• tez literatürü çalışması sırasında "bir umut metafiziği olarak gabriel marcel felsefesi" okurken umutsuzluktan umutsuzluğa süründürendir. mezun olduk alt tarafı, filozof değil.
  • "sen 'ben'in karşısında oturan 'ben'den baska bir şey degildir" sözünün sahibi fransız varoluşçu filozof.
  • günümüz türkiyesi'nde çevrilmiş hiçbir kitabı bulunmayan filozof. d&r'da yok misal.
    işte o derece dünyaya entegre bir toplumuz.

    ancak felsefe çalışmalarında yazdıklarının bazılarını bölüm bölüm bulabilirsiniz ya da başkalarınca açıklanmış ve yarım yamalak özetlenmiş halini okuyabilirsiniz. yani şerh edilmiş şekilde karşınza çıkar. ülkede de sanırım bu şekilde olan tek bir kitap çıkmış. o da zaten aramalarda "tükendi" olarak görünüyor.

    umut ve ölümle ilgili söylemleri çok ilgimi çektiğimden şansımı denedim ama türkçe kaynak pek bulamadım.

    "umut, gezgin insanın hem fiziksel, hem metafiziksel seyri açısından kaçınılmazdır. insan, umudu seçerek varlığını bütünüyle onaylayabilir hem de umutsuzluk içinde varlığını reddetmeyi seçebilir. varlığa bir problem olarak değil, bir sır olarak bakılmalıdır."
  • 1889 - 1973 yılları arasında yaşamış fransız felsefeci, eleştirmen ve yazar.

    1948'in grand prix de litterature de l'academie française sahibidir.
  • marcel'e göre yanlış kadercilik anlayışı bağlanmayı da engeller. eğer geleceğimiz önceden belirlenmiş olsaydı hiçbir duygu insanın bağlanmasını sağlayamazdı.
  • umut, bizatihi aşk olan bir dosta bir tür çağrı, aynı zamanda, çaresiz bir başvurudur. umudun temelini teşkil eden doğaüstü öge, kendiaşkın doğası kadar açıktır. çünkü umut tarafından aydınlatılmamış doğa, bize yalnızca uçsuz bucaksız ve acımasız bir tür muhasebe yeri gibi görünecektir.
  • batının, muhtelif pozitivizm tarzları, materyalizm ve analitik felsefenin etkisi altında olduğu bir dönemde marcel; aşk, sadâkat, îman ve umutla varlık sırrı'na ulaştıran yolu hatırlattı. insanın bireysellikten ziyade birliktelikte hür olduğunu vurguladı. varolmak bağlanmaktır derken, bizi bir aşk etiği'ne davet etti.

    marcel'de “bağlanma”; “ben”in, “sen” ile olan aracısız, dolaysız, içten ve sırlı ilişkisidir. “mutlak sen” konumundaki tanrı'ya yükselişin başlangıç yeridir. bir taraftan kişi için, “oluş” anlamı taşır; diğer taraftan ise, etik anlamda “güven”, “umut” ve bir “biz” oluşturma süreci, ancak onun açısından bir mânâ kazanır. dinin varoluşsal olarak algılanıp yaşanabileceği temel tecrübe, bu “bağlanma” ediminde gizlidir. îman kavramı ancak onunla anlaşılabilir. aile, kardeşlik, toplum ve insaniyetin, “sır”lı bütünlüğüdür bağlanma. bu edimin ifade ettiği varoluşsal vaad edişlerin artık yaşanamıyor olması ise, modern dünyanın bunalımını izah ederken karşılaştığımız başlıca etkendir.

    metafiziğin alanı ebedi, değişmez ve külli ilkelerin alanıdır. bilginin elde edilmesi insanın kendini aşmasını dolayısıyla çaba ve cehdi gerektirir. bu bilgi alelade bilgiden farklıdır ve bilgi konusu olan şey ile aynileşmeyi icab eder.
    marcel'e göre, insanlar günlük hayatın her geçen gün daha da karmaşıklaşan akışı içinde yüklendikleri fonksiyonlarla yek diğerleriyle ikame edilebilir bireyler haline geldikçe, hayatın içi de bu ölçüde boşalmaktadır.
  • “umudu eksik bir hayatın ufkunda insan, ‘zamanın, beraberinde hiçbir şey sunmadan, yeni bir hakikatin ya da yeni bir varlığın inşaasını sağlayacak malzemeyi getirmeksizin aktığı bir dünyada’ bulur kendini.”

