*

  • büyük rüya tabirleri isimli tarihin en komik rüya tabiri kitabının yazarı...
  • fi tarihinde shogun adli romani turkceye cevirmi$tir.
  • robert ludlum un "the bourne identity" romanini urperti adi ile turkceye cevirmistir.
    altin kitaplardan cikan diger kitaplari
    son cember
    takas
    kin
    yemin
    kuskunun parmakalari
    lanetli mozaik
    nemrut
    kartal hamlesi
  • agatha christie çevirileri yapan, kendisi de bir adet polisiye kitap yazan çevirmen. kendisi aynı zamanda astroloji kitapları falan da yazmış. işin aslı çevirileri agatha christie'den bayağı bir şey kaybettirir. gönül suveren'in de kız kardeşidir, ki gönül suveren çeviri işinde daha yeteneklidir. altın yayınevi bu iki kızkardeş olmasa ne yapardı bilmem. yayınevinin yıllardır istikrarlı olarak satıığı bir çok seriyi bu iki kızkardeş çevirmiş.
  • mart 1975 basımlı altın kitaplar yayınevinden çıkan ayn rand'ın the fountainhead - yaratılan dünya isimli eserini de çevirmiş çevirmendir.
  • https://ceviribilim.com/…-kuyumcusu-gulten-suveren/

    --- spoiler ---

    söyleşi: sevgi serper-sabri gürses

    bir süredir kayıptı bu söyleşi. sevgi serper’in çevirmen söyleşileri yapmak istemesi üzerine alev bulut’un yardımıyla suverenlere gitmiş, gülten hanımla sohbet etmiştik. burada tekrar yer veriyorum. daha sonra, şehnaz tahir gürçağlar’ın derlediği kelimelerin kıyısında: türkiye’de kadın çevirmenler adlı çalışmada yer alan “ömrünü çeviriye adayan iki kadın: gönül ve gülten suveren kardeşler” bölümünü bu söyleşiden de yararlanarak yazdık. sağolsun sevgi serper.

    8 haziran 2006

    çeviri için dili iyi bileceksiniz. ayrıca çeviriye yeteneğiniz olması lazım, bir de o var arada, ama akıcı bir üslupla çevireceksiniz. elinizden geldiğince sadık kalacaksınız kitaba, yüzde yüz sadık kalınamaz, çünkü cümleler değişir canım. mark twain öyle demiş, motamot yapılan çeviriler sıkıcı kadınlara benzer, demiş. ben mark twain’i çok severim. biz de çok fazla humour kitabı vardır. ondan sonra korku, ondan sonra cinai. dediğim gibi çeviri öyle yapılır. bize bir saç boyası gelmişti. bir tanıdığa aman dedim, fransızca, şunu bir tercüme et. ki yıllarca fransa’da okumuş, dil gayet iyi. ama çeviriyi bir duyun yerlere yatar gülersiniz, ne dediği katiyen anlaşılmıyor. şimdi bir şey soracaksanız sorun, ben gevezeyimdir zaten.

    sabri gürses:çevirilerinizde 350 rakamına ben ulaşamadım.

    şimdi bakın şekerim, ceylan yayınlarına 26 mı nedir cinai roman, 52 çocuk kitabı doktor’a, altın kitaplar’a, öldü geçenlerde allah rahmet eylesin, bilmem kaç tane macera ve cinai roman, bilmem kaç tane bestseller. listeden bakar okurduk, hangileri iyiyse onlar yapılırdı. bir iki tane klasik. ayrıca şimdi arkası yarın diyorlar, tefrikaları filan saymıyorum, onlar da var. yok yok, neler yok şekerim. mesela ceylan’ın dergisi çıkıyordu, adını ben koymuştum, samanyolu’ydu. oraya tefrika yapardık, agatha’ları filan. ondan sonra aşk hikâyesi dediler, okuyucular istiyor çünkü. ben kalanı yapıyorum astroloji filanı. bir kızcağız var, o da örgüyle dikişi yapıyor, ben nefret ederim o işlerden. bizim okuyucumuz dedi, aşk hikâyesi… yok aşk hikâyesi, eskisi gibi aşk hikâyesi kalmamış, şimdi seks üstüne her şey, o da olmuyor. hadi oturduk hikâyeleri de yazdık. yani yapmadığımız bir şey kalmadı. ayrıca cinai romanda bir forma eksik, kısa geldi derler. hadi otururum ben kafadan bir forma daha yazarım. ondan sonra matbaadan bir telefon, gülten hanım biz bir yeri kaybettik. kaybedilen benim forma, hadi bir forma daha yaz.

    sevgi serper:hangi yayıneviyle bu?!

    ceylan, prather’lar ordan çıktı. shell scott diye bir diziydi, çok güzel bir diziydi. eksik kalınca ben yazıyorum onu da onlar kaybediyorlar, başka bir şey yazıyorum o zaman.

    ss:kendiniz yazıyorsunuz değil mi, yazıyorsunuz yani?!

    ne yapayım yazacağım tabii, başka bir şey yazıyorum o zaman. (gülüşmeler) zaten yazmak için diliniz düzgün olacak, gezmiş görmüş olacaksınız, okumuş da olacaksınız tabii. ayrıca hayal gücünüz de olacak. o hayal gücü çok önemli. bizde maalesef bu biraz kısır oluyor canım. dizilere bakıyorum ben çünkü, dizilerde ya bir tabanca ya bir şey, beni mi aldattın onu mu aldattın… böyle şeyler, onları seyretmiyorum. bbc seyrediyorum bir de cnbc seyrediyorum. discovery channel’da crime night var, cinayetler, onları seyrediyorum.

    ss:bu türü seviyorsunuz değil mi?

    bu türü seviyorum, ayrıca sert ekolü severim ben. bütün agatha’ları, gönül yaptı. agatha yumuşaktır. agatha’da mesela kütüphanede ceset bulunur ama ne kandan bahseder ne şundan bundan . benimkiler öyle değildi, 45’liği çıkaran dank diye vuruyordu! (gülüşmeler) onun için yazdığım kitap da biraz sert. bizimkiler serttir. ben en çok dashiel hammet’i severim. zaten dashiel hammet’in pek çoğunu tercüme ettim ben.

    ss: “makasçı”da “esrarlı kuyu” diye bir kitaptan bahsediyorsunuz. gülten hanım çevirdiği kitaplardan birini mi sakladı acaba, diye düşündüm ben…

    hayır, hayır, değil, palavra. zaten korku kitabı çevirmedim hiç, gönül çevirdi. gönül, hürriyet’e çevirdi bilmem kaç tane, zamanında ince ince çıkardı onlar, kitap verirlerdi bir ara. ben hiç o türden çevirmedim.

    sg:hürriyet’ten korku kitapları da mı çıktı?

    tabii çıktı. roman olarak çıkardı, içinde korku filan vardı. ondan sonra ceylan’dan çıktı, gayet çok çıktı hem de… lovecraft filandır, yani babalarıdır bu işin. ceylan’dan çıktı hepsi… burda 50 yıllık, 100 yıllık korku hikâyeleri var. böyle ağız sulandıracak hikâyelerdir, o kadar güzel hikâyelerdir.

    sg:korkunun klasikleri bugünkülerden daha güzeller.

    bugünküler şekerim, biraz artık yazacak şey bulamaz gibiler ( lovecraft kitapları gösteriyor). ondan sonra cinayet antolojisi var, korku var, uzay var. çok uzay kitabı var bizde.

    sg:siz yaptınız mı?

    gönül yaptı asimov’ları. ama asimov değil asıl, bradbury falan vardır, yapılmadı, çok güzel kitaplar vardır. gönül’ün odasında iki tane kütüphane var, dolu orası, uzay ve humour’la.

    sg:bilimkurgu niye yapılmadı türkiye’de?

    doktor yaptı işte, asimov’lar çıktı. ama okuyucu bir tuhaf canım. okuyucunun da hayal gücü yok. bu iş hayal gücü ister. uzayda bilmem ne gezegenine gidiyorum dediğin zaman, aa nasıl gidilir, diyor, aya gittiğiniz bile şüpheli gibi laflar var. onun için okuyucunun sevdiğini vermek gerekiyor.

    sg:burdaki işaretler çevrildi ya da çevrilecek anlamında işaretler mi?

    onları gönül çevirmiş. zaten ayrıca biz bunları türkiye yayınevinden aldık, yayınevi kapanıyordu, patron bize hediye etti birçok kitabı. onlar da bunları, dergi çıkarırlardı, dergilere koymuşlar. yani hep var, benim çocukluğumdan beri var bu iş. humançi var meşhur, hiçbir zaman ölmeyen humançi.

    ss:sistemli bir biçimde gidelim sizi çok yormadan. en baştan başlıyorum ben sorularıma. çeviri yaptığınız dili nasıl edindiniz?

    sekiz yaşından beri ingilizce güzelim. biz ted’deniz, ankara’dan. ondan sonra filoloji, 4 yıl da amerika. aslında ingilizcem anadilim kadar iyi, çok küçük yaşta başladık çünkü. bizim zamanımızda türkçe gramer bir karışıktı, yarı okuduk yarı okumadık ama ingilizce grameri çok iyi öğrettiler.

