*

  • orhan okay hocamızın leziz, gecmisteki cağaloğlu'nu anlatan yazısı.

    geçmiş zaman kitapçıları
    batı ülkelerinde pek çok ticarethane gibi kitapçıların çoğu da bir geleneği devam ettirir ve bir müessese olmanın tarihini taşırlar. yüz, yüz elli hatta iki yüz senelik gazeteler, dergiler ve yayınevleri yanında dededen torunlara devredilmiş ne kadar kitapçı dükkânı da vardır. hiç unutmuyorum, paris’te bulunduğum 1965 yılında, hocam rahmetli nurettin topçu, fransa’da basılmış olan doktora tezini satılmak üzere 1934’te teslim ettiği bir kitapçıya uğramamı ve mevcudu varsa kitabından yirmi nüshayı kendisine göndermemi istemişti. vrin yayınevi, sorbonne meydanı’na bakan, mütevazı fakat kendi çapında şöhretli bir kitapçıydı. aradan otuz küsur yıl geçmiş olarak uğradığımda bu anlaşmanın müteveffa babası zamanında yapılmış olduğunu, o zamana ait evraka bakması gerektiğini söyleyerek gazete boyutlarında, siyah ciltli koca bir defteri açarak 1934’teki kayıtları gösterdi. teslim alınan, satılan, kalan miktarları gösteren rakamları beraber okuduk. ve benim sözlü ifademe güvenerek yirmi nüshayı teslim etti, not olarak da defterde, kime verildiği hanesine “ami de l’auteur” (müellifin dostu) ibaresini düşürdü. o tarihten bir on beş yıl sonra 1978’de paris’e gittiğimde aynı yayınevi, başka varislerin elinde, yine kayıtlarına itina ederek mesleğine devam ediyordu.
    bunu hem müesseselerin devamlılığını, hem de aradan neredeyse yarım yüzyıl geçen bir hesabı verebilmenin faziletini düşündürmek için yazdım. bu ticarî kayıtların yokluğu bir tarafa, bizde elli yıldır ayakta durabilen acaba kaç kitapçı kalmıştır?
    adı ankara caddesi olmakla beraber eskiden beri babıali diye bilinen yokuş, 1940’lı yıllarda da bugünkünden daha canlı basın–yayın merkeziydi. büyük postahane’nin köşesinden başlayan yokuş ve buraya açılan hemen bütün ara sokaklar sağlı sollu, dükkânları ve hanlarıyla hep gazete ve dergi idarehaneleri, matbaalar, klişeciler, kırtasiyeciler ve kitapçılardan ibaretti. zaten babıali denildiği zaman yalnız ankara caddesi değil, civarındaki sokaklar da kastedilmiş olurdu.
    balat’ta olan evimiz babıali’ye epeyce uzaktı. hiç olmazsa benim yaşımda bir ilkokul çocuğu için. bu gibi uzak sayılan semtlerden, aylık ihtiyaçlar için eminönü ve civarına çok defa aybaşlarında gidilir ve adına “istanbul’a inmek” denilirdi.
    çocuk yayınlarının az olduğu o yıllarda evde yavrutürk, biraz daha sonra binbir roman dergileri ve bunların kitap çapındaki özel sayıları artık yetmemeye başlamıştı. on iki çocuk hikâyesi, bir eşeğin hatıratı, büyük dünya romanı, balabancık, kara korsanın peşinde gibi macera romanları defalarca okunmaktan yıpranmıştı. ilkokul son sınıfındayken bir arkadaşımdan bulduğum mişel strogof bana jules verne’in dünyasını araladı. kitabın kapağında okuduğum diğer eserlerini de almaya karar verdim. semtimizde gazete, dergi bayii var idiyse de kitapçı yoktu. böylece on bir yaşımda tek başıma istanbul içinde hayatımın ilk uzun yolculuğunu yapmaya cesaret ettim. salmatomruk yokuşunu tırmanarak acıçeşme’ye çıktım. kırmızı–beyaz tabelalı edirnekapısirkeci tramvayının nazlı seyriyle ve üç kuruşluk öğrenci biletiyle herhalde 45–50 dakikalık bir yolculuktan sonra sirkeci’ye indim. büyük postahane’yi geçince, daha babıali yokuşu başlamadan, hemen köşeye yakın, bir buçuk metre kadar eninde uzunca bir kitapçı dükkânına, çekingenliğime uygun bularak daldım. şansıma, aradığım jules verne serisinin ilk kitabı doktor oks vardı, elli kuruşa aldım ve daha fazla dolaşmaya cesaret edemeyerek geldiğim gibi tramvayla döndüm.
    artık babıali’ye alışmıştım. hem yeni hem de kullanılmış kitap bulunduran o küçük kitapçı dükkânı da ilk gözağrısı gibi yıllarca devam ettiğim, raflarını rahatça karıştırdığım bir mekân oldu. adı yıldız kitabevi’ydi. sahibi de hüseyin yıldız adında yaşlıca bir adamcağızdı. birkaç gidişimden sonra babıali’nin diğer kitapçılarına da rahatça girip çıkma cesaretini kazanmıştım. zaten ortaokul öğrencisi olmuştum.
    yıldız kitabevi’ni geçerek asıl babıali yokuşunu çıkarken solda ilk hatırladığım kitapçı, vitrininde “ikbal kütüphanesi. sahibi: hüseyin” yazılı bir tabela bulunan bir dükkândı. osmanlı devrinin meşhur yayıncılarından biri olduğunu yıllar sonra öğrendiğim zaman hüseyin bey çoktan vefat etmişti. o yıllarda kâğıtçıların çoğu yahudilerin, kitapçıların da önemli bir bölümü ermenilerin elinde idi. ikbal kütüphanesi’nin üst tarafında, kapısının iki yanındaki vitriniyle oldukça büyük bir dükkânda garbis fikri’nin meşhur inkılâp kitabevi bulunuyordu. rudyard kippling’in çengel hikâyeleri ile iskender fahrettin’in tarihî romanlarını oradan almıştım. zamanla adı ve yeri değişmişse de varisleri tarafından halen devam ettirilen nadir yayınevlerinden biridir. birkaç dükkân yukarıda yine kayserili bir ermeni olan semih lütfi’nin bu adla veya erciyes yahut sühulet kitabevi diye de bilinen dükkânı bulunuyordu. necip fazıl’ınkilerle beraber bir dönemin kalburüstü edebî eserlerini yayınlayan semih lütfi zarif bir kitap esnafıydı; ama öldükten sonra tezgâhının başına geçen karısı müşteriyi adeta azarlayan ve kaçıran suratsız bir kadındı. meşrutiyet’ten önce kurulmuş ve yakın yıllara kadar devam eden kanaat kitabevi ise ilyas bayar adında bir yahudi’ye aitti.
    arada hangi kitapçılar vardı, hatırlayamıyorum. ama garbis efendi’nin gayret kitabevi’ni, birkaç dükkân arayla da ağabeyi misak’ın zaman kütüphanesi’ni iyi hatırlıyorum. özellikle garbis efendi’nin tasavvuftan anlar, musikiye meraklı, kanun çalan zarif bir zat olduğunu ve kendisinin yayınladığı samiha ayverdi’nin ilk eserlerini bu tok gözlü osmanlı ermeni’sinden aldığımı belirtmek isterim.
    yine yokuşun sağ tarafında, özellikle eğitici mahiyette pek çok yayını olan, biraz içerlek ve geniş vitriniyle muallim ahmet halit kitabevi yer alıyordu. onun hemen yanında, belki kimsenin hatırlayamayacağı, fakat benim ortaokul yıllarımda severek ve merakla okuduğum avanzade’nin monte kristo tercümesini fasikül fasikül yayınladığı için unutamayacağım daracık, küçük bir dükkân ise net kitabevi adını taşıyordu. yine aynı sırada, o yıllar için epey müstehcen sayılmış pitigrilli tercümelerini yayınlamakla meşhur insel kitabevi’ni ise bir gün karşılaştığım vitrini dolayısıyla unutamıyorum. 1948 yılının büyük doğu’larında, “adesenin gözüyle” başlıklı sütunlardan birinde insel kitabevi’nin baştan başa pitigrilli’nin fotoğraflarıyla doldurulmuş vitrininin fotoğrafı konmuş, altına da “bakınız, dünyanın en sefil kalemi olan pitigrilli nasıl azizleştirilmiştir.” diye bir cümle yazılmıştı. dergiyi okuduktan birkaç gün sonra tecessüsle insel kitabevi’ni görmeye gittim. gördüğüm şey şu oldu: vitrine büyük doğu dergisinin o sayfası açılarak cama yapıştırılmıştı. üzerinde de her biri parmak büyüklüğünde kapital harflerle yazılmış şu ilân vardı: “şükranla karşıladığımız bedava bir ilan dolayısıyla: yüzünün bütün hatları göbek atan çeyrek porsiyon bir dahinin, zekâsına haset çektiği pitigrilli’ye büyük doğu’sunda tahsis ettiği köşenin resmidir.”
