezilyası'na kadar 2000 yılı aşkın süredir antik yunan felsefesi şekillendirmektedir.
    (bkz: demokrasi)

    3 kurtuluş arayışı bilgelik
    dünyada acılar vardır, bu acılarla insanoğlu nasıl başedecek, nasıl daha mutlu, daha özgürce "iyi" bir hayat yaşayabiliriz, mutluluğun kaynağı nedir nasıl kazanılır? bu tip sorularda insanoğlu için kadim ve elzem konulardır. tıpkı stoacılar 'ın cevaplaya çalıştıkları gibi.

    görüldüğü üzere felsefe bütün bu yönleri ile bir bilim dalı değil. daha kapsayıcı bir akıl perspektifi sunuyor.
    ancak felsefesiz de bilim yapmak çok mümkün değildir.
    bilim felsefesinin kurcularından sayılan değerli filozof francis bacon da bilimin kedi başına yeterli olmayacağını, bilimlerin dışında onları uyum içerisinde düzenleyecek bir amaç çerçevesinde yönetecek bir güç olması gerektiğini bu bakımdan bilime gerekli olanın felsefe olduğunu söyler.
    bilimsel yöntemin incelenmesi, amaçların ve sonuçların bir uyum içerisinde ayarlanması ve birbiriyle olan ilişkilerin kurulması şarttır. yoksa bütün bilimler kendi başlarına bir kısır döngü içine girerler. hedefsiz ve tek tek şeylerin araştırılması çoğu zaman sonuç vermez. çünkü bilimden insan ihtiyacına da hizmet etmesi beklenir. hedef şaşmışsa gemi doğru rotada gidemez.

    bütün bunlara rağmen şahsen, her ne kadar reelist yanım bu fikri kabul etmese de, rasyonalist tarafımla will durant 'ın şu sözünü çok önemsiyorum.

    "felsefe, zihin için iyi olanı araştırmaya yönetiyor insanı. geri kalan şeyler nasıl olsa bulunur hatta bulunmasa da olur. azıcık bilgelik, insanı ömür boyu mutlu kılar"

    dionot : yukarda yazdıklarım arası esas bağlamından koptu maalesef. bu biraz da daha çok şey paylaşma isteğinin sonucu.
    bununla birlikte bazı kişilerin felsefenin yarrsızlaştığı yönündeki izlenimlerini de tamamen görmezden gelemiyor. bir yerde onlara da hak veriyorum. çünkü özellikle bilimin hızlı gelişimi ve felsefenin 19. yüzyılda varoluş alanında tabiri caizse saplanıp kalması, kendisini muğlaklaştıran ağdalı bir dil kullanması ve wittgenstein gibi filozofların somut fikirlerden ziyade daha çok dil ve iletişimin felsefesini temellendirmesi kendisini bu alana atması insanlarda bu algıyı yarattı.
    ancak unutmamalıyız ki insan varolduğu sürece felsefe bir şekilde varolacak olmalıdır da.
    şimdilerde ben felsefenin filozoflardan ziyada "kuramsal bilim" alanına sıçradığını görüyorum. artık felsefeyi kuramsal fizikçiler, moleküler biyologlar gibi bilim adamları farkında olmaksızın icra ediyor. o michio kaku gibi bir çok adam it osurdukça ortaya evrenle evrenin doğasıyla ilgili bir fikir atıyorlar. bunlar da gözlemlenmeye, test edilmeye doğrulamaya muhtaçlar ve bunu yapmaya çalışıyorlar. bence bu esasında felsefedir.
    başka bir entryde bu dağınık şekilde bırakılan "bilgi ve bilginin doğası ve çeşitleri" ile ilgili etraflıca bir entryde görüşmek üzere.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap