• büyük süpermarket için kullanılan isim.
    (bkz: carrefour)
  • (bkz: grosmarket) (bkz: satış sarayı)
  • rekabet kurumu der ki:
    supermarketlerden daha genis olan ve daha çok urun iceren, iclerinde kuru temizleme, balikci, fotografci gibi isletici firmalar barindirabilen magazalardir.
  • ayrica 2500m2'den buyuk olmasi da gerekmekte.
  • yeni bir yasa tasarısı ile küçük esnafı korumak amacıyla şehirdışına taşınması planlanan ve valilik iznine bağlı olarak haftasonlarında kapalı olması düşünülen devasa marketler.
  • tanıdığımı sandığım türkiye, beni sırtımdan bıçaklamazsa, büyük market zincirlerinden birinin sahibi milletvekili iken, değil şehir dışına, bir sokak aşağı bile taşınamayacak marketlerdir. derler ki çok büyük olanları postalayalım, meydan bize kalsın, o zaman yurdumu tanımanın gururu içinde başım dik yürürüm.
  • birtakım ürünlerde düşük kar marjı uygulayarak uygun fiyata satan, buradaki düşük kar marjını ise başka birtakım kalemlerde fahiş karlar uygulayarak ortalama seviyesine çeken marketlerdir.

    misal, süt, çay, şeker, sucuk(vakumlu paketler), deterjan, içecekler(kola vb.) daha düşük kar marjıyla satılırken, peynir, zeytin, kuruyemiş, kozmetik ve manav reyonlarında fahiş kar oranları ile satış yapmaktadırlar.

    işim gereği, bir markete girdiğimde şarküteri reyonunu daha bir dikkatle inceliyorum. mandıra çıkışı 11tl/kg olan bir peynirin 16-18 tl arası satıldığını görünce delleniyorum. zeytinde durum daha da vahim %150'ye kadar çıkabiliyor kar oranları. ( kipa, tansaş, carrefour,migros ve istanbuldaki bazı yerel market zincirlerinde karşılaştığım bir durumdur.)

    kuruyemiş, manav ve kozmetikte ise sadece bir müşteri olarak değerlendirme yapabiliyorum. 4,25 liraya aldığım deodarantım migrosta 8 liraya satılıyor mesela.

    sonuç olarak bu hipermarketlerin ucuza satma gibi bir durumu yok. ( dönemlik indirimli ürünler bahsettiğim konunun dışındadır) bir dengeleme politikası sonucu ucuzuz havası yaratılmakta.

    not: gidin peynirinizi peynirciden alın aga. hem büyük ihtimalle daha ucuza alırsınız hem de daha kaliteli ve lezzetli ürünler tüketmiş olursunuz.
  • adı fransızca’yı çağrıştıran ve muhtemelen istanbul’da açılan ilk devasa marketlerden birine, kuzenimle sevdalanmıştık. her fırsatta evden kaçıp yaklaşık 20 dakika yürüyerek bizde lunapark etkisi bırakmış markete gidiyor ve içinde saatlerce gezinip duruyorduk. ben çok küçüktüm, benden 4 yaş daha küçük kuzenim ise kıpkızıl çocuktu henüz. bizi oraya benden birkaç yaş büyük olan bir başka kuzenimiz isa alıştırmıştı. isa çok fırlama, korkuyorduk onunla gitmeye. yakın bir zamanda harika güzellikte bir deste kağıt aşırmıştı marketten. çaldığı oyun kağıtlarının arkalarında büyüleyici desenler vardı ki, bakmaya doyamıyorduk. isa ısrarla bizi oynatmadığı oyun kağıtlarıyla, hiçbir şekilde beceremediği fallar açmaya çabalıyordu. hepimiz kalıbımızı basardık ki adam değildi o.

    bayram harçlıklarından artan son paralarımızı da bitirmek üzereydik. ben her zamanki gibi savurgandım, ufaklık ise yaşına rağmen profesyonel bir cimriydi. tavaf edercesine etrafında döndüğüm çikolata reyonunda hayatımın ilk beyaz çikolatasıyla karşılaşınca, büyüsüne kapılarak hemen bir tane alıp kasaya koşturdum. meğer ufaklığın başka planları varmış, beni çikolatayı satın almaktan caydırmaya çalıştı. daltonlar’ın jo’su gibi sinirlenen ve tıpkı onun gibi tepinerek küfür eden ufaklığı konuşarak ikna edemeyeceğimi anlayınca çikolatanın ambalajını yırttım “artık dönüşü yok” dedim. “var, kimse görmedi ki, hadi onu tekrar yerine koyalım” diye ısrar etti. kasanın önündeki bu gürültülü bekleyişimiz 15 dakika kadar sürdü. ödememizi yapıp marketten çıktık. çikolatayı ikiye bölüp kendi payımı hemen yedim. çikolatanın margarinden farksız iğrenç tadını kendime dahi itiraf edemedim. çikolatanın beyaz olması fikri beni öyle etkilemişti ki, ancak çok ısrar edilirse itiraf ederdim, o herzenin tadının bi halta benzemediğini. ufaklık küskün, kendi payını bütün ısrarlarıma rağmen yemediği gibi “o çikolatayı alma dedim sana!” deyip durdu. onunla baş edemeyeceğimi anlayınca, yarım çikolatayı ambalajına sarıp cebime koydum. o ana kadar kırıldığına bir kez olsun şahit olmadığım inadını kırabilirsem ona çikolatayı yedirecektim.

    asık suratı ve çemçük ağzıyla “başka bir şey gösterecektim ben sana” dedi, ağzındaki baklayı çıkararak. göstermek istediği şeyi öğrenebilmek için ısrar ettim, ama o “artık paramız onu almaya yetmez, çünkü 9900 liramız kaldı” dedi. şaşırmıştım, velet cebimdeki parayı kuruşu kuruşuna biliyordu, üzerine de kendi cebindeki parayı eklemişti. “vay it, kendi kendine ne planlar kurmuşsun” gururundan zerre taviz vermeyen bir kibirle “yazı tahtasını gösterecektim sana” dedi. “kaç para o tahta?” ağlak bir sesle “o çikolatayı almayacaktın işte. nah yerim onu ben, nah!” “sikicem ağzını yüzünü ha, kaç para? diyorum lan.” “ 10 bin lira!” “lan 100 lira için mi ağlıyorsun geri zekalı? kasadaki ablaya 100 liramız eksik, olur mu? deriz. o da kesin olur der.” “demez” “der ulan salak” “demez” “hay belanı sikeyim, demezse demesin, sonra vereceğiz diye yemin ederiz” ufaklığın gözü parladı “o zaman kabul eder mi?” “yemin diyorum lan, mal.” yüzünde heyecanlı gülücükler açarak ikna oldu.

    bu onun en yumuşak, en sevimli olduğu hallerdi. fırsat bu fırsat diyerek hayatımda bir kez olsun onun inadını kırmaya heveslendim: “bi şartım var; çikolatanı yiyeceksin.” bu lafı duyar duymaz, koşar adım marketin içine doğru kaçtı. gülümseyerek ardından gittim.

    avuç içi büyüklüğünde plastik bir yazı tahtası gösterdi bana. bu aptalca alet ambalajında olduğundan nasıl çalıştığına anlayamadım. her iki alt kenarlarındaki pembe butonlar çevrildiğinde pvc korumalı yüzeyin altında kalan beyaz petekli zeminde kırmızı çizgiler beliriyormuş. “bununla istediğin resmi yapıp tekrar silersin” dedi. silme olayı beni şoke etti. “atma lan, olur mu öyle şey?” tahtanın üzerine boydan boya yerleştirilmiş yeşil plastik şeridi gösterdi. “bunu öte yana kadar itince siliniyor” dedi. o an bana muzip gelen o aptal alet hoşuma gitti. alıp kasaya yöneldik. kasanın, bakkallarda görmediğimiz ve bize çokça yabancı gelen bir işleyici vardı. bu düzen çekingenliğimizi büyütüyordu. heyecandan yerinde duramayan ufaklığı hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum, ama söz verdiğim pazarlığı yapmak benim için hiç de kolay değildi. kasanın rutin kuyruğu bu defa bitmek bilmiyordu.

