*

  • john fowles' un 1969 yılında yayımladığı orjinal adı the french lieutenant's woman olan eser. kitap eleştirmenlerce fowles'ın en başarılı ve yenilikçi romanı olarak gösterilmiştir.
    viktorya döneminin katılığı, sınırlı ve kuralcı yapısı; kitapta özgürlüğüne düşkün, bağımsız ruhlu, sezgileri oldukça kuvvetli ve estetik olana düşkünlüğü ile ön plana çıkan sarah ile eleştirilmiş; dönemin tüm o karanlık ve boğucu havası fowles ustalığı ile kaleme alınmıştır. kitaptaki diyaloglar ve betimlemeler elbette fowles' tan beklendiği üzere çarpıcı ve etkileyicidir. hem tarihi bir yolculuk hem de tarihin bir kesitine tamamen aykırı bir kadın öyküsü okumak için oldukça iyi bir seçimdir.

    --- spoiler ---
    tanrı' nın tek bir güzel tanımı var: başka özgürlüklerin de var olmasına izin veren özgürlük.*
    --- spoiler ---
  • ingiliz edebiyatının yaşayan belki de en büyük ustası olan john fowles, anlatı kurmaktaki mahareti, çarpıcı üslubu ve deneyciliğiyle dikkati çeken bir yazar.
    hiç abartmadan yüzyılın en iyi romanları arasında sayabileceğimiz fransız teğmenin kadını'nda bu özellikler mükemmel bir bileşime ulaşıyor. bir kere olağanüstü başarılı bir atmosfer yaratıyor yazar, viktorya döneminde yaşamanın ne anlama geldiğini bütün netliğiyle ortaya seriyor. sonra eşine az rastlanır bir gizem yaratıyor, kitap bittiğinde bile gizeminden bir şey kaybetmeyen bir gizem bu. ve nihayet bilgeliğine sizi hemen ikna eden bilge ve son derece zeki bir denemeci üslubuyla varoluşçuluğun "sahicilik" ve özgürlük arayan insan soyutlamasını ete kemiğe büründürüyor, ama tanrı anlatıcı rolünü de sorgulamaktan geri kalmıyor.

    romanın kahramanı "trajedi" ya da "fransız teğmenin kadını" lakaplarıyla da tanınan sarah woodruff'tur. woodruff, ingiltere'nin güneybatısındaki dorset'e bağlı bir sahil kasabası olan lyme regis'te yaşamaktadır. varguennes isimli fransız bir teğmenin baştan çıkardığı genç kadın teğmenin ülkesinde evli olduğunu bilmeden onunla ilişkiye girmiştir. varguennes'in fransa'ya dönmesinin ardından woodruff'un toplumun gözünde itibarı kalmamıştır.

    sarah, kasabadaki vaktini cobb'da (deniz kenarında) denizi izleyerek geçirir. o günlerden birinde charles smithson ve nişanlısı ernestina freeman, sarah'ı görürler. charles, ileride amcasının baronet unvanını alması beklenen bir centilmen, ernestina ise ticaretle uğraşan zengin bir adamın sığ düşüncelere sahip kızıdır. ernestina, charles'a bildiği kadarıyla genç kadının öyküsünü anlatır. bu hikâye charles'ta büyük bir merak uyandırır. sonunda, çift gizlice buluşurlar ve sarah, charles'a başından geçenleri anlatarak ondan kendisine duygusal olarak destek olmasını ister. kadına hissettiği duygular ve mantığı arasında kalan charles, sarah'ı bu kasabada kalamayacağına ikna eder ve onu exeter'e gönderir. kadını içinde saplandığı yaşamdan ve toplum baskısından kurtararak ona yeni bir yaşam kurmasında yardım ettiğine inanan charles, sarah'ı bir daha görmeyeceğini düşünmektedir. fakat, bir seyahati sırasında kadını görmek için sarah'ın yeni taşındığı şehre uğramaktan kendini alamaz. o gün ayağını burkmuş olan sarah'ı odasında yalnızken ziyaret eder. çift tekrar bir araya geldiklerinde birlikte olurlar ve charles çıkan tüm dedikoduların aksine sarah'ın bakire olduğunu fark eder.

    yakın zamanda charles bir haber daha öğrenmiştir. yıllar boyunca bekar kalmış olan yaşlı amcası kendinden çok genç bir kadınla evlenmeye karar vermiştir. bu kadın eğer bir erkek evlat doğurursa charles amcasının mirasından ve unvanından mahrum kalacaktır.

    alternatif sonlar
    romanda sarah'ın karakteri net bir şekilde okuyucuya sunulmaz. kimi zaman kadının yaptıklarında/anlattıklarında samimi olup olmadığı anlaşılmamaktadır. bu da fowles'un okuyucuya üç farklı son sunmasını sağlamıştır.

    birinci son: charles, ernestina ile mutsuz bir evlilik yapar. sarah'ın başına ne geldiği bilinmemektedir. charles ernestina'ya geçmişte bir tesadüf eseri "fransız teğmenin fahişesi"'yle karşılaştıklarını açıklar fakat detayları gizler. bu açıklamanın ardından çift için konu kapanır.

    ikinci ve üçüncü sonların öncesinde anlatıcı (john fowles okuyucusunun bu anlatıcının bizzat kendisi olduğuna inanmasını istemektedir) bir yan karakter olarak kısa bir süre olayların içinde yer alır. fowles, charles ile aynı trende yolculuk yapar ve bu yolculuk sırasında charles'ı izlerken bir yandan da diğer iki olası sonu hangi sırayla anlatacağına dair yazı tura atar.

    ikinci son: charles ve sarah'ın yakınlaşmasının ardından genç adam ernestina ile olan nişanını sonlandırır. çevresine rezil olan charles'ın amcası evlenir ve bir erkek çocuk sahibi olur. sarah, charles'a haber vermeden londra'ya gider. charles, kadını yıllar boyunca arar. sonunda sarah'ı aralarında dante gabriel rossetti'nin de bulunduğu bir grup ressamla birlikte bir evde yaşarken bulur. sarah, sanat dünyasının içinde yer almaktan çok memnundur. ayrı kaldıkları dönemde sarah'ın bir çocuğu olmuştur ve charles bu çocuğun babası olduğunu öğrenir. ikili yeniden bir araya gelir.

    üçüncü son: anlatıcı üçüncü sonda bir kere daha görünür. ikinci sonda sarah'ın yaşadığı evin dışında dikilmekte olan anlatıcı arabasına binip mekanı terk etmeden önce cep saatini 15 dakika geri alır. sarah ve charles arasındaki olayları ikinci son versiyonundakiyle benzer gelişir. fakat, charles sarah'ı londra'da bulduktan sonra ikili barışmaz. sarah'ın bir çocuk sahibi olup olmadığı bilinmemektedir. kadın, bu konudan hiç bahsetmez. ayrıca, ilişkilerine devam etme konusuna da çok soğuk yaklaşır. charles, ernestina'dan ayrıldıktan sonra bir süre yaşadığı amerika'ya geri dönmeye karar verir. evden çıktığında anlatıcının içinde bulunduğu at arabasını görür. romanın sonunda sarah'ın düşük ahlaklı, kışkırtıcı ve charles'ın ona olan aşkını kötüye kullanan bir kadın olup olmadığı sorusu oluşur ama bu soruya bir cevap bulunamaz.

    john fowles, fransız teğmenin kadını'nda roman karakterlerini kontrol etmenin zorlukları, on dokuzuncu yüzyıl toplumundaki farklı yaklaşımlar, charles darwin'in teorileri, matthew arnold, lord tennyson şiirleri ve thomas hardy'nin yazıları üzerinde de durmuş ve bu konuları eserinde işlemiştir. yazarın romandaki rolünü sorgulayan fowles, charles'ın onun emirlerine nasıl uymadığını okuyucusu ile paylaşmıştır. fowles'a göre eserdeki karakterlerin her birinin kendine ait bir hayatı vardı.
  • "hristiyanlık barbarca imge karşısında ayin yapmak, onu yukarı asarak günahlardan kurtulmak değil; asılı duran adamı indirmek, acılarından kurtarmak, mutlu bir dünya kurabilmektir." (s. 377)
  • yazarın okuduğum ikinci kitabı. en iyi eseri olduğundan sıkça bahsedilmekte. ancak ben okurken zaman zaman çok bunaldım. beni daha içine alacak bir kurgu beklemiştim. koleksiyoncudaki gibi heyecanlı bir okuma olmadı ama güzel kitap tabi.
  • kitaba başlamadan evvel bambaşka bir konu beklentisi içindeydim ancak devamında üç farklı son ile nakavt oldum diyebilirim.
    yazarın viktoryenlere ait bilgi sunmasından çok keyif aldım açıkçası dönemin bağnazlığını karakterler üzerinden çok iyi aktarmış.
    çok detaylıca anlatmadan keyifle okudum yer yer biraz yavaş ilerliyor olsa da kısa sürede bitti ama belirtmeden geçemeyeceğim en çok john fowles'ın kitabın içinde karakterler hakkında okuyucuyla sohpet etmesi beni mest etti adeta yüzemde bir gülümse oluşturdu. yazarın hala en sevdiğim kitabı büyücü olma özelliği devam ediyor o başka.
  • john fowles tarafından yazılmış olan postmodern roman.

    fransız teğmeninin kadını’nda tüm roman boyunca victoria devrinin ahlak anlayışının eleştirisi görülür. aynı zamanda, ahlak kurallarının çok katı olduğu, kişisel arzu ve isteklerin bastırıldığı böyle bir çağın içinde yaşayan insanların kimlik arayışlarına şahit oluruz.

    charles, viktoryen ahlakı ile kendi özgürlüğü arasında zorlu bir seçim yapması gereken bir karakterdir. bu noktada ernestina bu katı ahlaki düzeni simgelerken, sarah onu özgürlüğüne kavuşturacak olan anahtarı simgeler. charles’ın ikisi arasında yapacağı tercih, onun bu çağın neresinde duracağını belirler.

    sarah sınıfsal ve cinsel eşitsizliği aşmak için, bu konumların ona getirebileceği dışlanma ve aşağılanmayı sonuna kadar götürür, kendisine orospu denmesini sağlayarak kendisine bir alan açar: “sarah’nın haklı olduğunu düşünebilirsiniz, sınırlarını genişletmek için verdiği savaşı daima istilacıya karşı istila edilenin haklı isyanı olarak görebilirsiniz.”

    fowles, karakterleri zorlu bir seçimin içine sokar. kaderleri tamamen karakterlerin ellerindedir. bu özgürlük, hem cezbedici hem de bir o kadar korkutucudur. seçim yapma özgürlüğü kişinin omuzlarına bir yük gibi çöker. bu herkesin kolayca üstlenebileceği türden bir şey değildir. bu yüzden çoğu kişi zincirlerinden kopmayı ısrarla reddeder.

    charles da bu “özgürlük endişesi”nden muzdariptir: “…o anda asıl hissettiği şey kesinlikle özgürlük endişesiydi; yani insanın özgür olduğunu fark etmesi ve aynı zamanda özgür olmanın dehşet verici bir durum olduğunu da fark etmesi.” (bölüm 45).

    bu durum tam da varoluşçuluk ile ilişkilidir. jean-paul sartre ‘özgürlüğe mahkum’ olduğumuzu söyler. çünkü bu dünyaya fırlatıldıktan sonra yaptığımız her şeyden bizim sorumlu olduğumuzu dile getirir ve de ekler, anlam yaratmak yalnızca bizim elimizdedir.

    sartre bu bağlamda içine doğduğumuz koşulları belirleme fırsatımız olmasa dahi bu koşulların üstüne kendimizi kurduğumuz halimizin tüm sorumluluğunu bizim sırtımıza yıkar, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış her hamlemizin sorumluluğu tepemizdedir. hatta bundan da ötesine gider, yalnızca kendimizin değil tüm insanlığın geleceğinin sorumluluğudur bizim olan.

    postmodern roman kesin sonuçlar ve keskin sınırlardan uzaktır. bu durum karakterlerde de görülür. karakterler belli başlı özellikler çerçevesine hapsedilmez; çok yönlülükleri ile ele alınır. örneğin tina karakteri, katı viktoryen ahlakını ve tipik iffetli viktoryen kadınını temsil etmesine karşın aynı zamanda neşeli, esprili ve sempatik bir kadındır.

