• barok dönem ispanyol yazarı.

    luis de leon'nun kendi şiirlerinin ve yunan, latin, italyan şairlerinden yaptığı çevirilerin yer aldığı şiir kitabını 1631'de kendisi yayınlamıştır. yalın bir dil kullanımı ve bunu ustalıkla eserlerine yansıtmasıyla kendi biçemini oluşturur. luis de gongora'dan belki de en önemli farkı onun kendisine nazaran daha kıvamı koyu bir dil kullanmasıdır. edebi metinsel anlamda quevedonun tarzının tam olarak ismi conceptismo gongora'nın ise culteranismo'dur.

    arturo perez-reverte'nin türkçede saflığın çekiciliği ismiyle yayınlanan şu romanında quevedo'yu komutan alatriste ile birlikte romanın dehlizlerine sürükler.

    1635'te perez de montalban adlı ispanyol teologunu para todos adlı eseri yüzünden eleştiri yağmuruna tutmuştur.

    ispanya'da kendisi adına birçok sokak, cadde ve okul ismi bulunur. bunlardan bir tanesinde ise içinde türkiye'nin de bulunduğu bir proje başlatılmış ve bu çerçevede bir tr panosu hazırlanmış. http://is.gd/quevedotr

    ispanyol tarihinde o kadar büyük bir isim bırakmıştır ki bunun en basit örneği sanz y sanchez isimli ispanyol tarihçinin kendisi adına 1848 tarihli yazdığı bir dram eserdir. yine onun hayatında yola çıkılarak yazılmış "el caballero de las espuelas de oro" adında dram türünde bir tiyatro eseri vardır. madrid güzel sanatlar tiyatrosu tarafından ekim 1964'te sahnelenmiştir. bu eserin ses kayıtlarını şuradan dinlemek mümkün.

    lope de vega ile başbaşa verip luis de gongora ile yaşadıkları polemikler oldukça yaygındır. sanki onun ününün amerikaya kadar yayılması metaforik bir şekilde quevedo'nun yapıtlarını da etkilemiştir. artık hiçbir şeyin eskiden olduğu gibi olmadığını söyler: "yolcu roma’da roma’yı arar ama gördüğü tek şey yıkıntılardır der ve ekler “değişmez görünen yok olur, sadece geçici olan kalır” şeklinde köprünün altından artık çok sular geçtiğini bir nevi ifade eder. elbette ki benimkisi zorlama bir teşbih gibi de görülebilir kişiden kişiye farklı şekilde gelebilecektir eserlerinde onun bizlere sunduğu dünya.

    özlem kumrular'a ait olan "ispanyol altın çağı pikaresk romanı’nda hırsızlar" adlı makalesinde ünlü el buscón'un da aralarında bulunduğu kimi yapıtlarından bölümlerinin çevirisi bulunabilir. şuradan ona da ulaşabilirsiniz.

    "dün gitti. yarın henüz gelmedi. bugün bir an bile duraklamadan geçip gidiyor; ben bir vardım, bir olacağım, bir de yorulmaktayım." şeklinde ünlü bir sözü de bulunmaktadır.

    son olarak pablo neruda'nın kendisinin bir sözünden yola çıkarak yazdığı bir şiiri var bunu da eklemek istiyorum.

    öfkeler ve üzüntüler

    yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... quevedo`

    yüreklerimizin derininde birlikteyiz,
    kaplanlardan bir yazın arasında
    dolanıp dururuz yüreğin sazlığında,
    bir metre serin deriye bakınarak,
    erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak,
    ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla
    karşılaşırız birbirimizle
    öpüşleri düşüren o nemli gölgede.

    sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım
    camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında
    mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın
    rayiha içindeki fışkını gibi,
    geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma
    kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille
    dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen,
    ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım,
    birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın,
    susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak.
    fosfor çemberle bir duvarı
    delip geçen bir şey varsa
    ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan
    ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda,
    o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış
    boğazların arasından geçebilen
    kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de.

    toplantılarda rastlantıydı külün,
    içeceklerin, o koyu havanın varoluşu,
    fakat gözlerin av kokar orada
    bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla,
    kanın damladığı elmaları açan dişlerin,
    iniltiyle güneşe yapışan bacakların,
    ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların,
    gölgeyi arayan dişli huniler gibi,
    kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var,
    dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile,
    göğün arkasında bile,
    elbisenin ve yolculukların arkasında bile,
    insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri,
    çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde,
    denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın
    her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla,
    kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından,
    ve büyük ürkünç damarların şişer:
    kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok,
    eller dokunur ellere,
    ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri.

    duyumsarsın bedenleri!
    fermanların altında kalmış bir böcek gibi
    duyumsarsın kanın belini ve kollarsın
    şafak kızıllığını geciktiren kasları,
    ve titremelerin üzerine düşersin,
    yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana
    yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin.

    ey özel okların yol açtığı yaralar!

    nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında?

    ya da yanan güllerle apansız bir vazonun?

    çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların,
    bozuk paraların düştüğünü duyar mısın?

    sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir
    benim nefretim, birinin kendini
    uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye
    baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın,
    ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla
    kül grisi bir boru çiçeği gibi.

    ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler,
    acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi
    yarı açık bir ırmağı taşıran hava,
    asi suyun bir vasfı gibi,
    ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları
    ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle,
    ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler,
    ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar,
    ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes
    ve solgun taşın yüzeyleri,
    ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar,
    göksel, kanla ıpıslak unla dolu.
    akar mı bu ırmak böyle
    ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları
    bir kıyıda?

    böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım,
    ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte?
    ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını,
    ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi
    tozlaşmış gübre yığının altında
    heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı.
    elbiseni ve kızıl alnını
    döven bir çekiçtir nefret,
    ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi
    düşer yüreğin günleri kulaklarına,
    ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla
    boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini.

    böyledir bu, ki asla, asla
    konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla
    dilinin yuvasını terk etmesin diye,
    ve dikenler mahvetsin diye boynunu
    ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende.

    nerede soyunursun?
    kızıl saçlı bir perulu için bir vagonda mı
    ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı,
    buğdayın şiddetli ışığında mı?
    yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında,
    çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde?

    bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü,
    ya da sıvıdan damlayan karanlığı,
    ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini:
    oksijen gibi ince belleri görürsün,
    bekleyen ve dolgunlaşan memeleri,
    ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi
    titrersin şirin göbekten güllere doğru.

    niçin? ve niçin olmasın? o çıplak günler
    getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu,
    günün açılışını yapan pak pervaneler gibi,
    ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda,
    kısır bir gün geçip gider,
    bir öküz, bir ölü,
    rosalía adında bir kadın geçip gider,
    ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye,
    ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı.
    yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi,
    yalnızca köklerle bu kap.

    avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi,
    başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere
    unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda,
    aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk,
    o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını,
    ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde,
    ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi
    ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı,
    anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir,
    birlikte olmuşuzdur, sen ve ben,
    fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı,
    kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı,
    biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir
    tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla,
    biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için,
    ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü.

    belki bizim için asla belirlenmemiş
    yalnızca bir günü anımsarım,
    durdurulmayan bir gündü,
    başlangıcı olmayan. perşembe.
    bir adamdım, rasgele bir kadınla
    birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk
    ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki
    ve birbirimizin içine işledik,
    etrafımda bir delik gibi kapandı,
    bir çanı çalan kimse gibi
    ezdim onu,
    çünkü beni yaralayan sesti o
    ve o sert kubbe titremeye yazgılı.
    kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi,
    ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek
    ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında
    ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına.

    limanlar hakkında bir anlatıdır bu
    kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir
    tırmandığında insan yücelere.

    ey düşman, düşmanım,
    acaba sevda batmış mıdır tozda,
    sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan,
    yiyip bitirirken ateş kendisini
    ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme?

    yulafı isterim ve yıldırımı
    derimin altında,
    ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı,
    ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği haziran ayında,
    ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur,
    fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var
    ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye.

    hayat böyle işte,
    koş yaprağın arasından, bir siyah
    sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte
    ve sarı metalden bir kuşakta,
    mevsimin sık sisi kemirirken taşları.

    koş ayakkabılarınla, çoraplarınla,
    grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla,
    ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle,
    çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt
    o siyah kağıt perdeleri kapılardan,
    ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan
    bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi
    atılmak için üzerine bir bedenin.

    tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun,
    ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında
    yok oluyoruz, ayırırken korkuyla
    sonsuzca yok edilmiş
    şefkatin hecelerini birbirinden.

    (“üçüncü konaklama”dan, 1935-45)

    pablo neruda’nın notu:

    bu şiir 1934 yılında yazıldı. o zamandan bu yana ne çok şey olmadı ki! bu şiiri yazdığım ispanya, harabelerden bir kuşağa döndü. ah! keşke dünyanın gazabını bir damla şiirle ya da aşkla yumuşatabilseydik – fakat bunu ancak kavga ve kararlı bir yürek yapabilir.

    değişti dünya ve değişti benim şiirim. bu satırlara düşen, aşk gibi yok edilemez bir damla kan onlarda yaşayıp duracak. (mart 1939)
  • "hayalgücü, insanları olamayacakları şeyler konusunda rahatlatır. mizahsa, insanları oldukları şeylerle teselli eder." demiştir.
  • ''çekilmişim şu çölün sükunetine
    az ve öz birkaç kitap benimle
    merhumlarla söyleşip, yaşayıp gidiyorum
    ve ölüleri dinliyorum gözlerimle.''
  • "cervantes'in çağdaşı olan quevedo* daha güçlü bir yazardır, herkese uyan mizahı, dokunaklılığı, şiddetli hayat sevinciyle cervantes'ten daha zengin, daha akıllı, daha çetindir. fakat hiçbir eserinde ispanyol'un iki yönlü hayatını ölümsüzleştirememiştir. kurtaramadığından, kendisi de kurtulamamıştır. ama cervantes, don quijote ve sancho'suyla ırkının ruhunu zamanın tahribinden kurtarmış ve kendi de onunla birlikte kurtulmuştur. nasıl ki dante ölümünden yüzyıllar sonra terza rima'larının içine böyle birleşik halde soktuğu italya'yı birleşmek zorunda bırakmışsa, cervantes de ırkının henüz gizli ve olgunlaşmamış özelliklerini aynı şekilde sözle ifade etti." nikos kazancakis - ispanya, yaşasın ölüm

    (bkz: don francisco de quevedo)
hesabın var mı? giriş yap