    ss:türkçenin sorunları vardı çünkü o zaman…

    şimdi de hâlâ var. buna eminim diyor, bundan eminimdir oldum bittim. ama sizin reklamcılarınız, internetçileriniz maalesef dili mahvettiler. açık konuşalım, öyle oldu. ingilizcede bir laf vardır, prepositionları iyi bilen ingilizceyi iyi konuşur, derler. yani takıları. bizde takılar yanlış kullanılıyor bir kere. zaten 200 kelimeyle konuşuyorsunuz, 300 kelimeyle konuşuyorsunuz, fazlasına hiçbir gerek görmüyorsunuz. okumuş bir insan 5000-7000 kelime kullanırmış. shakespeare 50 bin kelime kullanmış. ama ingiliz dilinde 150 bin kelime var. angollar var, saksonlar var, latinler var. hepsini almış içine, benimsemiş, güzel onu yoğurmuş bir dil olmuş. biz de öyle değil. hepsini çıkarıyorlar. şimdi de -sel, -sal diye bir laflar var. evsel atıklar canım, nedir biliyor musunuz? ev çöpleri. bu ayıp denen bir şey ama artık, evsel atıklar! mevsimsel değişiklikler. mevsim değişikliği değil de niye mevsimsel değişiklik oluyor! ben anlamıyorum bunları. gazeteleri okuyor, kendi kendime söyleniyorum.

    ss:tüm çeviri tarihinize baktığınızda dilin gelişimi nasıl oldu? ilk başlarda nasıl bir dil kullanıyordunuz, şimdi nereye geldik?

    hep aynı dil canım, hep aynı dil. ilk çevirdiğim kitabı gönül tashih etti, o daha önce babıali’deydi çünkü. ikimizin dili aynıdır, dediğim gibi bir yarısını o bir yarısını ben yaptım, katiyen bir ek belli olmaz. hep aynı, evde konuştuğumuz dil canım, türkçe. ama tabii alıyorlardı redaktörler, birçok böyle bağnaz mağnaz gibi laflarla koyuyorlardı. bir ara çok üstüne düşüldü sonra tavsadı o iş. daha kendi hâline bıraktılar.

    ss:ama siz hep kendi doğal dilinizi kullandınız, nasıl konuşuyorsanız çevirilerinizi de öyle yaptınız.

    evet evet, hep kendi dilimi kullandım. başkasının dilini nasıl kullanayım şekerim! (gülüşmeler)

    ss:peki hiç değişmedi mi diliniz?

    hayır hiç değişmedi benim dilim, hep aynı.

    sg:öztürkçe kullanmalardan etkilenmediniz mi hiç?

    güzelim, öztürkçe kullanmalardan “durum”,” tutum” güzel laflar değil mi şimdi. ama bazı artık çok batan laflar var insana, açık söyleyeyim! niye “inkâr” kalkıyor da, “yadsımadım”, diyorum. niye yadsımıyorum ben! bilmiyorum ki! (gülüşmeler)

    ss:sevdiğiniz kelimeleri kullanıyorsunuz siz, “makasçı”nın dili de çok türkçe.

    her gün konuştuğumuz türkçe.

    ss:’60’larda da her gün konuştuğunuz türkçeyi kullanıyordunuz muhtemelen ama…

    ama ’60’larda ’70’lerde canım, redaktörler evsel atıklar gibi laflar yazabiliyorlardı, sonradan vazgeçtiler.

    sg:peki bunlara engel olabiliyor muydunuz o zaman, redaktörlerin yaptıklarına?

    (kayıt dışı)

    ss:çeviriye nasıl başladınız, ilk çeviriniz neydi?

    ilk çevirim pierre la mure “ay ışığı”, debussy’nin hayatı.onu ablam tashih etmişti. ilk defa orda ismimi gördüm, sonra bir kitapta daha ismime baktım, ondan sonra hiç bakmadım. niye bakayım ya, bakacağım da ne olacak! (gülüşmeler)

    ss:hangi yayınevine yapmıştınız?

    türkiye.

    ss:kaçta yaptınız ilk çevirinizi?

    ’68’di galiba. 350 kitap olmaz diyorsunuz, kaç yıl, nasıl olmaz!

    ss:siz daha geç başlamışsınız gönül hanımdan.

    tabii, o önce girmişti. yeni sabah’taydı, ordan babıali’ye geçti. ben amerika’dan geldim, ondan sonra.

    ss:aile nasıl karşıladı, çevirmen olmanızı?

    babam yoktu canım, annem vardı. bizim evde çok kitap okunurdu. biz altı yaşında okuduk, ondan sonra babamın kütüphanesinden kitap çalardık ve enselendik tabii. ama ne kitaplar! mahmut yesari’nin “sevda istihkarı”diye bir kitabı. ben yedi yaşındayım. hiçbir şey anlamamışım, bir tek cümle aklımda kalmış: “jale çok janti bir kızdı.” o cümle benim çok hoşuma gitmiş nedense. ondan sonra bir gün gönül, dostoyevski’nin “zavallı”sını almış okurken hüngür hüngür ağlıyor. annem yakaladı, ne oluyor, dedi. ben, kitap okuyor, dedim. babam kütüphaneyi kilitledi. işte böyle oldu. (gülüşmeler) biz ailece meraklıyız kitaba canım. hepimiz kitap okurduk, ilk aşkımız.

    ss:o zaman çevirmen olmanız….

    ben çevirmen olmak istemedim canım. ben kimyager olmak istedim veya kuyumcu. ama babam, kuyumculuğun mektebi yoktur, dedi, yoktu doğru. benim kızlarım çalışmaz, dedi, piyano çalar, ev kadını olur. sonra canım, her şey değişti. biz kendimizi ortada bulduk. bildiğimiz buydu, bunu yaptık.

    ss:severek yaptınız değil mi, meslek oldu sizin için?

    güzelim, ben mektepte edebiyatı severdim. edebiyatta şunu severdim:yunus emre’yi severdim, fuzuli’yi severdim. ama edebiyatla ilgim yoktu. kâtip çelebi’yi, evliya çelebi’yi severdim. fakat kompozisyon yaz denildiği zaman 16 satır yazana kadar boynum gıcırdardı. sonra kendimi bu işin içinde buldum. kader! bazıları severek yapar, şiirler yazar. hiç benim öyle heveslerim olmadı. böyle olacakmış böyle gitti.

    ss:iyi gitmiş ama!

    yıldızların tesiri de var tabii.

    ss:doğru, siz astrolojiyle de ilgileniyorsunuz.

    5 kitabım var astrolojiyle ilgili. 12 yıldan fazla bir dergi, 7 küsur yıl da derginin tamamını ben yaptım.ikizlerde iki para yıldızı var. venüs aylık para filan verir, fazla vermez. jüpiter zenginlik yıldızıdır. ikisi de benim ikizlere düşmüş, basın yayın. hiçbir şey yapamazsınız, ne yaparsanız yapın hiçbir şey olmaz. (gülüşmeler)

    ss:çeviri ustalarınız var mıydı, işin içine girdiğinizde?

    filolojide drama ve çeviri okuturlar. hepsi vardı şimdi. ordan bir şey kazanmak var.

    ss:çevirilerini izlediğiniz, beğendiğiniz çevirmenler var mıydı?

    rezzan yalman’lar falan vardı. biz onlara hep hayrandık. remzi kitabevi’nden çok güzel kitaplar çıkardı. klasikler. beyaz kitapta kırmızı çerçeve. çok güzel çevirilerdi.

    ss:klasik çevirileri mi?

    sade klasik değil canım, andre gide’nin “dar kapı”sı filan değil. günlük kitaplar da vardı, ama maupassant’lar filan da vardı.

    ss:sizin döneminiz tercüme bürosu’nun etkisinde olan bir dönem gibi geliyor bana.

    hangi tercüme bürosu canım?

    sg:milli eğitim bakanlığının.

    yok yok, hiç ilişkimiz olmadı.

    sg:peki o dönemle nasıl bir ilişkiniz oldu? milli eğitim bakanlığı yayınlarıyla, hasan âli yücel…

    aa, onları da okuduk canım. hatta üniversitede hoca, “benim çevirim vardır, dedi, marlowe’un, sakın onu almayın, doğru dürüst çalışın.” dedi bize. ama milli eğitimle filan ilgimiz yok. benim sevdiğim şekerim, guareschi’nin don camillo’su… çok güzeldir. insana zevk verir, bu kadar güzel olur. bir ara komünist belediye reisi ile bir rahip hep birbirlerine girişiyorlar, ama savaşta hep omuz omuza savaşmışlar. peppone adlı bir adam belediye reisi. don camillo, onun tüfeğini çalıyor. tüfeğimi ver, diyor. hiç haberim yok, nereye koydun, diyor. peder peder, sen insanı müslüman edersin, diyor. (gülüşmeler) çok güzel bir laf şimdi bu. yani böyle şeyleri seviyorum canım. hayat çok zor, biraz gülmek istiyor insan. zaten cinai roman türü escapizm edebiyatıdır, yani hayattan kaçış edebiyatıdır. kitabı elinize alırsınız, iki saat hayatla ilgiyi kesersiniz. ben onu istiyorum. ben burda aşk da seyretmiyorum, o dizileri de seyretmiyorum.bbc’de daha güzel cinailer var. zaten ingilizlere mahsustur o işler. onları seyrediyorum.

    ss:ama tüm çeviri hayatınız onlarla geçti, kaçamadınız! keyif alarak mı çevirdiniz?

    bazen hiç keyif alarak çevirmedim. iki kitaptan çok zevk almıştım. bir tanesi “james bond” casino royal, ilk kitaptır aslında, o çok güzeldi. bir de josefh wambaugh’nun “pırıltılı sığınak” diye çıktı. zaten benim kitap tarzım da wambaugh’nun tarzıdır.

    ss:etkisi var mı sizde?

    evet, etkisi var bende. tarz aynı tarz canım. onunki de karakol. şu geliyor, bu gidiyor, devamlı bir macera var. aynı yani, ondan aldım.

    ss:emniyet müdürü karakteriniz benziyor mu?

    hayır hayır, hiç benzemiyor. ondakini hiç sevmezler….