    “umut birlikteliktir, umutsuzluk ise yalnızlıktır.”

    “benim, bizim için sende umudum var.” !!!

    (bkz: eugenıo borgna) (bkz: melankoli)(bkz: homo viator)
  • marcel, bir varoluşçu olmasına rağmen geleneksel varoluşçuluğun çok dışında bir tutum sergiler ki fikirleri gerçekten çok ama çok anlamlıdır. özellikle özgürlük ve varlık üzerine fikirleri ufku açacak cinsten deneyimler yaşatır. sizlerde de günlük yaşantılarınızda kendinizde ve çevrenizde farkındalık yaratacağını düşündüğüm fikirlerinden bahsedeceğim.

    geleneksel varoluşçuluktaki felsefi yaklaşım, genellikle yaşam deneyimlerinin ve etkileşimlerinin anlamsız olduğu görüşüyle kabul edilir. marcel ise bu tanımın dışına çıkan ender varoluşçulardandır. bir sartre ya da nietzsche'nin varoluş üzerindeki çizgilerini kabul etmez.

    marcel'e göre insan, özünde var olan bir şey olduğunun farkındadır, ancak bir süre sonra çevresindeki şeylerin hayatını daha anlamlı veya değerli kılabileceğine inanmaya başlar. burada örnek vermek gerekirse; bir beyaz yakalı kişi, yönetici olduğunda kendine gösterişli bir kartvizit yaptırma ihtiyacı hisseder. bu nedense o kişide kendini değerli hissetme duygusunu kabartır fakat olaylar çok daha boktan bir yere gidiyordur. american psycho filminin şu sahnesindeki yaşananlar durumu özetliyor. patrick bateman'ın yeni yaptırdığı kartvizitini masaya adeta kendi öz kimliğiymiş gibi koyması efsane sahnelerdendir.

    işte bu şekilde tüm insanlar, sahip oldukları meslekleriyle kendi bireysel benliklerini tanımlama konusunda ustalaşırlar. artık zihnimiz sahip olduğumuz meslekler aracılığıyla hayata entegre olur. dahası, insanlar hayatlarının bu şeylere (kartvizit, yeni bir telefon, havalı bir kahve, güzel bir kız/erkek arkadaş vb.) bağlı oldukları için değerli olduğuna inanmaya başlarlar. bu şeylerle kendimize yeni bir kimlik oluştururuz ve giderek nesneleşmeye başlarız diyor marcel. aynı patrick bateman gibi varlığımız bir nesne olan kartvizite dönüşür.

    kişinin bu şekilde benliğini nesneleştirilmesi, o kişinin özgürlüğünü yok eder ve onu varoluşsal deneyimlerden mahrum bırakır. ''insanlığın gerçek gerçekliğine ulaşmak için sapkın mülkiyetin putperest dünyası terk edilmelidir.'' diyerek marcel topu doksana takıyor. marcel, tüm insanların kendi kendilerini yöneterek özgür olabileceğini düşünüyor ancak insanlar, kendilerini nesneleştirmenin derdinde olduğundan özgürlüğü deneyimleyemiyor.

    insanın bu tüketim toplumunda kendini benmerkezciliğin pençesinden kurtarmadıkça özgürlük deneyimi elde edemeyeceğini çünkü özgürlüğün sadece arzularımızın emrettiği şeyleri yapmak olmadığını belirtir. ''ben özgürüm istediğimi yaparım bana kimse karışamaz'' diyerek özgür olmuyoruz arkadaşlar.* marcel tam da bu noktada çok kıymetli bir şey söylüyor; ''kendini kendi içinde özerk gören kişi, talihsiz benmerkezciliğe dayalı bir özgürlüğe sahiptir. kişi, özgürlüğün bağımsızlığa dayandığına inanmakta hata yapıyor.''