    avni insel’i teşhir eden necip fazıl mı haklıydı, yoksa bu teşhiri gerçekten reklama çevirerek pitigrilli kitaplarının satışını artırdığı muhakkak olan avni insel mi? bir şey diyemiyorum. yalnız gayret kitabevi sahibi garbis efendi’nin az kazanan daha haysiyetli bir kitapçı olduğuna şimdi daha çok inanıyorum.
    bu kitabevinin hemen üst tarafında o zamanlar, belki şimdi de babıali’nin en büyük ve gösterişli binası gelir. bu o zamanlar hakkı tarık us ve kardeşlerinin çıkardıkları epey popüler, satışı da bol olan vakit, zaman, kurun (üçü de aynı manada), haber gibi gazetelerin idarehanesi idi. dört katlı, galiba oymalı şahnişinleri, caddenin her iki tarafını görebilen pencereleri bulunan binanın adı da vakit yurdu idi. ben lise ilk sınıfında öğrenci iken ilhami safa’ya bir davetiye götürmek için adresini bulmak maksadıyla, vakit gazetesinde yazı yazan kardeşi peyami safa’yı bu binanın karmaşık odalarında aradığımı hatırlıyorum.
    galiba hemen o binanın yanında millî eğitim bakanlığı’nın yayınevi bulunuyordu. burası kaliteli, ucuz, ayrıca öğrencilere yaptığı tenzilatlı satışlarıyla, ilk çıkışlarından birkaç yıl sonra takip etmeye başladığım türk (ilk birkaç cildi inönü ansiklopedisi adıyla) ve islam ansiklopedileriyle klasikler serisi başta olmak üzere en sık alışveriş ettiğim yayınevi olmuştur. birkaç dükkân yukarıda galiba artık istanbul’un en eski kitap ve yayınevi olan remzi kitabevi vardı, halen de şubeler açarak faaliyetini sürdürmektedir. yayınladığı telif ve tercüme pek çok kitap arasında “dünya muharrirlerinden tercümeler” diye başlattığı dizi, millî eğitim klâsiklerinden evvel bu alanda kaliteli ve zengin bir kütüphane teşkil etmişti. küçük boydaki “kültür serisi” de değişik konularda, yetiştirici eserleri ihtiva etmekteydi. remzi’den aldığım ilk kitaplar arasında hasan ali’nin goethe’nin hayatını anlatan bir dehanın romanı’yla ismail habip’in avrupa edebiyatı ve biz’i hatırlıyorum. lise yıllarımda da ibrahim hoyi’nin tercümesiyle tagor külliyatı başucu kitaplarımdı. anatole france’ın thaïs’i de (nasuhi baydar’ın tercümesi) delikanlı yaşlarımda beni büyüleyen, hatta ilk sayfalarını ezberlediğim bir roman olmuştu. yine o yıllarda merakla takip ettiğim, ömer rıza doğrul’un çıkardığı selamet adlı dini muhtevalı bir dergide tefrika edilen ferideddin attar’ın şeyh san’an hikâyesiyle thaïs arasındaki benzerlikler de dikkatimi çekmişti.
    remzi kitabevi’nin yanında arif bolat kitabevi bulunuyordu ki oradan da, okuduğum yıllarda bana epey tesir etmiş olan, yazarının adına bir daha rastlamadığım marie correlli’nin uçurum adlı romanını almıştım. çok sonraki yıllarda geniş hacmi, çekme ve bodrum katlarıyla dört katlı dergâh kitabevi de bu kitabevinin yerinde açılmıştı. burası eğer yanılmıyorsam babıali’nin gelmiş geçmiş en büyük kitabevi olmuştu.
    yokuş buradan sonra sağa kıvrılarak daha dik ve dar cağaloğlu yokuşu’nu teşkil eder. asıl ankara caddesi ise bu sokağa sapmadan karşıya geçerek devam eder. ankara caddesi’nin o yakasında 1940’lı yıllarda nelerin bulunduğunu hatırlamıyorum. demek ki benim yolum bu noktadan sonra daha çok cağaloğlu yokuşu idi. bu dar yokuşun sağ başında çok defa kartvizit basan küçük bir basımevi vardı: rıza koşkun matbaası. o tarihte burada, henüz adını bile duymadığım beşir fuad’ın evinin bulunduğunu ve hazin intihar olayının da bu evde geçtiğini nereden bilecektim? bu evin karşısında da meşhur saatli maarif takvimi’nin yayıncısı maarif kitabevi bulunmaktaydı. buranın da vaktiyle osmanlı döneminin maruf kitapçı ve yayıncılarından ermeni asıllı arakel efendi’ye ait olduğunu, beşir fuad’ın bir dostuna, kendi evinin adresini verirken yaptığı tariften anlıyoruz. cağaloğlu yokuşunda kitapçıdan çok kırtasiye ve matbaa malzemesi satan dükkânlarla matbaalar vardı. şimdi de öyledir. yalnız maarif kitabevi’nin yanında faruk gürtunca’ya ait hergün gazetesinin idarehanesi ve matbaası bulunuyordu. yine faruk gürtunca’nın çıkardığı, ilk okul yıllarımın güzel dergilerinden olan çocuk sesi ve afacan’ın ise bu binada basılıp basılmadığını hatırlamıyorum. bu yokuşun çıkarken sağ tarafında acı musluk ve narlı bahçe adlarını taşıyan, birbirine paralel ve devamında birleşen iki sokak vardı. daha sonraki yıllarda karikatürist cemal nadir güler’in ölümüyle acı musluk sokağı’na cemal nadir’in adı verildi. sokağın köşesine de üzerine cemal nadir’in imzası ve o yıllarda çok meşhur olan kahramanı amcabey’in bir karikatürü hakkedilmiş kırmızı bir sokak tabelası çakıldı. bu galiba resimli ilk ve tek sokak tabelası idi. bilmem ne zaman, tabelalar mavileşirken bu güzel hatıra da ortadan kalktı. cemal nadir’in çalıştığı akşam gazetesi ile bir devrin en çok okunan magazin dergisi yedigün (ki daha sonra hürriyet gazetesinin de ilk yıllardaki idarehanesi olmuştu) de acı musluk sokağı’nda idi.
    cağaloğlu yokuşu, sağ tarafta heyulâ gibi yükselen iran konsolosluğu’nun duvarlarıyla son bulur. istanbul’da bulunan pek çok konsolosluk gibi burası da osmanlı döneminde elçilik binasıymış. babıali’yi takip etmek için buradan yolun, yani ankara caddesi’nin karşı tarafına geçmek gerekir. konsolosluğun tam karşıda simetrik mimarisiyle millî eğitim müdürlüğü yükselir. burası osmanlı döneminin maarif nazırlığı’dır. o yıllarda iki taraflı mermer merdivenlerinden binanın ikinci katındaki giriş kapısı kullanılırdı. sonraki yıllarda yolun genişletilmesi için bu giriş ve merdivenler yıkılmıştır. bu binanın alt tarafında 1940’lı yılların sonlarına doğru yeni açılan, o zamana göre babıali’nin en pahalı ve şık kitaplarını, özellikle tıp ve hukuk kitapları basan ismail akgün yayınevi vardı. yokuş’un bu sırasında, istanbul valiliği’nden önce hatırladığım tek bina, vilâyet’in hemen karşısındaki izettin han’dır. iç içe geçmiş iki küçük odasıyla türk kültür ocağı’nın lokali olmasaydı her halde bu hanın hafızamda yeri kalmayacaktı. 1946’da kurulmuş olan türk kültür ocağı, daha sonraki yıllarda muhafazakâr milliyetçi akımın odak merkezlerinden olan milliyetçiler derneği’nin çekirdeği idi. ben 1948 ve 1949 yıllarında devam ettiğim sıralarda önce yüksek mimar sedat çetintaş, sonra da o yıllarda üniversitede asistan olan faruk kadri demirtaş (daha sonra timurtaş) ocağın başkanı olarak bulunuyordu. fazla dışarı açılmayan, yetiştirici seminer ve toplantılarında fethi gemuhluoğlu’nu, rahmi eray’ı, gökhan evliyaoğlu’nu tanımış olmamın benim için ayrı bir kazanç olduğunu burada hatırlatmak isterim.
    istanbul valiliği binasının, osmanlı döneminde sadrazamlık olduğunu, yani devlet–i aliyye’nin idare merkezi olan asıl babıali olduğunu söylemeye gerek var mı? semte adını verdiren, zamanla ve hâlâ basın–yayın merkezi manasını kazanmasını sağlayan da bu binadır. hemen önünde, cadde üzerinde bulunan ve babıali mescidi de denilen nallı mescit’te benim bildiğim zamanlarda imam bulunmamakta, basın–yayın esnafından bir hayır sahibi teberrüken namaz kıldırmaktaydı. 1947–1948 yıllarında kendi adını taşıyan matbaa sahibi burhanettin erenler, nallı mescit’te yazın öğle ve ikindi, kışın akşam (yani iş saatlerinde) namazlarını kıldırdığını biliyorum. mekânın özelliği dolayısıyla muhtemelen sabah ve akşam vakitlerinde kapalı olmalıydı.
hesabın var mı? giriş yap