    ss:adil, sert ama sevimli bir adam.

    aslında o olmayacaktı canım, murat olacaktı başrolde. yakışıklı bilmem ne. bir baktım, yazarken kitap aldı gitti. (gülüşmeler) makine yazar kitabı siz yazmazsınız, bunu öyle bilin. makineye girdiğinde makine bir şeyler yazar öyle çıkar.

    sg:kitapta bir çevirmenin örneklerinin yabancı olmasını bekliyor insan. aksine bütün olaylar çok yerliydi.

    yerli olacak tabii. türkiye’yi yazıyorum, istanbul’u yazdığıma göre yerli olacak.

    düşündüğüm karakol da şişli şubesidir. araştırma yaptım. polis tanıyan arkadaşlarım vardı, beni onlarla temasa geçirdiler, onlara sordum birçok şeyi, falso olmasın diye. mesela başkomiserden sonra emniyet amiri olunuyor, ondan sonra şube müdürü olunuyor filan falan falan. ben bunları bilmiyorum tabii, öğrenmek lazım. zaten çeviri yaparken de bir doktor konusu varsa bir doktor ahbaba telefon eder sorardım. nurcan’ın kocası polisti, ona da sorardık. sormak lazım, bilmeden yaparsanız acayip bir şeyler çıkar ortaya.

    ss:telif eserlerle çevirinin birbirine etkisi, katkısı nasıl olur diye merak ediyordum. şimdiye kadar çok sayıda çeviri yaptınız, sonra da kendi kitabınızı yazdınız, aradaki ilişki nasıl oluyor?

    hiç öyle bir şey düşünmüyordum, bir gün aklıma geldi. ablamla konuştuk. çok güldük, şu şöyle olsa bu böyle olsa diye. ayrıca aklımda daha beş tane mevzu var. içlerinde ne sululuklar var. yatağa yatıyorum düşünüyorum düşünüyorum, gönül’le konuşuyoruz gülüyoruz. öyle oldu canım. ben aslında astroloji kitabı yaptım, el falı kitabı yaptım, rüya tabirleri kitabı yaptım. beş tane o cins kitabım vardır. dördü alfa’dan çıktı. bir de tarot çevirttiler bana, onu hiç sevmem ama çevirdim işte…ikizler ve yay edebiyatla ilgilidir. mesela mark twain yaydır, ……. yaydır (anlaşılamıyor). bu üçü de humour üstüne canım. her burçtan çıkan yazar olur. fakat yengeçten çıkanlar daha duygulu daha tahlilcidirler. şu burçtan yazar çıkar diye bir kaide yoktur. şu yıldızlardan yazar çıkar diye kaide vardır. merkür güçlü olacak, ikizlerin yayla ilgisi olacak, güneş, merkür’le tatlı açılı olacak. yoksa her burçtan yazar çıkar.

    ss:çevirmen de çıkar!

    çevirmen de çıkar. bol bol çıkar, niye çıkmasın. (gülüşmeler)

    sg:yıllar içerisinde çevirilerini beğendikleriniz oldu mu?

    “benden sonra tufan”. sanırım armağan hanımdı. ismi armağan’dı*. çok güzel bir tercümeydi. türkçeydi yani, sokak türkçesiydi, bildiğimiz türkçe ve çok güzeldi.

    ss:yakın dönem çevirisi mi?

    ’80 filan.

    ss:son dönemlerden beğendiğiniz çeviriler var mı?

    yok canım. yok canım, şundan yok canım, okumuyorum da ondan. ingilizce okuyorum. gözüm zaten bilmem ne, lupla okuyorum.

    ss:türk edebiyatını takip ediyor musunuz?

    yenileri takip etmiyorum maalesef. çok var galiba değil mi? cuma günleri bestseller listesine bakıyorum, hemen hemen dokuz tanesi türk değil mi?

    sg:önceden daha mı azdı?

    çok azdı, bir tane falan düşerse içine ancak. şimdi çok var türkçe yazan. ’80’de ’90’da yoktu, nerde. çok az. çok tanınmış çok az.

    ss:çeviri anlayışınızda yıllar içinde bir değişiklik oldu mu?

    çocuk kitabı çevirmeyi severim, çünkü içinde seks yoktur. bu amerikalıların seks kitaplarından bana fenalık geldi. üstelik tatsız tuzsuz. açık saçıktı. biz kapatırdık, daha sonra da redaktörler kapatırdı canım. çünkü savcıya gideceksiniz yoksa. o zaman öyleydi.şimdi hâlâ var mı yok mu bilmiyorum ya. doctorow’un bir sözü var, sigmund freud amerika’ya geldi yüz vermediler, diyor, o da amerikalıların seks zevkini bozdu. işte bu kadar. amerikalılar bu işte çok yeni. seks deyince ilk başta çin geliyor, ondan sonra ruslar, ondan sonra fransa filan geliyor. amerikalılar yazıyorlar da yazıyorlar. yok böyle şey…..o yüzden çocuk kitaplarını çok severdim. cinailerde de pek öyle bulunmaz. maceralarda da pek öyle bulunmaz. wilbur smith iyiydi. beş tanesini ben çevirmiştim, altı mı yedi mi gönül çevirmişti. ilk kitaplarında pek öyle seks yoktu. en sonunda çok sekse girmiş. benim yaptığım beş tanede yoktu. amerika’ya gidince işin rengi değişmiş o saat. ludlum’u çok severdim. o da, allah rahmet eylesin, öldü. beş tane ludlum yaptım galiba.

    sg: ’60’larda dr. dolittle çevirmişsiniz.

    evet evet, mary puppins , dr.dolittle, pollyanna’yı da ben çevirdim. ama polyanna adamı ağlatmak için. çocuklara duygu, merhamet aşılamak için öyle kitaplar vardır. küçük lord. ne kadar böyle üzücü kitap varsa yetimler, öksüzler onlardan bana fenalık geliyor. mary puppins çok güzeldi, dolittle çok güzeldi.

    ss:pek çok çocuk klasiği çeviriniz var.

    52 tane.

    ss:altın dışında yaptığınız çocuk klasikleri var mı?

    hayır, 52 taneyi altın’a yaptım.

    ss:altın çok erken tarihte başlamış çocuk kitaplarına, nasıl gelişti o süreç?

    ’68’de filan başladı. haftada bir tane yapardık, geldikçe. bazıları çok acıklıydı.

    ss:sizden önce var mıydı?

    başkalarında var tabii, altın’da yok. çünkü ben de o çocuk kitapları ile büyüdüm işin aslı. julvern’lerle filan büyüdük. onlar başka yerlerden çıkmıştı. agatha’lar da çıkmıştı, türkiye yayınevinden çıkmıştı. carter dickson da türkiye yayınevinden çıkmıştı. daha önceleri var, hep var.

    sg:agatha christie’lerin çevirileri varken siz tekrar mı yaptınız?

    ben birkaç tanesini yaptım, sonra gönül hepsini yaptı. copyright alındı canım, hepsini gönül yaptı ondan sonra.

    sg:tekrar çevirilerde bir sorun çıkıyor muydu bir önceki çevirmenle?

    yok. çevirmenin bir hakkı yok ki onda. çevirmenin çeviride hakkı var ama kitapta hakkı yok.

    ss:doğu masalları derlemeniz var.

    evet, iki tane hikâye de benimdir, ben yazdım.

    ss:isminiz var mı?

    hayır, ismim yok. kısa geldi, formayı tamamlamak için iki tanesini de ben yazdım. (gülüşmeler)

    ss:isimlerini hatırlıyor musunuz?

    bir tanesi gasgas diye bir mahlûk vardı içinde, o çok güzeldi. hatta onun resimlerini de yaptım ben. ama sonra basılmadı resimler. öbürü denizler hâkimi gibi bir şeydi, unutmuşum.

    oscar wilde’nin hikâyelerini yaptım ve ağladım. “mutlu prens” filan onlar beni ağlatır ki üç defa yaptım aynı şeyi. bir dergiye yaptım, bir kitaba yaptım, en son küçük bir kitap olarak çıkmıştı.

    ss:aynı çeviriyi tekrar tekrar mı yapıyordunuz, yoksa…

    tekrar tekrar yapıyorsun, öyle şey olmaz. mesela dergi için bir yerini kısaltabilirsiniz, olmaz, aslıyla aynı olacak, sadık kalacaksınız. “shogun” güzeldi, “taipan” güzeldi.

    sg: “shogun”u siz mi yaptınız?

    günde 46 sayfa yazarak. işte o kitap o kitap. “shogun”u ben yaptım.”yaşamak istiyorum”u da ben yaptım, ayn rand’in. fountainhead’i de ben yaptım.

    sg:ayn rand’i siz mi seçtiniz?

    ben seçmedim. birden işte bu milliyetçilik olunca ayn rand’i elime verdiler benim.

    sg:milliyetçi bir kitap olarak mı…

    tabii, komünist aleyhtarı bir kitaptır o. komünistlik gidince o çıkar tabii, ya o ya o.

    sg:şimdi tekrar yayınlıyorlar onu.

    sinan çetin aldı.

    ss:çocuk klasiklerinin çevirisi ile gerilim romanları çevirisi arasında fark var mıdır?

    hiç fark yoktur. ama dil olarak cinai romanlar serttir, öbürü daha yumuşaktır, ona göre yapacaksınız. o ne yazıyorsa siz de onu yazacaksınız, işte bu kadar basit.

    sg:sizin çeviri anlayışınız sadık kalmak.

