• korku ile ümit olmak demektir.
    hadis i şerifte buyuruldu ki: "havf ve reca arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur."
  • "yeryüzünü ıslah ettikten sonra fesat çıkarmayın. hem korku, hem de ümit ile o'na kulluk edin! şüphe yok ki iyilik edenlere allah'ın rahmeti yakındır!" * *
  • hz. ömer şöyle örneklemektedir:

    "denilse ki tek kişi cennet'e girecek; ben olduğumu ümit ederim. denilse ki tek kişi cehenneme girecek; ben olmaktan korkarım"

    korku ve ümit sarkacında sallanacaksınız yani.
  • bu konuda hz.omer 'e katiliyorum

    "denilse ki tek kişi cennet'e girecek; hz. omer olduğumu ümit ederim.
    denilse ki tek kişi cehenneme girecek; hz. omer olmasindan korkarım"

    hem korkarim, hem umit ederim yani. (butun ahiret planimi buna gore yaptim)
  • bir mümin için ikisi de birbirine denktir.
  • mümin olarak kalmasını sağlamak için vardır.

    namazını kılmazsan cehennemde kor alevlerde yanarsın, derin kızarınca yenisiyle değişir tekrar yanarsın.
    namazını kılarsan cennette billur ırmaklardan kevser şarabı içip camdan saraylarda huriler ile meşk edersin.

    böyle düşününce sanırım en iyi müslümanlardan biri yunus emre imiş.

    aşkın aldı benden beni
    bana seni gerek seni
    ben yanarım dün ü günü
    bana seni gerek seni

    ne varlığa sevinirim
    ne yokluğa yerinirim
    aşkın ile avunurum
    bana seni gerek seni

    aşkın aşıklar oldurur
    aşk denizine daldırır
    tecelli ile doldurur
    bana seni gerek seni

    aşkın şarabından içem
    mecnun olup dağa düşem
    sensin dünü gün endişem
    bana seni gerek seni

    sufilere sohbet gerek
    ahilere ahret gerek
    mecnunlara leyla gerek
    bana seni gerek seni

    eğer beni öldüreler
    külüm göğe savuralar
    toprağım anda çağıra
    bana seni gerek seni

    cennet cennet dedikleri
    birkaç köşkle birkaç huri
    isteyene ver anları
    bana seni gerek seni

    yunus'dürür benim adım
    gün geçtikçe artar odum
    iki cihanda maksudum
    bana seni gerek seni
  • gazali'nin kendi güzel yorumunu kattığı mevzudur.

    hazret, "gençlikte havf (korku) ağır basmalı, ihtiyarlıkta ise insan kendisini recanın (ümit) kollarına bırakmalıdır," der. elhak, doğru da söyler.

    gençlik, adem evladının bazı hislerinde sınır tanımadığı bir zaman dilimi olduğu için, insan bu taşkınlıklara karşı bir siper gibi havfın müstahkem surlarına sığınmalıdır. hocasına karşı, "akıbetimden çok korkuyorum," diyen talebeye, "korkma; titre!" diyen hoca yerinde bir cevap vermiştir.

    ama ihtiyarlık ise, bunca geçen senenin sonunda, allah'ın rahmetinin her zerrede duyulması gereken bir zaman dilimidir.

    tabi, bu denilenlerden insanları korkutma çabası içinde olduğumuz anlaşılmasın. allah'ın rahmeti her zaman gazabının önüne yer aldığı için, gençlikte yapılan hatalardan sonra da o'nun rahmetine sığınmak icap eder. tıpkı sütü döken ve merhamet dilenen kedi gibi. veyahut da yaramazlık yapsa da, teselliyi yine annesinin şefkatli kollarında bulan çocuk gibi...

    gidilecek başka bir kapı var mıdır acep o'nun kapısından başka!..
  • “(allâh’ım!) içimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günâh) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?” (el-a’râf, 155)

    insan hayatı, havf ve recâ, yâni “korku” ve “ümid”lerin çalkantısı içinde seyreder. bir mü’min gönlünde havf ve recânın karşılıklı bir âhenk ve denge içinde yaşanabilmesi, zarûrîdir. zîrâ korkunun ifratından “yeis”, tefritinden ise “emniyet ve te’minat” hissi hâsıl olur. bu itibarla allâh’ın azâbından emîn olmak veya zıddı olan rahmetinden ümidsizliğe düşmek, menedilmiştir. kâmil bir mü’min, bu iki hâli dengeli bir şekilde devam ettirendir. âyet-i kerîmede buyurulur:

    “(o muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı)yataklarından kaldırırlar.. rabblerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler. ” (es-secde, 16)

    mutlak yeis, yâni ümidden kesilme, insanın kendisini afv ve mağfiretin dışında görme gafletidir. neticede allâh’ın rahmet tecelliyatını, kudret ve azametini inkâr etmektir.

    mutlak yeisin tam zıddı olan mutlak emniyet de, cenâb-ı hakk’ın esmâ-yi ilâhiyyesinden “kahhâr” sıfatına karşı duyarsız kalmak veya azâbı küçümsemektir.

    hâsılı allâh korkusunu mutlak yeis hududuna getirmemek ve aynı zamanda ümîdi de mutlak te’minat altına yaklaştırmayıp dengeyi muhâfaza etmek lâzımdır. yaşadığımız deprem hâdisesi gibi fevkalâdelikler, bu dengeyi muhâfaza etmenin güçleşmesi gibi bir netice doğurur.

    bir mü’min “cennete bir tek kişi girecek!” dense “acaba ben miyim?”; “cehenneme bir tek kişi girecek!” dense “yoksa ben miyim?” hâlet-i ruhiyesinin içinde bulunmalıdır.

    allâh -celle celâlühu-, ilâhî korkuları kulların kalblerine işlemek ve onları hevâ-heveslere ve şehvetlere düşmekten korumak için göklerden indirdiği, yerlerden infilâk ettirdiği birtakım âfet ve musîbetlerlerle de îkâz ve terbiye etmektedir. bu âfetlerin gelişi-güzel vukûa geldiğini, bir tesâdüfün neticesi olduğunu zannetmek, müthiş bir gaflet ve hüsrandır. meçhul ufuklardan kopup gelen âfetlerin binlerce kişiyi ölüme ve yaralanmaya sürüklemesi, sayısız insanları bîçâre ve bîkes bırakması, hikmetsiz ve ibretsiz değildir. aksi halde dünyâya geliş ve gidişin, ilâhî program ve hassasiyetin mantıkî mânâsını kabul ve îzâh etmek imkânsızlaşır. bu âfetler, hiç şüphesiz aynı zamanda kâinatın hâlıkının azamet, kudret ve îkâz tecellîleridir.

    hazret-i mevlânâ buyurur:

    “içinde bulunduğumuz cihân hududlu ve fânîdir. aslolan ebedî ve sonsuz âhıret yurdudur. aklını başına topla da bu cihanın soluk nakışlarını, bozulacak olan şekillerini ve eriyecek olan sûretlerini ebedî âleme karşı kalbinde bir perde hâline getirme!”

    “her ne kadar bu dünyâ, senin nazarında çok büyük ve nihayetsiz ise de bilesin ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir. gözünü aç da bir bak; bir zelzele, bir kasırga, bir sel felâketi dünyâyı ve içindekileri ne hâle getiriyor!”

    işte ülkemizde daha yeni yaşanan ve “mahşere küçük bir misâl olacak” dehşetengiz sahneler! işte yerle bir olmuş mâmûreler! işte hazret-i peygamber’in bir kıyâmet alâmeti olarak zikrettiği ânî ve toplu ölümler!..

    bütün bunlarda bizler için sayısız ders ve ibretler vardır. dolayısıyla yaşanan âfetin zâhirî sebeplerden ziyâde mânevî bir perspektiften tahlîli ile ibret dolu büyük bir felâkete ilâhî takdîr yönünden bakmak ve onu materyalist bir dünyâ görüşü ile değil, îmânî ve islâmî ölçülerle değerlendirmek hususunda hatâya düşülmemelidir.

    kâinât, mikro âlemden makro âleme, istikbaldeki normo âleme kadar ilâhî bir nizâm ve hassasiyet içinde programlanmıştır. güneşin ve semâdaki birçok cesîm kütlelerin hareketinden ve bir atomun içindeki en minimum varlıkların deveranından esrârlı ışınlara kadar hepsi idrâk ve hayâl ötesi kudret akışları içinde seyreder. ilâhî irâdenin programına her şey tâbî durumdadır. bir îmânsız dahî güneşin sür’atinin artması veya azalmasına, günün 24 saatin altına inmesi veya üstüne çıkmasına ihtimal vermez. vicdanen ilâhî irâdenin gücünü takdir eder. ancak nefsâniyeti îcâbı reddederek kâinatta nizâmın temel kanun ve kâidelerini “tabiat kanunları” tabiriyle kendinden müessir birer kuvvet ve kudret kaynağı şeklinde ifade gafletinde bulunur. oysa bu kanun ve kaideler, kısaca “âdetullâh” veya “sünnetullâh” denilen hakîkatlerdir.

