*

  • halkın arasında iken cenab-ı hak ile beraber olmaktır. buna, zahiri halk, batını hak ile olmak denir. hak yolcusunun kalbi ilâhi zikrin tadıyla dopdulu olmalı ve her şeyi zikre vesile etmelidir. varlıklar kalbe perde yapılmamalı, her şey değerine göre yerine konulmalıdır.

    (bkz: onbir temel esas)
  • (bkz: halvet olmak)..
  • tasavvuf hakkında almanca isim tamlaması.
  • zahirde halkla ,batında hakk 'la olmak..
  • gücdevani hazretlerinin bahislerinde geçen tasavvufun dördüncü düsturu. bir mecliste bir toplulukta, halk içre, cemiyet içindeki yalnızlık. nasıl bir yalnızlık bu? allah ile halvet olma hâli. "yolcu"nun yolculuğunda -giderek daha da burgaç haline gelen- kalabalıklar içindeki yalnızlığını ifade eden tasavvufî esaslardan biri. zahiren, "halk" içindeyken, batınî dünyanda "hakk" ile beraber olmak. bütün asırların, dehrin mütecaviz kandırmacaları karşısında tebessümlerinin ardında saklı hüzünle arz-ı endam eden insan numunelerinin "eyvallah" ettiği. fıtrat özlemi. yalnızlık: halvet. bırak gafleti; "nefes" al, nefes ver: huş der dem. her nefes kurar hayy'dan hu'ya uzanan bir köprü. nazarın, nazar ber kadem sonra sefer dem vatan ve her dem halvet der-encümen...

    ayrıca "halvet der encümen" bir sadık yalsızuçanlar hikâye kitabı. modern zamanların mütevazı dervişi, edip cansever'den alıntıladığı birkaç mısra ile başlıyor şiir tadındaki şiir gibi öykülerine:

    "giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
    yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
    ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
    gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
    bir yankı: durmadan yalnızsınız
    durmadan yalnızsınız"

    ve kalabalıklar içindeki "yalnızlık", yalnızlık içindeki kalabalıklar hakkında "bir şeyler" söylüyor:

    "...konuştukça içimdeki uğultu büyüyor, dedi kadın. büyüdükçe daha çok konuşuyorsun, dedi adam. insanlara karıştıkça yalnızlığım artıyor, dedi kadın. yalnızlaştıkça daha çok karışıyorsun, dedi adam.yaşadıkça acılarım çoğalıyor, dedi kadın. acıların çoğaldıkça yaşadığını sanıyorsun, dedi adam. sana yaklaştıkça uzaklaşıyorum, dedi kadın. uzaklaştıkça yaklaşıyorsun, dedi adam. yalnızlığın uğultusu.. diye fısıldadı kadın, buna dayanamıyorum artık. dayandıkça koyulaşacak, dedi adam. pencereden usançla baktı kadın. sokakta her zamanki can sıkıntısı ve telaş. satıcılardan, tüpgazcılardan ve çocuklardan yükselen bağırtıya, bariyerlere, inşaat artıklarına, betonla yaprağın kaynaşmakta gösterdiği çaresizliğe baktı..."

    "...koyulaştıkça dayanılmazlaşıyor, dedi. ötekini dinlemenin dayanılmazlığına baktı bu kez, konuşmanın ağırlığına. sokakta pervasızca yürüyen köpeğin yılgınlığına. kendilerini satılığa çıkarmış gibiydiler. bir tellal gibi bağırıyordu yalnızlıkları. efendisine yakarıyor, 'siz benden daha iyi bir köle bulabilirsiniz fakat ben sizden daha iyi bir efendi bulamam' diyordu. evlilik, arkadaşlık, akrabalık, komşuluk sanılan beraberliklerin yakarışına bakıyor, yüreğine dokunan sözlerden gözyaşlarını tutamıyordu yalnızlık. kölesini satmaktan vazgeçiyordu."

    sonra hüseyin hatemi'ye kulak veriyoruz hep birlikte; "olgunluğa hasret"ine:

    "ammâ ne inziva? dediğin kûh-u gaar değil,
    'halvet der encümen' oda ister bu pişmede.

    'halvet der encümen' ki demir leblebi demek,
    ağyar her taraftan görünce üşüşmede.

    gel hâtemi bu hüznü bırak, fahr-i âlem'in
    çağlar aşan sesiyle gönül aşka düşmede."

    kûh-u gaar ya da kûh-u gâr: dağlarda bulunan sığınılacak mağara.
    ağyar: yabancılar, el.
    fahr-i âlem: kâinatın iftihar tablosu, islâm peygamberi.
  • bir zâtın kedisi varmış, 'öyle güzel eğittim ki bir insan gibi şöyle şöyle oturur kalkar, böyle böyle yer' diye arkadaşlarına över dururmuş. bir gün arkadaşı da demiş ki, 'madem bu kadar özel kedi, bir davet ver de görelim maharetini.' derken, davet günü gelmiş çatmış. sofralar pek güzel, kedi de pek edepli; zâtın dediği kadar varmış. tam yemeğin ortasında dâveti isteyen kişi cebinden fareyi çıkarmış, kediye göstermiş. eh kedi de kendinden geçip ortalığı yıkıvermiş (hoş fareyi şimdiki bizlere gösterseler aynı tepkiyi de verebilirdik ya, demek o zamanlarda daha normal karşılanıyormış).

    bu kıssa nefsimize örnek olması münâsebetiyle bana anlatıla geldi hep. nefsimizi şöyle edeplendirdik, böyle terbiye ettik demekle olmuyor, zira bir fareye bakıyor iş. diyelim kendimizi kapatıyoruz bir köşeye, efendim gıybet yok, nemâmcılık yok, filan şekilde davranmayacağım, bundan böyle bu kötü huyları değiştireceğim diyoruz, başlıyoruz ibadete. şöyle güzel zikrediyor, böyle huşû ile kılıyoruz namazı (daha doğrusu öyle zannediyoruz). fakat odadan çıkıp insan içine çıkınca (insan görünce) tüm terbiyemiz oluyor yerle yeksân. zira hem kendi kendimize değişmemiz, kendimizi terbiye etmemiz o kadar kolay değil (bunun için allah'ın yardımı gerek) hem de bunu imtihan olmadan, dünyadan azâde bir kuytu köşede yapmak da yetmiyor. yani tabiri caiz ise, fareyi göre göre terbiye 'edilmek' şart. fare yerine koy en sevilen arkadaşlarla oturup dedikodu yapma keyfini, ticarette insanlarla haşır neşir olmayı, hoca iken talebe; talebe iken hoca karşısında olmayı.. vs. vs. gider. belki debu sebeple nakşî şeyhleri (en azından benim bildiğim kolu) halvet der encümen (halk içinde hak ile beraber olma) ilkesini benimsemişler ve mürîdlerini de bu yola teşvik etmişlerdir. mürşîd (kulun allah'tan yardım istemesine cevap olarak onun terbiyesine vesile kıldığı zat) de mürîdi halk içinde kaybolmasın ve hakkı bulsun diye elinden tuttuğu, onu terbiye ettiği kişidir (burada hakkı bulmaktan kasıt, allah ile beraber olduğunu unutmayıp gafil olmama ve her amelini buna uyarak yapma gayretinde olmaktır). işin özü, nakşî şeyhleri, müridlerini 'fareyi' göstere göstere, nerede, nasıl ondan sakınılacağının yordamını öğreterek terbiye eder; onlar da böyle terbiye edildiği için işin inceliklerini bilirler. böylece múmin, elinden ve dilinden emin olunandır mazharına layık olabilir.

    kişinin kendi karakterini dahi öyle kolayca degiştirememesi aslında çok teemmul edilmesi gereken bir mesele benim nazarımda. bir insan en çok kendisini bilir, ve kudreti en çok kendi üzerinde olması gerekirken nasıl huyunu değiştiremiyor, bu nasıl kendi amelinin hâliqi olmaktır? kendi huyunu dahi yardım olmaksızın değiştiremeyen insan neyi değiştirebilir? açıkçası ben tüm çabalarıma ragmen sevmediğim huylarımın olduğu gibi durduğunu görünce tam bir acziyet içinde çöktüm ve rabbimin yardımı olmadan pek bir şey başaramadığımı 'eskiye' nazaren birazcık daha kavradım.

    ekleme: bu yazıya kimi itirazlar olabilir. benim aklıma gelen bir kaç tane var ama sonra yazmayı düşünüyorum onun için.
  • gönlümde, seninle özel sohbet ederken
    cismimi, mubah kıldım benimle oturana.
    bedenim, yanındakiyle ünsiyetler kurarken
    kalbimin sevgilisi, dosttur gönlümde bana.
  • “tevhid ehli, bedenleriyle eşyada (dünyada) bulunur, ancak ruhlarıyla dünyadan ayrı olurlar.”

    cüneydi bagdadi
  • halk içre hakk ile beraber olabilme.
hesabın var mı? giriş yap