    elinizden geldiği kadar. çünkü bir idiom sokar, sizde yoktur karşılığı, ona uygun bir şey bulmak zorundasınız. her şey dönmez. neticede karşınızdaki bir amerikalı, düşünce tarzı tamamen farklı, siz bir şarklısınız, değil mi? ama yine de sadık kalırsınız elinizden geldiğince.

    sg:ama bu romanlar çok amerikan, onları hafif şarklı yapmak gerekir mi?

    yapamazsınız, şarklı yapamazsınız. yine amerikan olarak kalır ama daha size uygun olarak kalır, daha türkçe olarak kalır. yoksa yine amerikalı tabii.

    sg:örneğin hürriyet’in öyle romanları var ki bize çok yabancıymış gibi geliyor.

    tabii tabii, kafalar tamamen farklı, ahlak anlayışı farklı. çünkü seksi ahlaka bağlamıyor, yalan söylerseniz sizi ahlaksız buluyor. o haklı. seks için tabii bir ihtiyaçtır, diyor, ama yalan söylerseniz, dürüst değilseniz işin rengi değişiyor. kafa farklı.

    ss:oralarda değişiklikler yapıyor muydunuz?

    hayır, hiçbir şey yapmıyorduk.

    sg:okurlardan tepki geliyor muydu, bu bize çok yabancı diye?

    hayır hiç gelmedi. benim okuyucumdan da ablamın okuyucusundan da bize hiçbir tepki gelmedi.

    ss:altın’ın editörü oya alpar çeviri anlayışını anlatırken şöyle demişti, ne kadar sadık kalmak gerekir üzerine: bazı yerleri aynen çevirmek, bazı yerleri de tabloyu gözünde canlandırarak mealen çevirmek. o kaynakta öyle bir şey yoktur ama türkçeye geçerken mealen tamamlamak gerekebilir.

    bana uymaz, ben olduğu gibi çeviririm, ne görüyorsam onu çeviririm. sadık kalmaya gayret ederim. ve şu var, cümleler süslü olsun isterim. ilk cümlede aşk demişsek ikinci cümlede sevgi, üçüncü cümlede ihtiras diyebiliriz. yoksa aşk aşk diye! ama şimdi öyle yapılmıyor ki! “zengin olduğu için çok mutlu olduğunu düşünüyordu.” iki tane “olduğunu” rap diye bir cümleye sokuyor. olmaz, onun için de tercümeler iyi olmuyor. mesela bakın, okurlar agatha christie ararken, bir tanıdık söyledi kitap yeri olan, gönül suveren’in agatha christie’sini istiyorum, diyorlarmış. o dile alışmış, onun dilini sevmişler.

    ss:tercüme dergileri var, hiç izlediniz mi onları? yazko, metis…

    hiç izlemedim.

    ss:mehmet fuat ve yeni dergi çevresi var, çeviride yeni bir anlayış getirmeye çalışıyorlardı. onlardan haberiniz var mıydı?

    yok, benim dönemimdeki çevirmenlerin hepsini tanırım. azize’yi de [bergen] tanırım, [mehmet] harmancı’yı*** da. birkaç tane çevirmendik topu topu, sayımız fazla değildi.

    ss:şimdikinden daha azmış çevirmenler.

    evet evet.

    ss:birbirinizle görüşür müydünüz, ilişkiniz nasıldı?

    gittiğimiz gün hepimiz orda olurduk. bir sohbet bir sohbet, çay kahve. allah rahmet eylesin, doktor çok tatlı, iyi bir insandı. doğan hızlan vardı, nihal yeğinobalı vardı bir ara, azize hep vardı.

    ss:çevirmenler arasındaki ilişki nasıldı?

    iyidir, dostça konuşursunuz işte, bilemezsiniz ama, dostça ahbaplığımız vardı. o kadar.

    sg:belli bir yayınevinin çevirmenleri kendi aralarında mı görüşürlerdi, yoksa…

    ben altı yere filan çalışıyordum canım, fakat altın kitaplar’a çok kitap yaptım. pazartesi, perşembe giderdik altın kitaplar’a, orda herkes olurdu. tarık dursun kakınç, selim ileri falan filan, yani bir ahbaplık oluyordu.

    ss:ne yapıyordunuz peki?

    konuşuyorduk işte.

    ss:çevirileri de galiba o pazartesi, perşembe toplantılarında mı belirliyormuşsunuz?

    şimdi şekerim kitapları alır gelirdik eve, bu kadar kitap, okunurdu onlar. beğenirseniz beğendik dersiniz. ne kadar beğendiniz, mesela ben wambaugh’yu çok beğenmişim başkası bilmem ne demiş. ona bakılırdı ona göre ayrılırdı kitaplar, şunlar yapılacak diye. onları alır yapardık.

    ss:çevrilecek kitapları böyle seçmek kaç yılına kadar sürdü?

    hep öyleydi.

    sg:amerika’da çok satan olması…

    listeden işte onlar getiriliyor. ya onk getirirdi osman bey yahut nurcan getirirdi. kesim daha çok getirirdi. onları okurduk.

    ss:ajanslar kaç yılından beri var, sizin bildiğiniz?

    onk daha eskidir. nurcanlar ’76’da filan geldiler galiba. ama daha becerikliydi onlar ve onlar amerika’dan geldi. onların elinde çok kitap vardı, çok güzel kitaplar vardı. bazı kitaplar hiç bize uymaz, hemen reddedilir giderdi.

    ss:editörlük ne zaman girdi devreye altın’da? o zamana kadar çevirmenler seçiyor kitabı, o yöntemi ben çok beğendim.

    bizler seçerdik, biz editör değildik. doktor bizim zevkimize güvenirdi, iyi dediğimiz zaman yapılırdı o. bazı kitaplarda üç dört kişinin ismi, artılar eksiler olurdu. ona göre seçilirdi. herhâlde doktor işten çekilip batu gelince o zaman editörlüğe geçildi.

    ss:peki doğan hızlan ne yapıyordu?

    doğan hızlan önceleri kitap açıksa nasıl kapatılacak ona bakardı, arka kapağı doğan yazardı.

    ss:kitap açıksa derken…

    müstehcen.

    ss:nasıl kapatırdı?

    tabirleri o biliyor canım. öyle bir laf yazmışsınız ki, bu savcılığa götürür adamı, diyor, o bilirdi. ondan sonra galiba doktor, doğan’a bir kitap serisi vermiş, onun editörlüğünde çıkmış.

    ss:hangi yayınevleriyle çalıştınız?

    türkiye, nazar’ın yeri inkılap, altın, ceylan, adnan semih’in yeri başak, hürriyet hayat, kelebek, akbaba, alfa, remzi, milliyet, tay. tay’a kitap değil dergi yaptık.

    ss:semih yazıcıoğlu’yla ortak çalışmanız var zaten.

    birkaç kitap yaptık.

    ss:hep gönül hanımla çalışmışsınız.

    aynı evde oturuyoruz, aynı işleri yapıyoruz, aynı şartlar altında yetişmişiz, öyle.

    ss:gönül hanımla kaç tane ortak çeviriniz vardır?

    birkaç tane vardır, fazla değil. eğer başı sıkışırsa söylerdi, ben girerdim arkaya veya öne o kadar. zaman açısından.

    ss:arada bir semih bey var, başka var mı birlikte çalıştığınız?

    semih beyle bir kitabı bölüştük o kadar. ben yaptım yani kalanları. bir de dashiel hammet’ler çıktı ordan birkaç tane.

    sg:lolita çevirisi gönül hanımın.

    amerika’dan çevirdi hem gönül onu. acele istediler. sonra başka bir yer daha bastı. onk istemişti sanırım bir yer için. akşam için mi bir yer için. hiç sevmem onu ben.

    sg:lolita çevirisi tartışma oldu mu?

    oldu tabii oldu, tabii nasıl oluyor da bilmem ne diye, o zamanlar çok oldu canım. arkasından filmi oynayınca filminden de…daha sonra başkasına da çevirtmişler, sanki iyi bir şey varmış gibi. ben nabokov’u zaten sevmem. sevmediğim bir adam varsa nabokov’dur.

    ss:peki sevmediğiniz kitapları, bu tarz kitapları neden çevirdiniz?

    lolita tarzı çevirmedim ben. açık saçık kitaplar hep vardı, seks hep vardı. ama hiç bu tarzın tamamen sübyancılığın, yok, öyle bir şey hiç çevirmedim ben.

    ss:”iki şehrin hikâyesi”ni…

    “iki şehrin hikâyesi”ni iki defa yaptı, hem türkiye’ye hem altın kitaplar’a yaptı.

    sg:aynı çevirmen bir kitabı iki kere nasıl çevirebilir?

    işte ben üç defa oscar wilde’ı çevirdim diyorum. çevirirsiniz aradan yıllar geçmiştir, çevirirsiniz.

    ss:çeviri eskir mi?

    tabirler eskiyebilir canım. öztürkçeler girdiği zaman bunlar eskimiş sayıldı, şimdi onlar yeni sayılıyor, bunlar arada kaldı. ama ingilizcede bu yok. mesela bir kitabı alıyorsunuz, içinde 100 yıllık diyor. o yüzyıllık hikâyeyi okuduğunuz zaman çok iyi anlıyorsunuz, hiçbir şey kımıldamamış yerinden, öyle oturmuş dil. dilin öyle olması lazım.

    ss:ingilizcede de değişme vardır mutlaka.

    vardır canım. yeni kelimeler girer fakat bu bir ağaç değildir ki aşı yapasınız. yeni kelimeleri kabul eder dil veya atar. daha zenginleşir dil. ama bazılarını da hiç kabul etmez atıverir.