    hiç şüphesiz bu âlem, sebepler âlemidir. sebeplerin müsebbibi olan allâh -celle celâlühu-, her şeyin husule gelmesini diğer bir sebebe bağlamıştır. zîrâ ilâhî irâde sebepsiz tecellî etmiş olsaydı, ne o tecellînin şiddetine tahammül olunabilir, ne de bu âlemin bir imtihan âlemi olma vasfı bâkî kalırdı. dolayısıyla nur-i irfân sahipleri, sebeplere değil, müsebbib ve müessire bağlanırlar. ilâhî müşâhedeye nâil olmayanlar ise, sebepler içinde âvâre bir şekilde dolaşıp dururlar. sadece fiziki sebeplere, yâni fay hatlarına takılı kalırlar.

    cenâb-ı hakk, münkir ve zâlimleri cezâlandırmak için bazı tabiat hâdiselerini alışageldiğimiz ilâhî programın dışında, yâni maddî ve mânevî azaplara bağlı olarak tahakkuk ettirir. yâni ateşin, suyun, rüzgârın ve diğer tabiî unsurların muhtevâsında müşâhede olunagelen yapıcı vasfı, ikinci plana iterek tahrip edici bir kuvvet hâline getirir. dolayısıyla tabiatta meydana gelen hâdiselerin temelindeki murâd-ı ilâhîyi veya çoğu kere de izn-i ilâhîyi görmemek, kısır ve bazen de kör bir perspektife takılıp kalmak demektir. bu gaflete düşenleri îkâz sadedinde hazret-i mevlânâ buyurur:

    “unutma ki bu dünyâ, ilâhî kudret önünde âdetâ bir saman çöpüne benzer. ilâhî irâde, bazen onu yükseltir, bazen alçaltır. bazen sağlam, bazen kırık dökük bir halde bulundurur. onu bazen sağa, bazen sola götürür. bazen gül bahçesi hâline kor, bazen de diken hâline…”

    zîrâ cenâb-ı hakk, bu âlemin bir imtihan âlemi olmasını murad etmiş, bu sebeple âlemde “kahır” ve “lutuf” gibi iki zıd keyfiyeti içiçe tecellî ettirmiştir.

    lutuf tecellîsi, kulların istihkaklarına bağlı olmamakla birlikte bazen samîmî duâ, niyaz, sadaka ve çeşitli amel-i sâlihler vesîlesiyle de tahakkuk eder.

    kahır tecellî ise, evleviyetle haram, zulüm ve kitlevî azgınlıklar sebebiyle gerçekleşir. bununla beraber bazen de kulun sabır, tevekkül ve teslîmiyet imtihanını gerçekleştirmek ve bu sebeple onu yüceltmek maksadına bağlı olarak tecellî eyler. böylece cenâb-ı hakk, kullarını zaman zaman muhtelif şekillerde imtihân etmektedir. bunu âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurur:

    “andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan ederiz… (ey rasûlüm!) sabredenleri müjdele!..”(el-bakara, 155)

    gerçekten de son günlerde yaşadığımız ilâhî imtihan, âyette sayılanların hepsini muhtevî bir şekilde gerçekleşmiştir. rabbimiz cümlemizi sabrile müjdelenenlerden eylesin!

    peygamberlerin dahî, masumiyetlerine rağmen çok büyük eziyetlerin çile çemberinden geçmeleri de bu hikmetlere mebnîdir. eyyûb -aleyhisselâm-‘ın bu husustaki imtihanı pek câlib-i dikkattir:

    cenâb-ı hakk, bu şânı yüce peygamberini imtihan etmeyi murâd ile evvelâ mallarını elinden aldı. bir sel ile koyunlarını, bir rüzgâr ile de ekinlerini mahvetti. ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını vefat ettirdi. daha sonra da bütün bunlar karşısında telaşesiz, sükûnet ve büyük bir tevekkülle rızâ hâlini yaşayan hazret-i eyyûb’a da ağır bir hastalık verdi. eyyûb -aleyhisselâm- bu hastalık hâlinde de şikâyet ve feryadda bulunmadı. teslîmiyetini muhâfaza eyledi.