    postmodern romanda zıtlıklar bir arada bulunabilir. pek çok birbirinden ayrı konu bir arada tartışılabilir. örneğin romanda yalnızca viktoryen çağın baskıcı tutumundan bahsedilmez. aynı zamanda darwin ve benzeri kişilerin dönem için skandal olabilecek teori ve görüşlerinden söz edilir.

    benzer şekilde, bölüm başlarında verilen -konuyla ilgisiz görünen- birtakım şiir ve benzeri alıntılar da postmodern romanın geleneksel romanın keskin hatlarına ve katı kurallarına karşı çıkışını destekler. bu alıntılarla, bize kurmacanın dışındaki bir dünyayı işaret eder ve bunun gerçek olmadığını, yazarın zihninde kurgulanmış bir hikaye olduğunu hatırlatır.

    metinlerarasılık görülür. madam bovary’deki emma bovary karakteri ile sarah arasında bir bağ kurar. emma bovary’nin kocasının adının charles olması da charles smithson’ı çağrıştırabilir. uşak sam ise charles dickens’ın “the pickwick papers” romanındaki sam weller ile özdeşleştirilir. bu şekilde anlatıcı, zihninin başka hangi metinlere gittiğini gösterir.

    romanda -geleneksel romanda görülen- bir “tanrı anlatıcı” söz konusudur. fakat bu, bilindik bir tanrı anlatıcıdan farklıdır. bu anlatıcı yer yer kendi kendini yıkan, eleştiren, kendisiyle dalga geçen, karakterlerin bir türlü onun istediği gibi davranmamasından dem vurabilen ve okuruyla konuşan bir anlatıcıdır.

    ek olarak, kendisinin o dönemden değil, 1969 yılından o döneme bakan biri olduğunu sürekli olarak ifşa eder. sıkça görülen “biz modernler…” ifadesi ile kendi konumunun altını çizer. yani, soyut bir anlatıcı yerine, oldukça somut, yaşayan bir anlatıcı resmeder ve dönemin romanlarının “tanrı anlatıcı” biçimini hicveder.

    yazarın otoritesini sorgulatır. sürekli olarak hikayeyi kendi konumu üzerinden anlattığını hatırlatarak kurmacanın büyüsünü bozan bir yaklaşım sergiler. bu yüzden okuyucu hikayeye kapılıp gidemez. sürekli bizi dürten, sorular sorduran, “bakın ben şimdi burada böyle dedim ama, bakalım sarah ne yapacak, sarah’yı orada bırakalım şimdi charles’a gidelim” tarzı yaklaşımlarla anlatıcılık olgusunu sürekli olarak ifşa eden ve tartışan bir anlatıcı modeli vardır. bu anlamda klasik tanrı anlatıcıyı bozar.

    fowles, viktoryen çağa özgü bir roman yazıyormuş gibi yaparken aslında onu bozarak yalnızca dönemin anlayışına bir eleştiri getirmekle kalmaz, aynı zamanda dönemin edebiyatında da bir bozma eylemi gerçekleştirir. bu anlatıcının en önemli özelliği, postmodernlerde gördüğümüz, bizi sürekli dürtmesi yoluyla okuduğumuzun bir roman olup olmadığı konusunda çelişkiye düşürmesidir. biz kendimizi hikayeye kaptırıp gidemez, sarah ile birlikte üzülemez, charles ile birlikte öfkelenemeyiz; çünkü sürekli dürtülüp gerçekliğe döndürülürüz.

    bir diğer örnek olarak, fowles, 13. bölümde romanın kendisiyle neredeyse hiç alakası olmayan, edebiyat üzerine düşüncelerini açıkladığı adeta bir manifesto yayınlar. fowles sürekli olarak o çağa ait olmayan şeylerden (icatlardan, televizyon vs) söz ederek kurguyu kırar.

    bu roman aslında geleneksel anlatım biçimini kullanır. dönemin romanlarında görülen düz ve lineer şekilde akan bir hikaye anlatısı vardır. karakterler, keza, dönemin romanlarının genellikle tipik karakterleridir. fakat bu romanın, geleneksel romanı tekrar ediyor gibi görünürken aslında onu bozan bir yapısı vardır.