    ss:sizin çeviriye başladığınızdan bu yana ingilizcede neler…

    amerikalılarda değişme daha çoktur. amerikalılar değişime meraklı olduğu için değişme daha çoktur. hatta bazen ne dedi bu diye bazı kelimeleri sorup öğreniyorsunuz. veya lügat var. ingilizlerin bir argo lügati var bende, onlara bakıyorsunuz, buluyorsunuz. ama bulamayanlar da var. mesela woody allen’ın bir tercümesinde “küçük atma yastıkları vardı” diyor, şu minik yastıklar işte, minik yastık yerine atma yastıkları yazmış, bilememiş. ondan sonra bu tarz şeyler olunca siz de duraklıyorsunuz ama tabii öyle biliyor, öyle yapıyor. kimseye bir şey denmez.

    ss:yapısı değişiyor mu ingilizcenin?

    olmaz, olmaz! oxford ingilizcesi, cambridge ingilizcesi, king’s english, kralların ingilizcesi hiçbir şey olmaz ona. bizim gibi değil onlar canım.

    ss:göçmenler bir şey yapamıyorlar mı?

    yok yok canım. göçmenler kendi aralarında konuşuyorlar. hiçbir şey olmaz ingilizceye. an’aneler sağlamsa bir şey olmaz.

    sg:çevirmenlerin olanakları yeterli miydi, sözlük gibi başvuru kaynakları bulmakta?

    bazılarını biz amerika’da kaldığımız için biliyorduk. (anlaşılamıyor) vardır, kız onu başka bir şey yazmıştı, sahtekârlık masasıdır ama lügatte bulamazsınız bunu. bir kısmını bilemezseniz soruyorsunuz. mesela ben “pırıltılı sağanak”ı yaparken, en iyi argo kadıköy’den çıkar, kadıköy’den bir erkek arkadaşımı aradım ve şu şu karşılıkları ver bana, dedim. hepsini verdi, pezo, lezoş falan falan falan. onları soracaksınız tabii, aksi hâlde acayip bir şey olur.

    ss:yayınevlerinin çeviri anlayışları değişiyor muydu?

    tabii zamana göre değişiyor, çıkan kitaplara göre değişiyor. bestseller listesi diyoruz, o günkü kitaplarla bugünkü kitaplardaki düşünceler, fikirler farklı canım. ona göre tabii değişiyor ama yine de esas aynı kalır. belirli kalıplar içinde değiştirebilirsiniz.

    ss:peki çevirmene yansıması nasıl oluyordu bunun, size müdahale ediyorlar mıydı?

    hayır, bize hiç müdahale etmediler, çünkü konuşurduk şu şöyle olacak bu böyle olacak diye. bilirdik herkesin ne istediğini. doktor turan bozkurt’la konuşurduk şöyle şöyle, tamam derdi bitti yani bize bırakırdı.

    ss:diğer yayınevlerinde de bu böyle miydi?

    diğer yayınevlerinde de bu böyleydi, hiçbir teki karışmadı. o bakımdan şanslı mıyız acaba?

    sg:şimdilerde durum çok değişik, siz bir haftada çevirdim diyorsunuz, genellikle üç ay falan sürüyor çeviriler.

    niye öyle?

    sg:sözleşmeler böyle yapılıyor.

    siz ertesi hafta götürseniz herhâlde alır kitabı.

    ss:yayınevlerinin çevirmenlere yönelik tavırları hep aynı mıydı? her türlü tavrı, çalışma koşulları.

    bazıları daha ağırdır bazıları dosttur. altın kitaplar dosttur, ceylan da dosttu, türkiye yayınevi de dosttu. alfa daha ağırdır. aşağı yukarı aynı.

    ss:yayınevlerinde redaktörlük ve editörlük diye bir kurum hep var mıydı?

    redaktör hep var canım. alıyor kelimeleri değiştiriyor filan, bazen sinirini bozacak burasını çıkarsak gibi laf ediyor, onun üzerine o çıkmaz efendim diyorsunuz, işte bu kadar. redaktörlerle işimiz olmadı bizim canım.

    ss:müdahaleler yapılıyordu, size soruluyor muydu yapılırken?

    sorması gerekir.

    ss:sorarlar mıydı?

    sorarlardı.

    ss:sizin çeviriniz üzerinde denetiminiz var o zaman değil mi?

    var, çeviri benim çünkü. kitap onun ama çeviri benim.

    sg:sonra kontrol ediyor muydunuz?

    kontrol etmem efendim, düzgün olduğuna inanırım, çünkü iyi redaktörler vardı o zaman, şimdi bilemiyorum.

    sg:sizin istediğiniz gibi çıkmadığını düşünerek…

    ablama öyle bir şey oldu, gönül’e. ilk cümleden bozmuş kız yazıyı, açtı gönül telefonu kıyamet koptu. telefonu da tabii patrona açtı, kıza açacak değil. bazen oluyor öyle hatalar.

    ss:bu tarz tartışmalar günümüzde çok yaşanıyor da.

    şimdikileri bilmiyorum canım. bizimkiler motamot verilirdi. birkaç tane kelime değiştirilirdi, öztürkçe olabilirdi.

    ss:yalnızca kelimelerle mi oynarlardı?

    o kadar, düşük cümle olmaz bizde. hiç düşük cümle olmaz, çünkü kendim tashih ediyorum ben onu oturup. bazen bakıyorum cümlenin sonu iyi gelmiyor, düzeltiyorum hemen, öyle veriyorum. onlar da onu bana güvenerek alıyorlar, okuyorlar, basılıyor. işte bu kadar.

    sg: gönül kırıklığınız kaldı mı, agatha christie ile ilgili?

    (kayıt dışı)

    ss:kitapların özetlenmesi cağaloğlu’nda bütün yayınevlerinin yaptığı bir şey, kâğıt sıkıntısından dolayı kitaplar eksik formayla çıkıyor ya, bu nasıl bir süreçti, agatha christie de öyle bir şey değil mi?

    hayır şekerim, agatha christie olsun olsun on üç on dört forma olsun. on iki forma yapalım diyorlar, şey çünkü ticari durum. gönül de hiçbir şey atmadan hafifçe cümle tıraşlıyarak gidiyor ve onu indiriyor.

    ss:bu başka başka kitaplarda da yapılan bir şeydi değil mi?

    o zaman yapılan bir şeydi canım. mesela 40 formayı verir bana, 28 forma olacak, der. o zaman ben kitabı okurum, şuraları derim kendi kendime, daha bir hafif geçmeli, mesela bir sayfayı dört satırda geçebilirim. toparlarım çünkü. zaten yazar da sıkıcıysa birçok tarif vermiştir. gayet rahat olur. ama öyle değilse, olmayacak daha uzayacak, derim kitap çok usturupluysa. o şekildeydi. şimdi yok, çünkü telif kanunu var. bu teliften önceydi.

    ss:neden bunu yapıyorlardı?

    kâğıt pahalıydı canım, kâğıt karaborsa. kâğıt almak gayet zor. türlü bilmem nelere başvuruyorsun. şimdi öyle değil. şimdi kitaplar çok güzel çıkıyor.

    sg:kâğıdın karaborsa olmasının nedenleri var mıydı?

    (kayıt dışı)

    ss:zaman içerisinde bir değişiklik oldu mu çevirmenlerle yayınevi ilişkisinde?

    bilemem. onu ben bilemem. belki olmuştur belki olmamıştır. hiç şahit olmadığım, görmediğim şeyi söyleyemem.

    ss:sizin döneminiz farklı bir dönemmiş, iç içe olunan bir dönem…

    bizim dönemimiz güzeldi canım, bizim hayatımız da güzeldi canım, şimdi açıkçası. tek televizyon olduğu zamanlar, internet olmadığı zamanlar türkçe de güzeldi, hayat da daha bir güzeldi gibi geliyor bana, ama bilemem tabii, şimdi herkes internete düşmüş. bizim devrimiz güzeldi, kılıklarımız da güzeldi bizim canım. şimdiki kılıklara bakıp ben şaş kalıyorum. kızlar bu kadar postal giyiyorlar ayaklarına. güzel bacakların var, güzel bir ayakkabı giy ayağına, topuklu olması şart değil. bir genç kızın, bir genç kadının güzel bir kılığı olmalı değil mi? bizim devrimiz güzeldi. diorlar’la, yves saint-laurant’lar bıraktı işi, bu iş güzel gitmiyor, dedi bıraktı. gitti morocco’da oturuyor işte. bizim devrimiz daha güzeldi ama benim annemin devri çok daha güzeldi. işin aslı öyle. şu var canım, teknoloji çok iyi bir şey, çok yararlı bir şey ama zevki bozuyor, ruha çok tesir eden bir şey. insanlar biraz makineleşiyorlar, yalan mı?

    ss:toplumsal değişmeyi siz yoğun biçimde yaşıyorsunuz değil mi?

    yaşadık.

    ss:çevirilerde bunun yansıması nasıl?

    nasıl?

    ss:milano macerası’nı okumuştum ben, gönül hanımın çevirdiği. ’60’larda toplumsal ilişkiler başka türlü, kadın erkek ilişkileri başka türlü, olumlanan değerler başka türlü, şimdi başka türlü her şey.

    tabii, tabii. o zaman seks filandan bahsedilmiyor. şimdi kadınlar aleni adama seks teklif ediyor. bugünkü gazeteyi okudunuz herhâlde bütün aileyi öldürtüyor kız, değil mi?…..

    sg:amerikan romanları çevirmişsiniz ama hayatta amerikan yöntemlerinin uygulanması yanlış geliyor size.