    kasiyerle yapacağımız pazarlığın sonucunu kıvranarak merak eden ufaklıktan gözlerimi kaçırıp hemen önümüzde duran ve market arabasını tepeleme doldurmuş müşteriyi incelemeye koyulmuştum. 40 yaşlarındaki bu adamın elinde, halkasına tek bir otomobil anahtarı tutturulmuş, krom merdeces arması parıldayan bir anahtarlık vardı. adam, seri ve kendisince karizmatik hareketlerle avucunun içinde gezdirdiği anahtarlığıyla adeta arabasını ve onun göstergesi sayıla bilicek servetini teşhir ediyordu. bunu öyle çok yapıyor olmalıydı ki, o an bu gösterisini bilinçsizce yaptığının farkında bile değildi. otomobil anahtarlarının gösterişli yapılmaya başlandığı yılların en belirgin jestlerinden biriydi bu. çok değil birkaç yıl sonra bu alışkanlık yerini yaygınlaşmaya başlayacak olan cep telefonlarına bırakacaktı. kasa sırası adama gelince, market sepetine yerleştirdiği içki şişelerini hızlı ve bir o kadar da usta hareketlerle bandın üzerine dizdi. şişelerin üzerindeki yazıları okuyarak, içlerinde muhteva ettikleri sıvı hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırken ufaklığın, çişi varmışçasına artan kıvranışları dikkatimi dağıttı. onu rahatlatmak ve heyecanımızı bastırmak için adamın ardından kafamı uzatarak elimdeki oyuncağı kasiyere gösterdim: “abla bu 9900’e olur mu?” dedim titrek bir sesle. muhtemelen oyuncağın ederini bilmeyen kasiyer, pazarlığını ettiğimiz miktarın bugünün parasıyla 10 kuruş ettiğini bilseydi paramızın bu eksiğini önemsemezdi diye tahmin ediyorum. ne var ki, yanıt vermek yerine işlemini yaptığı müşteriyle birlikte bizim o şaşkın halimize gülümsemekle yetindi. cesaret edip biraz daha orada kalsaydık belki bir şeyler de söylerdi, ama gülüşü bizi öyle utandırmıştı ki, hızla oradan uzaklaştık.

    yine söylenerek koşan ufaklığın peşinden gittim. ağlak ve aşağılanmış olmanın hıncıyla bir sesle “alma dedim sana o çikolatayı” deyip duruyordu. anlaşılan bu defa gönlünü kolay kolay alamayacaktım. oyuncağı aldığımız yere koyarken ”isa gibi yürütelim mi lan?” dedim. küçük çocuklara has o meşhur el hareketiyle birlikte “manyak mısın!” diye ürkek bir çığlık attı, sonra da küskünlüğünü sürdürmek adına sırtını bana döndü. etrafı kol açan ederek “baksana kimse bakmıyor bize” dedim. ufaklık, ikna olmak isteyen bir karşı koyuşla “o şeytandır, yapar, ama biz beceremeyiz” dedi. ses tonunu, olası bir aksilikte, ben demiştim diyebilecek kıvamda tutmuştu. oyuncağın ambalajını açıp boş kabı içi doluymuş gibi gözekecek şekilde rafa yerleştirdim. “bak bu şekilde eksikliğini de fark etmezler” diyerek çıkış kapısına doğru yöneldim.

    şaşkın bir şekilde peşimden seğirten ufaklık, birkaç adım gerimde kalınca korkup hızlanarak bana yetişti. devasa büyüklükteki marketin içinde heyecanla çıkış kapısına doğru yürüyorduk. bizimle ilgilenen tek bir allahın kulu yoktu, her şey çok güzeldi. ta ki, çıkış kapısına birkaç metre kala, uzun boylu ve çok yakışıklı bir adam önümüzü kesene kadar. adam kibarca onu takip etmemizi söyledi. ses tonu ve hareketleri o denli güven vericiydi ki, ne kaçmak ne de ağlamak geldi aklımıza. dizlerimiz titreye titreye peşinden gittik. yaptığımız "terbiyesizlikten" ötürü, en fazla işaret parmağını sallayıp bize biraz kızdıktan sonra gerisin geri evimize yollayacak gibi bir hali vardı. metanetim ufaklığa da güç vermişti.

    kasaların hemen bittiği yerdeki yaklaşık 25 metrekare büyüklükteki bir odaya soktu bizi. bu beyaz kapılı gizli odanın, kasalara bu denli yakın olması şaşırtıcıydı. odanın kapısının sağında minik bir masa ve masanın başında da derya köroğlu’na çok benzeyen bir adam vardı. önünde kocaman bir telsiz bulunan bu adam, belli ki oradaki birkaç kişinin ve bizzat bizi odaya sokanın amiriydi. oda o lunaparktan çok daha renkli markette, hiçbir insanın aklına gelmeyecek şekilde minik bir karakol gibiydi. oraya işi düşmeyen herhangi bir insanın, marketin içinde böylesi bir bölümün olduğunu aklına getirebileceğini hiç sanmam.