    bu roman tam anlamıyla bir “pastiche” (farklı yazın tarzlarını birleştirmek, bilerek başka bir yazarın tarzında yazmak) örneğidir.

    bu romanda, bir postmodern yazım tarzı olan “çok seslilik” görülür. bu yazım stilinde tek bir ses baskın değildir ve farklı karakterlerin fikir ve düşüncelerine sık sık yer verilir. örneğin, şayet charles, darwin ile ilgili bir şeyler söylüyorsa, tina’nın babasının da darwin karşıtı fikirlerini duyabiliriz. roman yalnızca aşk üçgenindeki karakterlere odaklanmaz; ana çemberdeki karakterlerin yanı sıra çevresel karakterlere de ağırlık verir. bu şekilde farklı bakış açılarına yer verilir.

    ek olarak, anlatıcı bugünden geçmişi anlattığı için, hem o dönemle ilgili bakış açısını verir hem de bugüne gelerek bugünden bir yorumda bulunur. dolayısıyla, dönemler arasında bir diyalog kurarak bize tarihsel bir bakış açısı kazandırır. karakterler aracılığıyla viktoryen çağın sesini duyarken, anlatıcı aracılığıyla yirminci yüzyılın sesini duyarız.

    postmodern edebiyatta finaller açık uçludur ve net değildir. zira tek bir doğru yoktur ve olaylar tek bir sonuca varmaz. bu durum aynı zamanda okuru metne ve yaratma sürecine dahil etme -ve belki de finali okura yazdırma- çabası taşır. postmodern edebiyat bu anlamda okur ile diyaloğa girerek okuru etkin kılan bir türdür.

    fowles bu roman için biri daha erken olmak üzere üç ayrı final yazar. ilkinde charles ve tina’yı mutlu mesut yaşatır ve charles ve sarah arasında bir ilişki yaşanmaz, fakat kendisinin böyle yapmayacağını söyler. diğer iki finalde ise charles ve sarah arasında geçen konuşmaları farklı şekilde kurgular.

    hatta okuyucunun ilk yazılan sonu gerçek olarak algılamasının önüne geçmek adına hangisini önce yazacağını belirlemek için yazı tura atar ve iki son arasında eşitlik kurmaya çalışır. peki neden tamamen muğlak bırakmak yerine üç final yazar? hayattaki ihtimallerin çokluğunu göstermek istemesi olabilir. her seçim bizi bambaşka bir kapıya çıkarır.

    fowles son ana dek biçimsel olarak viktoryen tarzı romana son derece sadık şekilde ilerlerken finalde artık kurguyu tamamen parçalamaya, yıkmaya başlar. zira viktoryen romanın bir sona bağlanması gerekir, ve fowles bunu reddeder. viktoryen romanın anlatıcısı ahlaki değerleri ölçüsünde roman boyunca taraf tutar.
  • -simdi size bir aşk hikayesi anlaticam ama oncesinde sunu bilmelisiniz ki evren buyuk patlamayla meydana gelmistir.
    evrim mevrim
    falan filan
    cart curt
    ahlak mahlak
    dinler
    peygamberler
    mitoloji
    amerika
    yunanistan(yunanistana gittigimi soylemis miydim baska kitaplarimda?)
    eee haliniz vaktiniz nasil

    + kazim abi ask hikayesi diyodun

    - dur olum acele etme geliyorum
    ortacag
    cografi kesifler
    ronesans
    sanayi devrimi
    ahh o viktoryen donemi zorbaligi
    sevmek oyle kolay mi
    efendiler hizmetliler
    sinif farkliligi

    ....iste böyle sevmek zordu.(son)

    john fowles abi bu olmadı. belki de bana geçmedi ama bilemiyorum bir olmamislik vardı bu kitapta. bir de yazarın büyücü adli eserinden sonra okudugum için çok fazla benzer terim karşıma çıktı ve bunalttı.

    ayrıca orhan pamuk bu kitabın okudugu en iyi ask romanı olduğunu söylerken ironi yapıyordur diye düşünüyorum.
hesabın var mı? giriş yap