    şundan yanlış geliyor. amerikalıların birçok yöntemi güzeldir. teknik korkunç….fakat bunların tedrisatları bozuktur. ama okumuşları korkunçtur, başa çıkamazsınız, öyle okumuşlardır, zaten çok büyük bilimadamları çıkıyor. ama normal ahali cahildir canım. ama iyi niyetlidir, cana yakındır, dürüsttür, ben prensesim deseniz inanır, niye yalan söylesin, der. çok iyi insanlardır, ben severim amerikalıları….

    ss:çeviri maceranıza baktığımızda çok yoğun çalıştığınızı, kendinizi adayarak çalıştığınızı görüyoruz.

    ya öyle çalışırsınız ya çalışmazsınız. ikisinin ortası yok.

    üç gün dinleneyim, beşer sayfa yapayım her gün, yok olmaz. yumurta kapıya gelince oturur, hepsini bitirir çıkarsınız.

    ss:zorlayan ne vardı peki o kadar yoğun tempoyu, ben bunu üç ayda vereceğim diyemez miydiniz mesela?

    zaman veriyorlardı bana, bizler hızlı çalışanlardık canım. bizde bir ayda bitti (anlaşılamıyor) o bir ayın da bir haftasını filan ben geçirmiş olurum, ondan sonra bir “shogun” çıkar karşıma, 46 sayfayı yaparım. öyle bir hâle geldim ki, gece dörtte bitiriyorum çeviriyi, alıyorum tashih edeceğim, hiç tanımıyorum. ama iyi oldu, iyi çeviridir o.

    ss:yine aynı süreci aynı şekilde yaşardım mı diyorsunuz, hiç yavaşlamaz mıydınız?

    hayır yavaşlamam. ya yaparsınız yahut yapmazsınız, ikisinin ortası yoktur canım.

    sg:peki bu çalışmanın karşılığını aldığınızı düşünüyor musunuz?

    geçindik.

    sg:ya sosyal statü olarak?

    benim sosyal statüm filan yok çocuğum, ben böyle bir insanım. ayrıca şu var, biz fazla sosyalleşen insanlar değiliz. seçme birkaç ahbabımız var, ingiliz ne demiş biliyorsunuz, iki candan dostun varsa, plakların varsa, kitapların varsa sen çok mutlusun, demiş. işte o kadar….



    meral gaspıralı vardı bizde, o daha çok romantikleri yapardı. ayrıca 26-27 cartland’ım vardır benim. öğürerek yaptığım. tiksinilecek bir şeydir o. (gülüşmeler)gönül’de de bir hayli cartland vardır. “bakıştılar aralarından bir şey geçti.” …

    ss:nasıl çevirdiniz peki?

    nefret edip küfrederek çevirdim. kız çimçir, ufak tefek, rahibin kızı, fransızca ve latince biliyor. muhakkak rahibin kızı olacak…..

    ss:ücretlendirme nasıldı? forma ücreti mi kitap ücreti mi?

    forma ücretidir, ayrıca her baskıda verirler. altın kitaplar öyledir, ötekiler pek değildir.

    sg: hangi kitaplarınız çok baskı yaptı?

    ludlum’lar çok baskı yaptı, stephen king, wilbur smith çok baskı yapar. ama bazıları bir tek baskı yapar ve gider. o kadar. talihi budur yani onun.

    ss:baskıları devam eden kaç kitabınız var?

    çok. ludlum’lar devam ediyor, wilbur smith’ler, stephen king’ler,onun dışında çocuk kitapları devam ediyor. gönül’ün bütün agatha’ları, wilbur smith’leri, stephen king’leri.

    ss:altın kitaplar baştan beri mi ikinci baskıya para verir?

    hep verir.

    ss:sözleşme yapılıyor muydu?

    ağızdan çıkan söz yeter. ben alfa’ya gelene kadar kimseyle sözleşme imzalamadım. alfa’yla imzaladım. gentlemen’s agreement denilen ağızdan çıkan söz. çünkü onlar da bilir sizin sözünüzden dönmeyeceğinizi, siz de bilirsiniz onların sözlerinden dönmeyeceklerini.

    ss:zaman içerisinde bir karşılaştırma yaptığınızda ücretlendirme yukarı doğru mu gitti aşağıya doğru mu gitti?

    para hesabını hiç bilmem ama yukarıya doğru gitmiş olması lazım.

    ss:çevirmenler o zamanlar daha az oldukları için daha çok mu kazanıyorlardı acaba, diye düşünüyorum da.

    çevirmenler o zamanlar az. çevirmenler o zaman daha çok çalıştıkları için, bir kitap yerine iki kitap yaptıkları için daha fazla alıyorlar tabii, ama daha çok çalışıyorlar.

    ss:ücretlendirme çevirmenden çevirmene değişiyordur mutlaka. herkes aynı forma ücretine çalışmıyordur değil mi?

    tabii. bize verilen azamiydi. yeni gelen birine onu vermez, o da haklı.

    ss:bu kadar yoğun çalışma temposunu dayatan sistemdir, diye düşünüyordum ben, hızlı baskı yapma sürecidir.

    baskı yok. bana bir ay vermiş, ben bir haftasını harcamışım, oturup çalışıyorum. zaten baskı hissetsem ben bunu yetiştiremem, şu kadarda yaparım derim ki bazen öyle oldu, gönül’le birlikte çalıştık. ben baş tarafı alırdım, gönül son tarafı alırdı, aynı üslup aynı dil.

    ss:örgütlenme girişimi var mıydı? suut kemal yetkin, 1978’de, çevirmenler örgütlenseler yayınevleri karşısında….

    aman aman, nüveyre [gültekin] filan da vardı galiba. bizde örgüt mörgüt yok. yeni sabah’tan nüveyre, onlar galiba yaptılar bir şeyler, çalıştılar. hiç bilemem, hiç ilgilenmedim. zaten öyle örgütleri filan ben sevmem canım, öyle baskıya gelemem.

    ss:yararınız için.

    ne yararım olacak?

    ss:çevirmenler şimdi örgütlendiler mesela, meslek birliği kurdular. ne yapacaksınız arkadaş?

    sg:çalışma koşulları çok dağınık gidiyor, ücretleri farklı veriyorlar herkese ve sözler de genellikle tutulmuyor. şimdi buna karşı standart bir sözleşme olsun, herkes onu kullansın deniyor.

    o tamam, o tamam, onu anlıyorum ama her yayınevinden aynı parayı alamazsınız ki. hepsinin tarzı farklıdır. ama altın kitaplar gibi sözünü tutan bir yayınevi varsa zaten örgütlenmeye gerek yok. çünkü bastığı an, doktor’un bir defteri vardı, suverenler sizin kitabı basmışız, şu kadar, muhasebe getirir parayı verirdi. o kadara sağlamdır, onun için altın kitaplar diyorum, hâlâ da öyle.

    ss:dönem değiştikçe çevirmenlerin koşulları da değişmiş. sizin ilişkileriniz güvene de dayalı, şimdi çevirmenler çevirilerini yapıyorlar, teslim ediyorlar ama paralarını alamıyorlar.

    say yayınları mesela getirip paramı verdiler, ikinci baskıyı yapıyoruz dediler, eve para yolladılar, gayet dürüstler. türkiye yayınevi çok dürüsttü, ceylan çok dürüsttü. alfa anlaşma yapar, anlaşmalı çalışır ve eğer bir çeviri verirseniz bir defa para verir, yüksek para verir bir daha vermez. ama teliflerde devamlı para verir. sağlam onlar. biz sağlam olmayan yerlerle çalışmadık da…

    sg: çeviri yapmaya o dönemde gönüllü çok kimse var mıydı?

    çok, çok vardı canım ama işte olmuyor. herkesler olmuyor, iyi dil biliyor, dedim işte arkadaşı, fransızcadan bana şu kadar yazı, içinden çıkılacak iş değildi, katılarak gülünecek şeydi. olmuyor. biri yapmış şey diyor, “to fire” ateş etmek, ” kapıdan içeri girdim patronum bana ateş etti.” hâlbuki “to fire at” dediği zaman kovdu, işten çıkardı. elinde bir sözlük, üstüne hep kelimeleri yazmış, böyle çeviri olur mu?

    ss:çevirmen olarak türkiye’nin siyasi dönemlerini, ’60’ları, ’70’leri, ’80’leri nasıl yaşadınız?

    solcuların başta olduğu zamanlarda dil tamamen değişti, solcular gidince yine eski dile döndük. işte bu kadar.

    ss:siz siyasi sansürlerle karşılaşmadınız, daha çok cinsellikle ilgili sansürlerle karşılaştınız herhâlde.

    cinsellikle ilgili…ayrıca siyasi kitap filan yapmadık. öyle şeyleri zaten sevmem, manifestoları sevmem.

    ss:vedat günyol, aziz nesin, sabahattin eyuboğlu, babeuf çevirisinden 1963’te yargılanıyorlar, duymuş muydunuz?

    hayır, duymadım. aziz nesin’i çok iyi tanırım. aziz nesin’in iki hikâyesini gönül tercüme etmişti, amerika’da antolojiye girdi. (anlaşılamıyor)gelen cevaplarda primitif kafka dediler, aziz çok bozuldu, aziz nesin’i iyi tanırım.

    sg:türkçeden başka dillere çeviriler yoğun muydu o dönemde?

    hayır değildi. değildi ve çok az kişi yapabilir. ingilizceyi başka türlü bilmek lazım geliyor o zaman. işte gönül’ün iki hikâyesi girdi oraya, aziz nesin’le.

    sg:başka yaptığınız oldu mu?

    hayır, (anlaşılamıyor) yaptık o kadar. o da böyle olunca kaldı. amerika’ya açılmak istiyordu aziz o zaman.

    ss:yıl kaç?

    ’75 filan herhâlde veya ’78.

    ss:siz nasıl buluştunuz aziz nesin’le?

    bir matbaada tanıdık, galiba akbaba’da. sonra ahbap olduk. bize gelirdi, birbirine ekleme sigara ve çay içerdi.

    ss:sever miydiniz birbirinizi?