    odadaki her obje korkumu tırmandırıyordu. amirin karşındaki duvarda yaklaşık bir metre kare büyüklüğünde kırmızı kadifeli bir pano asılmıştı. panonun üzerinde 16’ya 9 büyüklüğünde bir fotoğraf raptiyeyle tutturulmuştu. fotoğrafta tam da bizim yaşlarda iki kavruk roman çocuk vardı. daha önce hayatında hiç karakol görmemiştim, ama işte o an, o fotoğrafı gördüğüm an yıkılmıştım. oranın çok büyük suçların hesabının sorulduğu, sonrasında da fotoğraflara kaydedilip böyle teşhir edildikleri bir yer olduğu hissine kapılmıştım. fotoğraftaki çocuklardan büyük olanın üzerindeki kazak, müthiş canlı bir renkteydi ve çocuğun yüzünde korkuya dair en ufak bir belirti yoktu. buna rağmen, bulundukları ortamda belli ki en ufak bir acemilik çekmeyen o iki çocuk felaketim olmuşlardı. o fotoğrafta artık ben ve ufaklık vardık.

    yüzünü şimdi hatırlayamadığım, fakat bizi içeri getiren adamla amirden daha genç görünen birisi tarafından üzerimiz aranmış ve üstümüzden çıkan her şey amirin masasının üzerine yığılmıştı. odadakiler masanın üzerindekileri incelediğinde, biz hala yaşadığımız şoku atlatabilmiş değildik. amir, çaldığımız oyuncağı, walkman’ımla içindeki kaseti ve yarım yenmiş çikolatayı ceplerimizden çıkan ıvır zıvırın arasından ayırıp gence göstererek “git bunların fiyatını öğren, gel” dedi. itiraz edecek oldum, ancak siması derya köroğlu’na benzeyen amir, bağırarak susturdu beni. “evinizin telefon numarısı ne?” diye buyurgan bir şekilde sordu. bizimkini mi, yoksa kuzeninkini mi vereyim diye kısa bir tereddüt ettikten sonra kendi evimin numarasını verdim. annemin haberi aldıktan sonra çıldıracağını ve o andan itibaren hayatımı zehredeceğini çok iyi bildiğimden ağlamaya tetik bir halde beklemeye başladım. nedenini bilemediğim bir şekilde, amir telefon ahizesini kullanmayıp cihanızn diyafonunu açıp numarayı tuşladı. annemin sesini duyar duymaz ağlamaya başlayacaktım, ama telefonu benden bir yaş büyük ablam açtı. konuştuğu kişinin bir çocuk olduğunu anlamayacak kadar öfkeli olan amir “çocuğunuz hırsızlık yaparken yakalandı hanım!” gibi şeyler söyleyip duruyordu. korku ve şaşkınlık içinde kıvrandığını tahmin ettiğim ablam “annem evde yok” diyebildi sadece. amir telefonun öteki ucundaki kişinin bir çocuk olduğunu nihayet anladı ve isteksizce bir şeyler söylemek istedi, sonra vazgeçip telefonu kapatacakken “annene bunu söylemeyi unutma!” diye ablama tembihte bulundu. ablam yine kem küm ederken, amir telefonu yüzüne kapattı. ablamın, beni anneme hiçbir koşulda ispiyonlamayacağını çok iyi bildiğimden, bir nebze olsun rahatlayabilmiştim, ancak amirin her geçen dakika büyüyen öfkesi benim ve ufaklığın dizlerini iyiden iyiye titretiyordu. gözlerimi odadakilerin gözlerinden, ama en çok da panodaki fotoğraftan kaçırarak eşyalarımızı götüren gencin dönmesini bekledim. arkamda duran ufaklıktan da utanıyordum, arada bir ağlayıp ağlamadığını kontrol etmek için göz ucuyla bakıyordum sadece. her baktığımda ağlamak için bir işaret bekler durumdaydı. bu felaketi hasarsız atlatamayacaktık, orası kesindi ama bedeli ne olacaktı. işte bu bilinmezlik içimi kemirip duruyordu.

    genç, üstesinden gelmemizin mümkün olmadığı bir fatura çıkarıp getirmişti. walkman’in kırık ve kapanırken zorluk çıkaran kapağını, sonra içindeki kasetin neredeyse okunamayacak kadar silinmiş yazılarını kanıt gösterip onları çalmadığımızı ispat etmeye çalışıyordum. ufaklık ağlamaya başlamıştı işte. gayri ihtiyari “ağlama!” diye bağırdım ona. korkup susmaya çalıştı. artık için için ağlıyordu. o an bizimle oyun oynamakta olduklarını yıllar sonra öğreneceğim heriflerden biri, söylediklerimi zerre umursamadığını hissettirerek yarım çikolatayı gösterdi. “fişi var!” diye heyecanlı bir çığlık attım. deli danalar gibi kendi eksenimde dönerek ceplerime bakınıyordum ki, ufaklık onu çöpe attığımızı hatırlattı. çöpe koşmak için hamle yapınca, bizi içeri getiren yakışıklı beni kolumdan tutup durdurduktan sonra azarladı.

