• mehmet rauf’un 1897 tarihli romanı.
    “aşkın yarını” anlamına geliyor. konusu buram buram melankoli, dram, yaşama karşı bıkkınlık ve hüzünlü aşk; yani bildiğimiz servet-i fünun. bu dönem abartı dönemi olsa gerek, artırıyorum ve diyorum ki, roman karakterlerini baz alırsak eğer, bu dönem hali vakti sağlığı yerinde olup da buhranlardan buhranlara atlayan işsizlerin dönemi.
    bunun en güzel örneği bu romanın iki karakteri.

    --- spoiler ---

    bakınız sermet. köşkte ingiliz mürebbiyesi ile büyümüş haliyle ingiliz kültürü etkisi altında, ince zevkleri var, giyinmeye muazzam düşkün ve bu konuda oldukça başarılı, sürekli romanlar okuyup hülyalara dalan ve hayata dair ümidini 18 yaşında kaybetmiş genç bir hanım. istediği her şeyi çabasızca önünde hazır bulduğundan olsa gerek tatmin düzeyi çok yukarılara çıkarılmış ve artık ulaşamayacağı bir şeyleri istemek istiyor, bulamayınca da kapatıyor kendini.
    işte bu gayesizliği, bu boşvermişliği benim o yaş içinde anlamam çok zor; çünkü ben 18 yaşımda en az 10 tane şey olmak istiyordum. mehmet rauf bu romanı 22 sinde yazmış. çoğuna nazaran aslında tecrübesiz sayılabilecek bir zihinden çıkan bu cümleler çok ağır, kederli ve ümitsiz. osmanlı yıkılış dönemi, bunun insan psikolojisini derinden etkiliyor olması da bariz elbette. ama yine de içselleştirilen noktalar olmasına rağmen abartı bulduğum yerler daha fazlaydı.
    ama tabi yazarın hakkını vermem gerek sermet’in bu hallerini diğer karaktere öyle güzel tasvir ettirdi ki, eklemezsem zihnim bana soluk aldırmaz:
    “…..anlıyorum ki sizin hiç kimseninkine benzemeyen bir ruhunuz var. sizi bu hale getiren nedir? bunun okumak olduğu muhakkak… gecelerinizi, günlerinizi nefret ettiğiniz yerlerden ziyade kütüphanenize hasretmek sizde öyle bir duygu inceliği hasıl etmiş ki tecrübe görmeden hayattan usandırmış. yalnız bu halinizde biraz çokça yazıhane, salon kokusu var… emelleriniz pek kadınsı, pek hayalli. bir nevi hedef edinme ki garip… fakat bunların ehemmiyeti yok. mesele sizin ruhunuzu zapt eden bu siyah hastalığın varlığıdır. bir aşk ve hülya derecesi vardır ki oraya kadar yükselmek cinnetini gösterenler kanatlarına kaderin haşin bir darbesini yiyerek hakaret bakışını unutmayan sefil tabakalara düşerler. o kadar yükselmeseydik belki mesut olacağımız bu tabakaya tenezzül etmek öyle bir ezadır ki insanı sizin halinize sevk eder; sizin halinize, benim halime… bütün kuşatıldığınız şeyleri ruhunuza emellerinize denk bulamamaktan, ruhunuzun ancak kanaat edeceği şeylerin imkansız olduğunu bilmekten ileri gelen elemlere… ah, bunları anlıyorum… benim de kalbimi kemiren hastalık bu değil mi?”

    işte bu tasviri yapan diğer karakter macit. aynı gayesiz dertleri macit’te de mevcut:
    “bütün bu hayat tarzından o kadar usandım ki ne yapacağımda, bununla birlikte geçirmeye mecbur olduğumuz bu günleri nasıl geçireceğimde şaşkınım. derin bir usanç, derin bir bıkkınlık.” yani macit’cim biraz sorumluluk almayı deneyip biraz işe yarasan bu buhranlar kesilecekti bence ama tabi rauf’cum öyle istemiş, öyle yazmış macit’i. sermet ile kuzenler esasında. bu ikisi didişip duran husumetliler gibiyken, “ruhlarının hissediş biçimlerinde birçok yakınlığa” denk geldikçe birbirlerine çocuklukta başlayan aşkları alevleniyor.
    sonra da gidip aşkın yarını olmaz bizim aşkımız sonsuz olsun kafası ile gidip ne yapıyorlar dersiniz?
    yok spoi şeysini ekledim ama yine de bu gülünçlüğü romanı okuyacak olan gidip bizzat kendi yaşasın diye o kadarını söylemeyeceğim.

    --- spoiler ---

    yani ancak servet-i fünun döneminde bu hikaye böyle bir sona bağlanabilirdi.
hesabın var mı? giriş yap