    ''ya bu marcel ne zırvalıyor! kendi isteklerimi yapamayacaksam nasıl özgür olacağım'' dediğinizi duyar gibiyim. devam edelim ve bakalım marcel'e göre özgürlük nasıl oluyor.

    özgürlük, her zaman, başkalarıyla olan ilişkilerin sınırları içinde anlaşılan benliğin olanaklarıyla ilgilidir. yani marcel iletişime geçin diyor. bir varoluşçu olarak ''marcel'in özgürlüğü'' bedenin ham deneyimlerine bağlıdır. bununla birlikte marcel, özgürlüğün deneyimlenmesi gereken bir şey olduğu ve benliğin, kendi olanaklarına ve başkalarının ihtiyaçlarına odaklandığında tamamen özgür olduğunu düşünür. bu noktada caretta carettaların yaşamına kendini adamış bir aktivist, iş arkadaşının ailevi problemlerine destek olan bir insan, sınıfta problemli bir kişiyle iletişime geçmek, mahallenin huysuz ve içe kapanık amcasıyla konuşmak gibi etkileşimler özgürlüğe kapıyı aralayacaktır. ve marcel devam ediyor:

    temel ve özerk özgürlüğe sahip olmalarına rağmen kendi bilinçleri sayesinde yalnızca diğer özgür varlıklarla özgürce etkileşim kurarak varoluşu deneyimlemeye çalışan kişiler bedenin olgusallığından çıkıp varlığın gerçekleşmesine geçebilirler. özgür eylem önemlidir, çünkü benliğin tanımlanmasına katkıda bulunur. kişi benmerkezciliğe ne kadar çok girerse, özgür olduğunu söylemek o kadar az meşru olurken, benliği diğer özgür bireylerle ne kadar meşgul olursa, benlik o kadar fazla özgür olur. işte bu katılıma dayalı özgürlük marcel'e göre gerçek özgürlüktür.

    konuyla ilgili bir başka filmden güzel bir örnek vereceğim. one flew over the cuckoo's nest filminde iki önemli karakter vardı ki bu iki karakter bizlere çok şeyler anlatıyor. mcmurphy'nin diğer hastalarla ve özellikle şef ile arasında yaşananlar tam da konumuza uygun. mcmurphy akıl hastanesine geldiğinde gayet bencil bir karakter gibi gözüküyor fakat bu benmerkezciliği hastaneye adım atması ile beraber farklı bir noktaya evriliyor.

    mcmurphy, şef'in o sessiz ve gözlerden uzak hayatına kendi benmerkezciliğinden uzaklaşarak öyle bir dokunuş yapıyor ki hem kendisini hem de şef'in benliğini özgürleştiriyor. -spoiler içerir- şu sahnede mcmurph'nin şef'in konuştuğunu öğrenmesi ile yaşadığı sevinç bizlere her iki karakterinde gerçek özgürlüğünü tattırmıyor mu? mcmurphy, tam da marcel'in özgürlük tanımındaki gibi hiç kimsenin iletişime geçmediği şef ile iletişime geçerek bir nesne konumunda olan şef'i ve kendisini içi dolu varlıklara dönüştürerek özgürleştiriyor.

    kısacası marcel'e göre; benliğimizin tanımlanmasının, nesneleşmememizin, özgür bireyler olmamızın yolu benmerkezcilikten çıkarak diğer varlıklarla iletişim kurmak ve hem kendimizi hem de diğer varlıkları varoluşsal olarak özgürleştirmektir.
hesabın var mı? giriş yap