    amir sıkılmaya başlamıştı. çaldığımız oyuncağı gösterip “alın onlaran bunun parasını” diye buyurdu yanındakilere. cebimizden çıkarıp masanın üzerine koydukları paraları sayan genç “100 lira eksik” dedi. amir bize dönüp “100 lira daha yok mu lan üzerinizde!” diye sordu. “zaten o yüzden çaldık” diyecek oldum ki, olmadığını anladıktan sonra bağırarak susturdu beni. “bozuğu olan biriniz tamamlasın şunu” dedi yanındakilere. kimsenin üzerinden 100 lira çıkmayınca, amir arka cebinden cüzdanını çıkarıp bize ana avrat küfretmeye başladı. memurlara özgü bir düzenlilikle cüzdanından 10 bin liralık bir banknot çıkarıp bozuklukları itinayla yerleştirdi. insan bu denli sinirliyken nasıl bu kadar özenli iş yapabiliyordu, bunu ne o an, ne de şimdi anlayabilmiş değilim. 10 bin lirayı masaya bıraktıktan sonra oyuncağı eline alıp “bu boktan şey için değer mi lan orospu çocukları!” diye bağırdı ve var gücüyle oyuncağı bana doğru fırlattı. alnımı birkaç santimle sıyıran oyuncak duvarda patladı. çıkan sesten kırıldığını hissettim, ama dönüp bakmaya da cesaret edemedim. amir, parayı gence uzatıp “şunun ödemesini yapıp gel” dedi. yakışıklı adam gülümseyerek “sizi biraz hırpalayayım da, aklınız başınıza gelsin” dedi ve yavaş yavaş üzerimize doğru yürümeye başladı. bunu söylerken bile adamın sesinde, mimiklerinde şiddete dair herhangi bir ifade yoktu, ama kararlılığı mutlaktı. yanımdan geçip ufaklığa yöneldi, belli ki dayağa ondan başlayacaktı. koca elleriyle bütün yüzünü kapladığı ufaklığın yanaklarını sıkarak parmaklarını ısıtıyordu. bu lanet hareketi ilkokul öğretmenim de yapardı, görünce iyice gerildim. söylemeye utanıyorum, ama belki de hayatımın en cesur ve beni en çok gururlandıran hareketlerinden birini yaparak, yakışıklı adamın avuçları arasında ağlayan ufaklığı kendime doğru çekmiş ve “onun suçu yok abi, beni döv” diye yalvarmıştım. o kadar çocuktuk ki, bu kahramanlığım odadakileri kahkahaya boğmuştu. beni ve ufaklığı dövmekten vazgeçtiler, ama bize kahkahalarıyla da yeterince aşağılamış oldular.

    dışarı çıktık. vızır vızır araçlar geçiyordu yanımızdan. köprüye çıktık, bu defa araçlar altımızdan akıp gidiyordu. ufaklığın “o çikolatayı alma dedim sana” demesini bekledim ya da başka bir nedenle bana kızıp küfretmesini, ama o kadar çok ezilmiştik ki, birbirimize dalaşak halimiz kalmamıştı. ucu kırık oyuncağı ufaklığa uzattım. omuz silkerek istemediğini gösterdi. köprüden aşağı fırlatmak geçti içimden, ama yapmadım. eve gidince bir çekmeceye gizledim. o çekmecenin bulunduğu dolaba aylarca yanaşamadım. bir gün bütün cesaretimi toplayarak oyuncağı gizlediğim çekmeceden çıkarıp çekiçle un ufak ettikten sonra çöpe attım.

    birkaç yıl önce ufaklıkla konuşurken olayı anımsatmak istedim. “çok küçüktük be abi, boşver şimdi o konuyu” diyerek susturdu beni. ikimizin de yüzü gölgelendi.

    şimdi sa’lanan ve ülkenin dört bir yanına mağazalar açan o hipermarket zincirinin herhangi bir şubesine ne zaman yolum düşse, bugünün parasıyla 10 kuruş eden o bozukluğu ararım yerde.
  • niceliginin %90 inin bakkal kafasındaki yerel zincirlerin, niteliğinin ise %40 inin kurumsal şirketlerin oluşturduğu, temel ihtiyaç alışverişi döngüsünün gerçekleştirildigi yeni nesil pazar yeri.
hesabın var mı? giriş yap