    onun bu dâsitânî sabrı ve teslîmiyeti neticesinde allâh teâlâ, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdi ve ona âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte eski hayatını misli ile iâde etti.

    bu misâl de gösteriyor ki, birtakım âfetlerde hükmen şehîd durumundaki masum çocukların, sâlih kimselerin ve bu iptilâ ile günâhları mağfiret olunması istenen kulların bulunması da tabiîdir. bu husustaki hadîs-i şerîflerde buyurulur:

    “bir kul için allâh kendi katında bir derece takdir etmiş de o kul o dereceye ameli ile erişememişse, allâh, dünyâda onu bazı musîbetlerle müptelâ kılar. sonra da kendisine o belâya karşı sabır ihsân eder, ki o dereceye erişebilsin!” (ramûz)

    “kulun allâh indinde bir mevkîi vardır ki, ona ibâdetle erişemez. o mevkîe erişinceye kadar allâh, ona hoşuna gitmeyen şeyler (iptilâlar, musîbetler) verir.” (ramûz)

    hazret-i mûsâ, tûr-i sînâ’ya giderken yolu üzerinde bir şahsa rastladı. o şahıs hazret-i musâ’ya:

    “-ey kelîmullâh! bir hâcetim var; ne olur, tur-i sînâ’da rabbime niyaz eyle de kabul buyursun!..” dedi.

    hazret-i musâ:

    “-hâcetin nedir? söyle de ona göre duâ eyleyeyim_” deyince o kişi:

    “-ey allâh’ın peygamberi! bu, benimle rabbim arasında bir sırdır.” dedi.

    vaktaki mûsâ -aleyhisselâm- tûr-i sînâ’ya vardı, rabbiyle konuştu ve o kişinin de hâceti için duâ eyledi. cenâb-ı hakk da bu duâyı kabul buyurduğunu kendisine bildirdi. buna sevinen hazret-i mûsâ, bu müjdeyi vermek için dönüşte o kişiye rastladığı yere uğradı. bir de baktı ki, canavarlar onu öldürüp parçalamış! bu hâle son derece teaccüb etti ve:

    “yâ rabb! bu nasıl bir sırdır? onun hâcetini kabul eylemiştin?” diye niyazda bulundu.

    bunun üzerine cenâb-ı hakk, kendisine şöyle buyurdu:

    “-ey mûsâ! o kulum benden öyle bir mânevî makam istedi ki, kendi gayret ve amelleriyle arzusuna nâil olması mümkün değildi. bunun için ona görmüş olduğun iptilâyı verdim. böylece onu, bu iptilâ ile indimde arzu ettiği makama yükselttim.”

    yine hadîs-i şerîfte buyurulur:

    “allâhü zü’l-celâl hazretleri, bir kula bir musîbet veya daha fazlasını vermişse, ancak bu musîbet sebebiyle afvedeceği günâhı veya yine bu musîbet sebebiyle ulaştıracağı bir dereceyi vermek gibi iki haslet için vermiştir.” (ramûz)

    bunun içindir ki kahır tecellîsi, ümidsizliğe; lutuf ise, mutlak bir emniyet ve itmi’nâna sebep olmamalıdır.

    diğer taraftan belli bir periyoda bağlanmamış birer sünnetullah olan zelzeleler, yangınlar, harpler, düşman işgalleri, taunlar, kuraklıklar ve bunların zıddı olan rahmet ve bereketler, kulların kalbî yapısına göre şekillenirler. kulların ekserîsi sırât-ı müstakîm üzereyse, yağmurlar bereket ve rahmet olarak iner, seâdet ve huzura vesile olur. ancak cemiyetteki fertlerin ekseriyeti nefsânî temâyüllere meyletmişse ve galebe şerde ise, yâni vicdanlar kirlenmişse, kalblerde isyan hattı vukû bulur ki, bu da, rahmet olan yağmurların sel felâketine dönmesine veya tamamen kesilip kuraklık âfeti olmasına, bazen de zelzelelere zâhirî bir âmil olarak gösterilen altımızdaki fay hatlarının infilâkının zuhura gelmesine sebep olur. bu tip acı hâdiseler, hiç şüphesiz insanların isyanları ve günahları sebebiyle meydana gelir, yâni vicdanların kirlenmesiyle rûhlarda yaşanan mânevî bir depremin ardından yeryüzünün felâketleri tahakkuk safhasına girer. âyette buyurulur:

    “allâh teâlâ, bir kavme verdiği nîmetini, onlar kalblerinde bulunanı değiştirmedikçe tağyîr buyurmaz!” (er-ra’d, 11)

    allâh -celle celâlühû-, hâşâ zâlim değildir. fakat bu felâketlerin âsî ve zâlim kulların hak etmesiyle zuhura geldiği bir gerçektir. ilâhî nizama ve kudsî esaslara karşı koyanların ilâhî intikamın acı tatbikatıyla karşılaşmaları kaçınılmazdır. allâh teâlâ buyurur:

    “… o’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. o, yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahî bilir. yaş ve kuru ne varsa, apaçık bir kitaptadır.” (el-en’âm, 59)

    allâh’ın izni olmadan bir yaprak dahî düşmez iken koca bir ülkenin gelişigüzel ve şuûrsuz bir şekilde sallandığını kabul etmek, idrâk ve iz’an dışıdır. her şey bir hikmet ve sırra mebnîdir.

    bu felâket, elbette birtakım zâhirî sebeplerle vukûa gelmiş, binâların çürüklüğünden kurtarmadaki kifâyetsizliğe kadar çeşitli müessirler, onun çapının teşekkülünde rol oynamıştır. bununla beraber görebildiğimiz-göremediğimiz, şahsını tayin edebildiğimiz-edemediğimiz pek çok insanın kalbî âleminden, yâni isyan ve itâat duygularından fiilî hareketlerine kadar mânevî birçok müessirin de rol oynadığı bir hakîkattir. hâdisenin sırf akıl süzgecine takılan yönlerini görüp de bu mânevî müessirleri görmezden gelmek, pek azîm bir hatâdır. hele bazı gâfillerin, isyanlarına nedâmet getirecekleri yerde âdetâ onu daha şiddetlendirmiş bir surette ortaya koymaktan çekinmemeleri, ne hazin bir aldanıştır. üstelik musîbet, zâhirî ve bâtınî yönüyle henüz tamamen atlatılmış gözükmemekteyken…

    hazret-i mevlânâ böyleleri için ne güzel buyurur:

    “dertlerine devâ olarak gelen ilâhî ihtarlardan gönle şifâ bir ilaç gibi istifade edecekken onu kendilerine can alıcı bir zehir hâline getirenlere çok yazık! işte bu yüzdendir ki cenâb-ı hakk’ın öfke perdesi, onların gözlerindeki karanlığı artırmaktadır. onlar, önlerinde kendilerini helâk için bekleyen ateş dolu cehennem çukurunu göremiyorlar! vay hâllerine!..”

    gelen âfetler hususunda tedbire dikkat eylemek de elbette zarûrîdir. îcâb eden beşerî gayret ve tedbirlere riayet ettikten sonra allâh’a tevekkül etmelidir. aksi halde içi boş, kuru bir tevekkül doğru değildir.

    hazret-i ömer -radıyallâhu anh-, yıkılmak üzere olan bir duvarın yanından geçerken oradan hızlı bir şekilde âdetâ kaçarcasına geçmişti. yanında bulunanlardan bazıları:

    “-ey mü’minlerin emîri! allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dediler.

    bunun üzerine hazret-i ömer -radıyallâhu anh-:

    “-allâh’ın bir kaderinden diğer bir kaderine sığınıyorum.” buyurdu.

    ancak maddeci bir görüşle bakanlar, tedbirin rolünü mübalağalandırırlar ve:

    “evler sağlam yapılmış olsaydı, bu belâ başımıza gelmezdi.” diye düşünürler.

    halbuki oluş, ilâhî takdire dayanınca asıl müessir, tedbiri mağlup eder, murâd-ı ilâhî yine gerçekleşirdi. yâni deprem, 7.4 şiddetinde olmaz, farazâ 11.4 şiddetinde olur veya başka bir müessir âmil zuhur ederdi. bunun günümüzdeki misâli japonya’daki kobe depremidir. orada her türlü tedbir alınmıştı. evler ahşap olarak inşâ edilmişti. ama ne yazık ki, deprem felâketiyle birlikte gaz boruları infilâk etti, büyük bir yangın çıktı ve altı bin insanın yanarak ölmesi engellenemedi. hâsılı kobe’deki yirmi saniye, insanların yıllardır biriktirdikleri her şeyi yok etmeye kâfî geldi.

    demek ki biz kuluz. tedbirle mükellefiz. fakat bilmelidir ki tedbir, takdire rağmen bir netice veremez. takdirin paralelinde bulunduğu müddetçe ondan bir netice hasıl olur. bu hakîkatin tersine hareket, semud kavminin düştüğü helâk çukuruna yuvarlanmak demektir.

    semûdlular, kendilerinden önce isyanları ve azgınlıkları sebebiyle gazaba dûçâr olan âd kavminin helâkini, azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde:

    “âd kavmi, sağlam binâlar yapmadığı için helâk oldular. zîrâ onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. gelen fırtınalardan herhangi bir zarar görmeyiz..” demişler ve yüksek yerlere kayaları oymak suretiyle kendilerine ustaca evler yapmışlardı.

    ancak onlar da, âd kavmi gibi rabblerine âsî olarak sapıklığa düştüklerinden azâba uğratıldılar. altlarından gelen şiddetli bir sayha, onları helâk eyledi. allâh teâlâ buyurur:

    “zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.”

    “sanki orada hiç oturmamışlardı. biliniz ki semûd kavmi gerçekten rabblerini inkâr ettiler. yine bilesiniz ki, semûd kavmi (allâh’ın rahmetinden) uzak kılındı.”(hûd, 67-68)

    bu hakîkat çerçevesinde düşündüğümüz zaman birkısım âfetlerden kurtulmanın çâreleri olarak sırf sağlam binâlar ve emîn mekânlar edinmeyi ön plana almanın kâfî olmadığı açıkça görülür. zîrâ yeryüzünde fesad, fitne, nankörlük, isyan, günah ve azgınlık gibi cenâb-ı hakk’ın gazabını mucib durumların artması, azâb-ı ilâhînin tuğyan etmesine sebep olur. karada ve denizde düzen bozulur, felâketler ardarda gelir. bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

    “insanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat belirir(düzen ve âhenk bozulur, âfetler zuhûr eder) ki allâh (insanların) yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler_” (er-rûm, 41)

    âyet-i kerîmede kulların azgınlıklarına dünyâda verilen cezâ hususunda “bir kısmı” ifâdesi kullanılmakta ve asıl azâbın âhırette olduğuna işaret edilmektedir. ayrıca bu cezânın bir tenbih ve îkâz mâhiyeti taşıyıp kulların azgınlıklarını terbiye vasfında olduğu da beyan edilmektedir.

    dolayısıyla böyle hâdiselerin vukû bulduğu zamanlarda diğer vakitlerde olduğundan daha ziyâde cenâb-ı hakk’a sığınmalı ve istiğfârı dilden düşürmemelidir. zîrâ cenâb-ı hakk, âyet-i kerîmede:

    “…onlar istiğfâr ettikleri takdirde allâh kendilerine azâb edecek değildir…” (el-enfâl, 33) buyuruyor.

    istiğfârla birlikte belâların def’i, hayırların celbi için iki rek’at hâcet namazı kılıp rahmân olan allâh teâlâ’nın merhamet ve şefkatine ilticâ etmeliyiz. allâh buyurur:

    “ey îmân edenler! sabır ve namaz ile allâh’dan yardım isteyin!” (el-bakara, 153)

    ayrıca hadîs-i şerîfte buyurulan:

    “bir kimse bir musîbet-zedeyi tâziye ederse (yâni maddî ve mânevî gönlünü hoş ederse), onun ecrinin bir misli ona da verilir.” (ramûz) beyânındaki sırrı yaşamalıyız.

    zîrâ bizler, o musîbet-zedelerin yerinde olabilirdik; onlar da bizim yerimizde olabilirdi. dolayısıyla içinde bulunduğumuz ahvâlin şükrü sadedinde onlara karşı bir infak seferberliğine girmemiz zarûrîdir. âfet bölgelerindeki o mahrum, mağmum, yaralı ve yorgun insanlara “şefkat li-halkıllâh” şuûruyla ellerimizi ve gönüllerimizi uzatmalı, imkânlarımız ölçüsünde acı ve ızdıraplarına merhem olmalıyız.

    diğer taraftan hazret-i mevlânâ’nın:

    “böyle durumda sen allâh’a yalvarmaya bak! ağlayıp inle, tesbîhe sarıl, amel-i sâlihleri artır!” buyurduğu gibi amel-i sâlihleri artırmalıyız.