    çok severdik biz aziz nesin’i. sigara çay, sonra bir konuşmaya başlar, yerlere yatardık gülmekten. o kadar komikti, o kadar sevimliydi. çok sevimli insandı.

    sg:’70’lerde milliyetçi hâl varken bir de bunun aşırısı vardı. nasıl bir ortam oluyordu? ayn rand bir tarafta, bir tarafta…

    evet öyleydi, içerde münakaşalar oluyordu ama dostluk çevresi içinde, bir şey de olmuyor. dediğim gibi onların aslında pek inandıkları yok ama inanmış görünüyorlar, bir opurtunizm meselesi var. ben de oldum bittim, doğduğumdan beri atatürkçüyüm.

    sg:milliyetçilik derken kastettiğiniz bu değil mi?

    tabii, tabii laik türkiye, işte bu kadar.

    sg:çünkü bugün milliyetçilik dendiğinde anlaşılan, ülkücüler var..

    yok yok, öyle değil. vatanını seven, atatürk’ü seven, atatürk’ün koyduğu koşulları çok beğenen, şapka inkılabından harf inkılabına kadar hepsini benimseyen bir insanım. işte bu kadar.

    sg:basında çevirilerle ilgili haberler yer alıyor muydu?

    pek pek pek az. yok, bugünkü gibi değil canım. şimdi bestseller listeleri filan, taklitler gayet iyi, hepsini yapıyoruz amerikan usulü. yoktu öyle şey. insanlar kitap okumaya meraklıydı. kitapçıya gider, bakar kitaba, beğenir alır götürür okurdu.

    ss:teknolojik gelişme sizi nasıl etkiledi? bilgisayarınız yok, ben olacağını düşünüyordum.

    yok. gözlerim canım çok kötü. bu göz ameliyat oldu, şimdi uzağı iyi görüyor, yakın için ameliyat olacak. daha bu da olacak. tabii güzelim, 40 yıl kitap okursan ne bekliyorsun! ama çok zevkliydi kitaplar, kitaplar çok güzel! adamın ismi neydi, eski hollandalı elçi, yıllarlan çin’de büyükelçiymiş, van gulik. onun kitapları var, judge dee, bir teki galiba tercüme olmuş zamanında. o zaman yargıçlar aynı zamanda dedektif, cinayetleri falan onlar çözüyorlar. o devri anlatıyor, o eşyalar, o şeyler, paravanlar, bütün lake paravan, bütün inci, yeşim, sedef ve altınla işlenmiş (anlaşılamıyor) o kadar güzel, o kadar güzel diyor, bir taraftan da cinayet çözüyorlar ama. çok güzeldir. bir arkadaşa amerika’ya yazdım. dört macerasını daha yollamış, evde üç tane vardı. daha okuyamadım.

    ss:çevirecek misiniz?

    hayır, okuyacağım, kendi zevkim için okuyacağım sadece.

    ss:çeviri yapıyor musunuz?

    çeviri yapmıyorum artık, daha doğrusu gözlerim böyle olunca biraz ara verdim.

    bilgisayar mahvediyormuş insanı. bir arkadaş geldi, gözlerim gidiyor, dedi. bunu duyunca, alacaktım, almaktan vazgeçtim. internete girmek isterdim ki şunun için, bir plak, bir ikinci el kitap. çünkü benim istediğim kitapların çoğu artık basılmıyor.

    ….

    remzi’ye de kitap yaptım. yoga ile astroloji yaptım, kaç baskı yaptı bilmiyorum. şimdi benim ismim yok üstlerinde, ismimi kaldırmışlar. telefon edeceğim canım, çok çirkin bir şey. böylece bana para vermekten kurtuluyorlar…..yıllarca yoga yaptım. kitabı da düzelttim, kitap berbattı. ilk yogaya başlayan adama öyle hareketler veriyor ki, o gün bel kemiği gitti, adam sakatlandı, bir daha da kımıldamaz. bir de astroloji vardı, onu da düzelttim.

    sg:böyle bir durum olduğunda birisi gelse bunun çevirisi yanlış, şöyle değiştirilmiş, dese buna karşı ne söylenebilir?

    hiçbir şey söylenemez. öyle yazmış o. siz de onun telifini verip almışsınız, bir şey söylemeye hakkınız yok. ancak hani editöre yazar, bu sizin yazarınızın şusu şusu deyip ispatlarsanız değiştirirler.

    sg:bu sıralarda şöyle bir alışkanlık var. eski çevirileri inceliyorlar, niye değiştirildiği sorgulanmadan bu yanlış çevirilmiş deniyor.

    yok öyle şey olmaz.

    ss:kitapların basım sayısında yıllar içinde nasıl bir değişiklik oldu?

    daha az basılıyor artık. 5000 basılırdı en az. iyi kitaplar, iyi para verilmiş alınmış kitaplar 5000 basılırdı canım. şimdi kimi 1000 basıyor kimi 2000 basıyor. gitgide gitgide sizin internetle filan düştü canım.

    ss:oya hanım sizin için, babıali’nin yükünü onlar kaldırmıştır, demişti. tefrikalar yaptınız.

    tefrikalar yaptık. gönül bilhassa saklambaç gazetesine kendisi yazardı. mesela bir konu verirlerdi, yağmurlu bir gündü, diye. gönül, yağmurlu bir gündü üzerine bir roman yazardı. çok yazdık canım, çok, çok.

    ss:altında isminiz var mı?

    yok. ben saklambaç gazetesine astroloji yazıyorum. yanda bir resim, adam türbanlı ve sakallı, medyum bir şey, o benim. öyleydi işler.

    ss:bu tarz tefrikalarınız var, sözde çeviri ama sizin yazdığınız. sözdeçeviri kitabınız var mı, bir dönem çok yaygınmış çünkü?

    kitap yok. o aziz nesin’de var. öyle anlattı aziz nesin bize. mayk hammer yapıyor biri daha, kemal tahir, yapıyor da yapıyor. bizim çeviri ayrıca arkası yarınlar vardı, onlar dergilerde çıkardı.

    ss:peki neden böyle dergilerde, gazetelerde çeviri olmayan çeviriler yayımlanıyordu?

    bunlar çeviriydi. şundan oluyor canım. mayk hammer çok meşhur, başka macera yok. altı tane mi ne kitaptır o, onun üzerine dayanıyorlar. adından yararlanıyorlar.

    ss:gazetelerde?

    ya teliftir, kendiniz yazarsınız adınızla ya tercümedir çeviren diye yazılır.

    ss:tefrika çeviriler çokça yapılmış değil mi?

    eskiden gazetelerin hepsi verirdi.

    ss:bu kitap okuma alışkanlığının azlığından mıydı diyeceğim ama neden?

    insanlar okurdu, televizyon yoktu, bir radyo vardı. radyoda da bir piyes saati vardı, onun dışında bir şey yoktu zaten. sade tıraş ederlerdi adamı, başka bir şey yapmazlardı veya alaturka şarkı söylerlerdi. gençlik de orta yaş da herkes de okurdu. ben mesela “karamazov kardeşler”i beş kere mi okudum altı kere mi bilmiyorum. hasan âli ediz’in çevirisi. çevirmen o canım. ingilizcesini de okudum ben. ingiliz, rus’u tanıyamıyor canım. hasan âli ediz biliyor onu, çok güzeldir hasan âli ediz’in “karamazov kardeşler”i.

    sg:onunla görüşüyor muydunuz?

    görüşüyorduk, çok tatlı adamdı, çok cana yakın adamdı, o da gelirdi doktor’a. hep ahbaplıklar orda kurulurdu, salon gibiydi. herkes gelirdi. tarık dursun da gelirdi.

    ss:melih cevdet anday gelir miydi?

    hayır, hayır onu daha önceden tanıyorum, ukala bir adamdı. ben kemal tahiri severim. “rahmet yolları kesti”, çok güzel kitaptı. biz panait istrati ile filan büyüdük. şimdi lafı edilmiyor, yok ortada.

    ss:yazarlarla çevirmenler arasındaki ilişki nasıldı?

    gayet nazik insanlardı, biz de naziktik. nezaket içinde idare ediyorduk.

    ss:çevirmenler yazar mıdır, değil midir tartışması var ya…

    o da mı var?! (gülüşmeler) biz yazar mazar değiliz azizim. çeviriyoruz kitabı bitti. ben böyle şeylerden şey etmem..

    ss:babıali’de kadın olmak nasıldı?

    bizim dönemimiz çok güzeldi canım. çok güzeldi ama işte dediğim gibi her hafta gider ya dil kavgası yapardık, yeni kelimeler çıkmış böyle, yahut da gayet güzel dostluk içinde, çok tatlıydı.

    ss:kadın olmanın getirdiği zorluklar, sıkıntılar var mıydı?

    hiç, hiç, hiç. türban tak demediler yani!

    ss:çevirmenlik kadın mesleği midir, erkek mesleği midir, ’60’lar, ’70’ler, ’80’ler nasıldı?

    kimse kimseye karışmazdı. esat [??] da çevirirdi, harmancı da çevirirdi, biz de çevirirdik. kimsenin bir şey dediği yoktu. biz daha medeniymişiz galiba, açıkçasını isterseniz…

    ss:şimdi kadınlar daha fazla değil mi?

    kadınlar daha fazla, roman yazan kadınlar da daha fazla.

    sg:çeşitli dillerden çeviri yapan çokça var mıydı?