    çünkü bizler, binlerce kulun ölümüyle neticelenen elîm bir âfetten sonra tekrar dünyâya döndürülmüş ve kendilerine amel-i sâlih için mühlet verilmiş kimseler durumundayız. artık âdetâ yeniden bağışlanmış bir hayatı yaşıyoruz. öyle ki, bu durumda mahşer günü demeye de mâzeretimiz kalmamıştır. o halde yaşanan acı ve îkâz dolu hâdiseler bizler için ciddî bir intibaha vesîle olmalı ve derin bir tefekkür-i mevt iklîmine girerek “ölmeden evvel ölünüz!” sırrı ile hayatımızı rızâ-yı ilâhî istikametinde yeniden tanzim etmeliyiz. hususiyle hakk’a tevekkül ve rızânın sekînet ve muvâzene ufkunda gönlümüzü sabır, teslîmiyyet, istikâmet ve duâlar ile yoğurmalıyız.

    mûsâ -aleyhisselâm-‘ın tûr-i sînâ’da yaşanan deprem üzerine cenâb-ı hakk’a ilticâsını ihtivâ eden şu âyet-i kerîme ne güzel bir ibret, istikamet ve duâ talimidir:

    “mûsâ tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş kişi seçti. onları o müthiş deprem yakalayınca mûsâ dedi ki: ” (el-a’râf, 155)

    görüldüğü üzre peygamberler dahî ilâhî imtihandan berî olmamış ve muhtelif şekillerde belâ ve musîbetlerle tevekkül, teslîmiyet, rızâ, allâh korku ve muhabbeti gibi hususlarda âdetâ gönül kontrolünden geçmişlerdir. neticede hepsi de dâimâ “havf ve recâ” hâlini muhâfaza etmişler ve cenâb-ı hakk’ın takdîr, tebcîl ve taltîf buyurduğu seçkinler zümresinin birer sertâcı olmuşlardır. o halde bizlere gereken de her hâlükârda, yâni rahatlık ve geniş zamanlarda da, sıkıntı ve darlık zamanlarında da “havf ve recâ” dengesini muhâfaza edip cenâb-ı hakk’ın rızâsı istikametinde yaşayabilmektir.
  • havf ve recâ (korku ve ümit), sûfinin her halinde bulunması gereken iki
    haslettir. kulluğun sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için, havf ve recânın tek
    taraflı olmaması, birbirine eşit ve dengeli olması gerekir.

    havf ve recâ, nefsin iki dizginine benzetilmiştir. dizginler müsavi tutulursa, nefs zapt edilir ve doğru istikamette gitmek mümkün olur. havf ve recâ, kuşun iki kanadına da benzetilmiştir. kanatları eşit olmayan kuşun doğru istikamette uçması mümkün olmadığı gibi, havf ve recâsı eşit olmayan kişinin de kulluğunu doğru istikamette yürütmesi mümkün olmaz.
  • havf ve reca (korku ve ümit)

    korku ve ümit, kulu frenleyen iki dizgindir. hallerinde, işlerinde ve vakitlerinde kişiyi doğru olana yönlendirirler. bunlardan biri fazla olursa kul yolda kalır (ikisinin dengeli olması lazımdır). bundan dolayı korku halinde kulun allah’tan ümidini kesmemesi, ümit halinde de allah’ın gazabından emin olmaması gerekir ki doğru hareket edebilsin, işi hatalardan arınsın. korku galip geldiği zaman kulu ümitsizliğe düşürür; ümit galip geldiği zaman da aşırı güvenle ameldeki kusurlarını görmemeye yol açar.

    recanın alameti kulun gücü yettiğince ibadete yönelmesi, havfın alameti de bütün dine aykırı davranışlardan kaçınmasıdır. havfın hakikati ancak reca sahibinde (umanda), recanın hakikati de ancak havf sahibinde (korkanda) kendisini gösterir. peygamber s.a.v. buyurmuştur ki: “müminin ümidiyle korkusu tartılsaydı birbirine tam denk gelirdi.” (beyhakî; ahmed)
hesabın var mı? giriş yap