    rusçayı hasan âli ediz yapardı, almancadan ahmet cemal yapardı, fransızcadan çok kibar, nazik bir çocuktu (sait maden) o yapardı. hepsi erkekti onların. ingilizcedeydi kadınlar, bir de harmancı vardı bizim.

    sg:kolej mezunu mu oluyorlar?

    hiç belli değil o canım. kimi kolejden çıkmış kimi normal okuldan. dil biliyor. mesela meral gaspıralı, ingilizce, fransızca, almanca bilir, onun dili çok iyidir, koleje gitmemiş.

    ss:çevirmenler birbirlerinin çevirilerini değerlendirirler miydi?

    yok canım. hiç konuşmazdık bu konuları, güncel hadiseleri konuşurduk. hiç öyle senin çevirin benim çevirim, öyle şeyler yoktu.

    ss:çevirmenler genelde beğenmiyorlar da birbirlerinin çevirilerini!

    belki beğenmiyorlarmıştır, bilmiyorum. ben sade ablamın çevirisini bilirim, ablam da benimkini. çünkü birbirimizin çevirisini çok tashih ettik.

    ss:tashihleri de redaksiyonu da siz yapıyorsunuz değil mi?

    yapıyorsunuz veriyorsunuz, onlar okuyorlar, arada kelime değiştiriyorlar, cümle düşüklüğü olmaz bizde.

    sg:bunlar çeviri plaketleriniz değil mi?

    o gönül’ün plaketi (çeviri derneği). altın kitaplar’dan aldığım. bu nokta’nın verdiği, ikimize birden aynı yıl verdiler. okuyuculara sormuşlar, okuyuculardan suveren diye gelmiş, bir kısmı gönül demiş bir kısmı gülten, şaşırmışlar. ikimize birden verdiler, ben gittim aldım.

    sg:hangi yıl?

    bakalım, ’95.

    ss:okurlarınızla karşılaşıyor musunuz hiç, onların eleştirileri, mektupları gelir miydi yayınevine?

    hayır. onlarınki gelmiyor. bana astroloji mektupları gelir, arada da sorarlar, şunu da çeviren siz misiniz, diye. orda vardır, o kadar. başka mektup yok.

    ss:çevirmenlik sizce meslek mi?

    sanat. bu çok büyük hatalı bir şey. meslek, ya mühendissinizdir ya doktorsunuzdur. yani teknik olan şeydir. eğer avukatsanız, şairseniz, yazarsanız o bir sanattır. eğer garsonsanız, şoförseniz zanaattır. şimdi herkes, mesleğim, diyor. mankenler çıkıp mesleğim diyor, gecekondudan gelmiş kadın ortada iki kıvırtacak meslek olacak, yok öyle şey. yalan mı doğru mu dediğim? mesela kuyumcununki sanattır, ressamınki de sanattır. bizimki de az çok sanata giriyor işte. avukatınki de sanattır çünkü sözle yapılan bir şey. ama doktorsa, yüksek mühendis falansa o meslektir, onun için de okumak lazım canım. sıradan bir garsona… zaten çevirilere filan bakıyorum, garson bey diyorlar. garson bey denmez, garson denir garsona, şoföre de şoför denir. ama herkes bey oldu artık, işte böyle.

    ss:mesleğiniz nedir sorusuna ne dersiniz?

    mesleğim yok derim, işim var. iş ayrı, meslek ayrı. bizimkisi meslek değil sanattır. isterseniz astroloğum diyeyim. bana medyum musunuz diyorlar, işte ben o zaman çıldırıyorum.

    ss:astrolojiyle kaç yıldır ilgileniyorsunuz?

    ’70’ten bu yana.

    ss:kaç tane astroloji çeviriniz vardır?

    astroloji hiç yok canım. bana bir kazık attılar. nebioğlu’nun oğlu ingiltere’den geldi, bir kitap getirmiş, bunu yapalım dedi. sevgilisi istiyormuş. dedim ki bu kitap bize uymaz, ben size bir kitap yapayım. kitabı yaptım, fakat o isimle çıkarttılar, para da almadım, işte bakın kazığı orda yedim. bilmem kaç baskı yaptı. tercüme olarak astroloji hiç yazmadım…..

    sg:çevirilerin hemen filmleri oynuyormuş, hemen bir yıl sonra, ne hissediyordu çevirmen?

    shogun’u seyrettim hoşuma gitti…bu işlerde çok hırsızlık da oluyor. yeşilçam bizim çok kitabımızı çaldı. senaryo yapıyorlar, “vahşi gelin” diye bir kitap, akbaba’dan çıkmış. geldi adam, illa istiyorum, dedi. vermem, dedim. vermezseniz çalacağım, dedi. para pul da yok yani. ondan sonra içine ne ırza geçmeler, neler koymuşlar. film bir olmuş bir olmuş, bir rezil olmuş kitap. çok çaldılar. gönül’ün “damgalı kadın”ını bilmem nesini. hülya koçyiğit oynadı, bilmem kim oynadı.

    sg:isminizi andılar mı?

    onlarda anmadılar. bunda andılar. üstelik rezil edilmiş bir şeydi. ben ismimi de istemedim kitabı da istemedim, gitsin başımdan diye.

    sg:alıp uyarladılar mı?

    evet alıyorlar, çalıyorlar. bilhassa “milano macerası” gibi hürriyet’ten çıkanları. birçok aşk romanı çıkmıştır, hepsini çaldılar. yeşilçam kadar hırsızı yoktu o zaman, şimdi dürüst olmuşlar.

    ss:bu tür çalmalara karşı yapabileceğiniz yasal bir şey yok muydu?

    yok, cevaben şunu diyecek. biz onu fransızcasından… işte gönül’e öyle yaptılar. “sizden aldığımızı sanıyorsunuz ama doğru değil, biz onu fransızcadan aldık.” kitap ingilizce. bir şey alamazsınız onlardan.

    sg:yaşam öykünüzün yer aldığı bir yer var mı?

    hayır, yok.

    ss:neden?

    niye olsun, neden olsun? güzelim, ben tanınmak istemiyorum ki.

    ss:herkes tanınmak istiyor, siz neden istemiyorsunuz?

    ben istemiyorum. benim bir özel hayatım var, o bana lazım. dış dünyayla da evet belli bir derecede ilişkim var, koparmış değilim. ama niçin herkesi hayatımın içine sokayım, birçok meraklı insanı, ne lüzumu var? böyle olmak daha rahat değil mi?

    sg:şu merak edilebilir, nasıl bir eğitimden geçmişsiniz, bunların daha eski bir arka planı var mı gibi. ben rusça çevirmenliği yapıyorum…

    rusça zor olmalı değil mi? ben dostoyevski severim, gogol’ü severim, gorki’yi severim, turgenyev’i biraz severim. tolstoy’u hiç sevmem. ama gorki’yle gogol şahane tabii. rusları çok severim.rus müziğini de çok severim. çaykovski’yi de çok severim, borodin’i de çok severim.

    sg:gogol’ü kimin çevirisinden okudunuz siz?

    ingilizceden okudum. çehov’un hikâyeleri çok güzeldir, okudunuz mu? “bir ressamın hatıratı” diye çıkmıştı remzi’den. çok güzel sulu hikâyelerdir. rusları bilirim. babamın kütüphanesi çok zengindi. onların hepsini okurdum ben.

    ss:babanız ne iş yapıyordu?

    yüksek su mühendisi. suveren.

    ss:okumaya meraklı bir baba değil mi?

    okumaya meraklı bir baba, okumaya meraklı bir anne. fransızca bilen bir anne, fransızca bilen bir baba. rumca bilen, almanca literatürü takip eden bir baba. çok iyi okumuş bir baba, çok iyi okumuş bir anne, iki tane de manyak kız. (gülüşmeler)

    ss:anneniz fransızcayı nasıl öğrenmiş?

    mektepte. babası gayet geniş fikirli. taksim kışlası kumandanı, veliahtın ingilizce ve matematik öğretmeni, yaverişehriyari ali talip paşa. fransız mektebine gidiyor annem, marabetler, rahibeler vardı, derdi.

    ss:istanbullu musunuz hep?

    anne tarafımın tamamı, yedi sülale dokuz göbek istanbullu. babam kafkaslardan gelmiş, önce sinop’a gelmişler. padişah bunlara arazi vermiş, sonra kalkıp istanbul’a gelmişler.

    ss:rumcayı nasıl öğrenmişler?

    babam mı? bilemem canım, tanıdıkları varmıştır herhâlde, yahut bir rum evinde oturmuştur. italyanca da az çok biliyordu gene, öğrenmiş birilerinden, kabiliyeti var o işlere. fransızca biliyordu asıl. ve almancada literatür takip ederdi, mühendis dergilerini okuyordu. çok güzel resim yapardı. biz de resim yapardık. önce babam öğretti (anlaşılamıyor), sonra ders aldık. amerika’ya gitmeden önce gayet güzel resim yapardık. hatta öğretmenimiz (anlaşılamıyor) getirdi baksın ne diyor diye, memnun kaldılar bizden. ama olmuyor canım, ayrı bir oda lazım, üstün başın yağlıboya içinde, etraf yağlıboya içinde. ama çok zevkli şeydir.

    ss:babıali’nin dedikodusu çoktur, bize biraz anlatın, dedikodusuz tarih olmaz şimdi.

    anlatamam. onlar gizli. (gülüşmeler)

    ss:çeviri kazası var mı, biri yanlış çevirmiştir de siz yakalamışsınızdır?

    zehir hafiye değilim canım. kimsenin hiç…ingilizcesini okumuşsam türkçesini zaten okumam. türkçe bir kitabı sevmişsem okumuşumdur.

    sg:çevirmenlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?

    yok canım. allah yardımcıları olsun derim, o kadar. denilecek o var.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap