• (bkz: second life)
  • ölüm bir yıldırım çarpması, titredi, titredi, ölecekti, kavrulmuş, çarpılmış olarak sağ durdu. artık bundan sonra kıllı büyücü. ikinci yaşam dönüşümü. artık olandan/kendinden eminse yapar, her şey arkada kalabilir. veya karşısında. gezerken birden omzunda rütbe yıldızları artmış, komutaya gelmiş, dişi samuray olmuş, her an bir orduya tek başına yalınkılıç dalabilir. anladığı, kimse göründüğü gibi değil. velakin o beyin okur hale gelmiş, ki pek mutlu etmiyor. omzunda ciniyle avare savaş büyücüsü. en ufak ipuçları zınk yakalamasına yetiyor.

    iki kez covid geçirenlerin sayısı artıyor. demek ki ikinci kez yaşama olasılığımız güçlü, aksiliklerden, göçüklerden yeniden doğarak çıkmaya bakalım..

    "rüya ikinci yaşamdır. bizi görünmeyen dünyadan ayıran fildişi ya da boynuz kapılardan geçerken hep titremiş, ürpermişimdir." gerard de nerval - les filles du feu (rüya ve yaşam öyküsü)

    "iki hayatımız vardır, ve ikincisi sadece bir hayatımız olduğunun farkına varmamızdan sonra başlar." konfüçyus

    (bkz: iki hayat)
    (bkz: öleyazmak)
    (bkz: iki kez ölmek)
    (bkz: ölüme yakın deneyim)
    (bkz: ikinci hayat ne zaman başlar)
  • "ikinci bir şans kazanmak kızım ilk şansı kaybetmek demektir.
    bize de öyle oldu...
    öyle bir şey oldu ki
    çocuk dostu düşmanı bir kenara fırlattı.
    ben de o zaman öğrendim
    ikinci hayat, kızım, ilkinde ihanete uğramak değil;
    ilkine ihanet etmekmiş.
    herkes ikinci bir şanstan bahseder
    ama kimse kötülüğe açılan kapıdan ilk defa nasıl girmiş,
    hatırlamak istemez.
    ilk hayatla ikincisi arasında bir ömür vardır.
    hiçbir şey bitmez; her şey değişir ."

    (bkz: tuncel kurtiz)
  • (bkz: #105393981)
  • nurdan gürbilek'in alamet-i farikası olan, "anlattığı konuyu iyice dağıtıp, 'buradan sonrasında başlangıçtaki yerine dönemez herhalde' dediğiniz anda o konuyu dertop edip zihninizde tamamlamaya bırakma" hünerini sergilediği son eseridir. meselesi kısaca evler, evsizlikler ve aidiyetler olan ikinci hayat'ın, dünyanın iyiden iyiye göçlerle şekil alan bir yer hâline gelerek 'bildiğimiz dünya' olmaktan çıktığı şu zamanları biraz olsun anlamak konusunda önemli zihinsel pencereler açtığını düşünüyorum.
  • özellikle benim gibi ayhan geçgin ve w. g. sebald okurları için başvuru kitabı niteliği taşıyan nurdan gürbilek'in son kitabı. tabii kitap sadece geçgin ve sebald kitapları üzerinden ilerlemiyor, tanpınar'dan çukur dizisine, çukurdan nuri bilge ceylan sinemasına kadar gürbilek'in o iç, zihin açıcı anlatışına tanıklık ediyoruz.
    meraklılarına ve gözden kaçıranlara kitap hakkında bir inceleme için buyrunuz: ikinci hayat: kaçmak, kovulmak, imkanlar ve çıkmazlar
  • yersiz yurtsuzluk, evsizlik, sürgün olma hali, sürgünlüğe uyum sağlayamama, köksüz olma halleri üzerine yazılmış denemeler. kahramanları edebiyat, sanat, sinema dünyasından seçiyor gürbilek: edward said, ahmet hamdi tanpınar, ayhan geçgin, walter benjamin, cemil meriç, çukur dizisi, nuri bilge ceylan sineması denemelere konuk olan, üzerinde incelemeler yapılan başlıca kişiler ve eserlerdir.

    pandemi dönemlerinde, sığınacak bir çatı altı, içinde olunan oda, 'tekinsizliğe' karşı korunak olarak evde olmanın aksine sürgün edildiği, göçe zorlandığı şartlarda 'uyumsuzluk' gibi çok 'sıradan' bir sorunun ötesinde 'ait olamama' hallerine odaklanıyor. 'karaya çıkan kazazedenin karada yaşayamadığını' anlatıyor. kazanın nedenini anlatmadan ama. 1990'lı yıllardan sonra iyice belirginleşen uluslararası göç hareketlerinin, sıradan insan hayatları üzerindeki etkisini edebiyat, sinema, felsefe dünyasının içinden bakarak anlamaya, anlatmaya çalıştığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. kitlesel göç, evsizlik, yurtsuzluk, ait olamama halleri çok steril örnekler üzerinden anlatılmış. milyonlarca insan değil de sadece belirli bir kesimin, ayrıcalıklar içindeki göçlerini, kaçmalarını, geri dönmelerini okuyacağız.

    "insanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir." jean amery

    gürbilek, kökenler, başlangıçlar adını verdiği ilk bölümde, edward said'in de yönlendirmesiyle şu soruyu soruyor: evden koparılmış olmak ile evden uzaklaşmış olmak kayıp mı imkân mı?
    said cevap verir: göçmen veya sürgün olmanın iki tane gerçekliği vardır, iç içe geçmişlerdir ve birbirlerini unutmaya yatkındır bu ikisi. bu dünyada vatansızlık, koruyucu bir imkândan mahrum olmak demektir, ikinci gerçek pek akla yatkın değildir: 'bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.' yabancı ülkeden kast edilen 'düşüncenin kendi kültürel yuvasından uzaklaşabilme yeteneğidir.' yerliliğin tanıdık muhabbet dünyasının dışına çıkabilmek, çoğunluğa uyum göstermek zorunda kalmamak, aynı topluluğa dahil arkadaşımızı kırma endişesinden kurtulmak, işte bunlar diyor said, insana emsalsiz bir haz veriri. ne kadar da beyaz, orta sınıf hayaller. kara derili, kürt bakışlı, arap sesli, lgbti+ şarkılı göçmenler, kaçaklar için tavsiyelerin işe yarayışlığı mümkün müdür acaba, birinci bölüm bu soruyu asla sormuyor.

    eve dönmenin yolları adlı ikinci bölüm, tahmin edildiği gibi göçmenlikten veya sürgünden geriye, eve-yurda dönüş üzerinedir. peyami safa, necip fazıl, cemil meriç, yahya kemal ve ahmet hamdi tanpınar edebiyat, yumurta-bal-süt sinema, çukur dizisi televizyon dünyasından olmak üzere hep bir eve dönüş teması üzerinden örnek olarak ele alınır.

    "ev bizim ilk evrenimizdir." gaston bachelard

    bu bölümü okurken aklımda 'insanı kasabasından çıkarabilirsin ama kasabayı insanın içinden çıkartamazsın' sözü vardı. önceki bölümde e. said'in kendisinin de bir göçmen olduğunu ancak entelektüel uğraşını gayet başarılı bir şekilde sürdürdüğünü okuyoruz. oysa bizim şahsiyetlerimiz garp'ın dünyasından şark'a dönmeyi bir başarı olarak gösteriyor. ne varsa burada var deyip evlerinin korunaklı dünyasına dönüyorlar; üstelik zihniyetleri hiç değişmemiş olarak. peyami safa 'garp treninden zamanından iner'ü necip fazıl 'büyük doğuya döner, tanpınar 'cezri bir garpçılıktan şarka', yahya kemal 'mektepten memlekete' döner. geri dönülmüştür çünkü 'geri dön! her şey affedildi' denilmiştir. ülkenin politik atmosferine bağlı olan bu gidişler, atmosferin değişimiyle kutlu bir dönüşe vesile olmuştur. gürbilek bu geri dönüşün övülmesini, memleket övücülüğü fırat mollaer'in 'yerliciliğin retoriği' adlı kitabını dipnotta yazarak 'eve dönen adamlar: yerlici mitolojinin eleştirisi' ni oradan okumamızı salık veriyor. ikinci bölümün birinci kısmında yukarıda bahsi geçen yazarların hikayelerini aktarıyor sadece. gidişleri haklı çıkartacak hikayeler var ama neden döndüklerini bilmiyoruz.
    gürbilek'in hakkını yemeyelim, mollaer'in de yönlendirmesiyle figürlerin geri dönüşlerinde yaşadıkları çelişkiyi bize aktarıyor: giderken söylenen sözler geri dönüşlerde unutulmuştur. "hikayenin bir ideolojik kalıba dökülebilmesi için arıza çıkarakj yanlarının törpülenmesi, pürüzlerinden arındırılması, sonunda bir buyruğa eklenebilir hale getirilmesi gerekebilir." oysa tanpınar'ın 'türkiye beni yendin', cemil meriç'in 'gürbüz çocukların ana karnında boğulduğu bir ülke' diyerek terk ettiği-terk etmek istediği yere geri dönüşlerinin nedenlerini çözemiyoruz sayflarda. bu nedenleri yumurta-bal-süt üçlemesinin incelendiği ikinci kısımda sezdirir bize gürbilek: 'muhafazakârın ölmek bilmeyen düşü: bir çatlak yokumş gibi, hiç açılmamış gibi dünün darbesi bizi başkalaştırmamış gibi hep aynı eve dönmek. borcu arzuya dönüştürmek. köyünü unutmayan adam.'

    üçüncü bölümün adı aile sırları. s. freud'un bir tespiti ile başlıyor: "unheimlich (tekinsiz) bir zamanlar heimisch (evcil, tanıdık) olandır; -un öneki bastırmanın işaretidir. gürbilek w. g. sebald adlı yazarın ikinci dünya savaşı üzerine yazdıkları üzerine aşağıdaki soruları sorar bu bölümde:
    nasıl oldu da yıkım insanların kendilerine bile itiraf etmekten kaçındıkları bir aile sırrı olarak kalabildi? nasıl oldu da halkın ezici çoğunluğunun yaşadığı bu olağanüstü yıkım kolektif hafızanın dışına itilebildi? nasıl oluyor da ulusun kayıtlarına kolektif bir akıl tutulmasının ( ne fecaat bir ifade!) feci sonu olarak değil başarılı bir inşa döneminin ilk adımı olarak girebiliyor felaket?

    bölümün ilerleyen sayfalarında giriş kısmına neden 'unheimlich'den bahsettiğini anlayabiliyoruz. tekinsiz olan evin dışında olmayabilir illa ki. yukarıda sorduğu sorularda 'saklanan' ne varsa bu tekinsiz olma haliyledir. o halde evden dışarısı tehlikeliyse evin korunaklı olduğunu kim iddia edebilir? kadınlara yönelik şiddetin, çocukların cinsel istismarının çoğu ev içinde gerçekleşmemiş midir? evi burada sadece fiziki yapısı ile anmıyoruz.
    yukarıdaki sorulara ankara'da yaşayanların, ankara'ya tren vasıtasıyla gidenlerin cevabı nasıl olur acaba? kolektif hafızadan çıkarılmaya çalışan katliama dair gar önündeki 'iğreti' anıt hariç hiçbir iz bırakmayan devletin yaptığına karşı? zira orada bir anıt olsaydı yeniden hatırlanacaktı devletin tekinsizliği.
    bu bölümde anlattıklarını sessizin payı adlı kitabında uzun uzun anlatmıştı zaten gürbilek.

    sınır, kitabın dördüncü bölümünün adı. girişte tehlikeli oyunlar'dan bir alıntı bulunuyor.8

    gürbilek, bu bölümü mübadele örneği ile açıyor. genç türkiye cumhuriyeti'nin ilk yıllarında yaşanan rum-türk mübadelesini, bir gecede çizilen sınır ile köyleri, tarlaları, aileleri iki bölünen kürtleri, arapları anlatmış mı diye okumaya devam ediyoruz; o da nesi, hindistan-pakistan arasındaki sınırdan, mübadeleden bahsediyor. göçmenliği, yerinden kovulmayı, gittiği yerde kurumsal ve toplumsal ayrımcılığa uğramayı anlatmak için uzaklara bakmaya gerek yoktu. 'kaçmak, kovulmak ve dönmek' üzerine en iyi işlenebilecek konuyu heba etmiş gürbilek.
    sonrasında yalçın küçük'ün 'kemal tahir'i sağcılara verelim peyami safa'yı biz solcular alalım' önerisi üzerinden zorlama çıkarımlar yapmış. kitabın en gereksiz bölümü.

    uzun yürüyüş, eksik halk isimli beşinci bölüm 44 sayfa sürüyor. ayhan geçgin üzerine onlarca sayfa. networklerin, çevreciliğin, torpilin tavan yaptığı bir bölüm olmuş. okumadan geçtim.

    altıncı bölüm, ikinci hayat ismini taşıyor. ahmet hamdi tanpınar üzerine hazırlanmış bu bölüm, tanpınar'ın avrupa-paris hayatını merkeze alıyor. tipik bir şarklı kafası ile yaşarak geçirmiş avrupa günlerini. 'paris'te kendimin olan yeni bir şey bulamayacak mıyım? beni hiç zenginleştiremeyecek mi? geldiğim gibi mi gideceğim! sadece bazı hamaketleri (budalalıklar) yapmak için mi geldim?" diye sorar kendine. bu soruların cevabı hep 'evet'tir. e. said birinci bölümde şöyle der: 'bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil, karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer.' tanpınar ne yapar:'benim tuhaf huylarımı bilirsiniz; öyle zenci, çinli filândan pek hoşlanmam. bana hilkatin acaiplikleri gibi gelir. ben âri ırktanım.' köylü değil de nedir, al sana osmanlı çomarı işte. sen kalk huzur'u, saatleri ayarlama enstitüsünü yaz, doğru modernleşme budur diye dil dök. gürbilek tanpınar'ın acziyetini göstermek isteyip onu acındıracakken yaldızlar dökülüyor. 'hiçbir şeyi görmedim hiçbir şeyi yakalayamadım. hülâsa bomboş döneceğim.'

    sıra geldi diğer meşhur kişiye, gürbilek'in diğer denemelerine sık sık konuk olan cemil meriç, yazının kanatları adllı yedinci bölümde yerini alıyor.

    bu ülkenin sağcı, muhafazakâr yazarlarının iç dünyaları neden bu kadar karanlık, bu bölümde anlıyor insan. insanın zaafları olması elbet normaldir, ama bu zaafların gölgesinde bir hayat sürmek, kendini bir başkası olarak göstermeye çalışmak, bu olmayınca hırçınlaşmak, daha da muhafazakârlaşmak... meriç'i çok okumadığım için sadece aktarmakla yetiniyorum:
    -jurnal'e baştan sona bir istedim-ama-olamazdım gelgiti damgasını vurmuştur: balzac'ı tanımasam romancı olmak isterdim, spinoza olmak isterdim, ben bir descartes, bir spinoza olamazdım.
    -kabarma ve geri çekilme, kanatlanma ve yuvaya dönüş
    -olamazdım, çünkü burada olunmaz. yapamazdım, çünkü burada yapılamaz. olmadı çünkü bize olmaz.

    ve sayfalarca bu minvalde yakınmalar. nihat genç'in gençlik zamanı yazılarında küfrettiği sağcı, muhafazakâr tiplerin entelektüel gömlek giydirilmiş halleri işte.
    gürbilek cemil meriç konusunda da nötr kalmaktadır. içler acısı bir hal.

    artık uzata uzata, didik didik edilip bıkkınlık veren taşra ve nuri bilge ceylan sineması üzerine gürbilek de yazmaktan geri durmamış. klişelerden kilişe beğen benim yalnız ve güzel ülke taşra, kuyu, kader adlı bölümden. gitmeler, aslında gidememeler, dönmeler, aslında dönememeler, taşra-merkez çatışması, bozkır, muhtarın sahnesi yuvarlanan elma... gürbilek yeni bir şey söylemiyor bu bölümde: evrensel tekilin içindedir.

    2000'li yılların star yazarlarından barış bıçakçı üzerine yazılan gevezelik çağında edebiyat başlığı, edebiyatta gevezelik çağı olarak değiştirilseydi keşke. ama gürbilek çubuğu büküyor burada. bıçakçıgillere adorno'dan yanıt veriyor: 'bugünkü kültürel çamuru yadsıyabilmek için, parmak uçlarımızda uyandırdığı o rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, ama aynı zamanda onu reddebilecek gücü de yine bulaşma içinde kazanmış olmak gerekir.'
    bıçakçıgillerin delinin bokuyla oynadığı gibi, yalnızlıktan, terk edilmişlikten, taşralıktan, kırılgan erkeklikten, aforizma kasmalarından ibaret boklarıyla oynamaya devam ettiklerini bu kadar ince anlatamazdık.

    nihayet, gürbilek bu kitap ile kaçmak, kovulmak, eve dönmek üzere bir şeyler söylemeye çalışmış. ancak her gün akdeniz'de, ege'de, van gölü'de, iran sınırında onlarca insanın ölümüne dair göç hikayelerini, göçmenlik duygularını, ait olamama hallerini okumak mümkün olmamaktadır. güzelim konuy kuşa dönmüş, aydın hayallerine meze olmuş, gitmek mi zor kalmak mı ikilemine sıkıştırılmış. yazık edilmiş.
  • aidiyet ile ilgili okumalara başladım, aslında bu kavgayı başka türlü çözemedim madem bir de böyle deneyeyim dedim. sistematik bir şekilde, refere edilen kitapları iç içe okurken nurdan gürbilek'in ev ödevi ile karşılaşınca, yıllar önce okuyup içindeki aidiyet sorgulamalarını es geçtiğim kitapları fark ettim. önce tuhaf bir kadın'a geri döndüm sonra çocukluğun soğuk geceleri'ne. birkaç ay sonra hâlâ aidiyet okumalarım devam ederken bu kitabın çıktığı müjdesini gördüm. aylar geçti araya başka kitaplar girdi. o esnada aidiyet sorgulamalarını bırakıp çoktan yazıya yerleşmeye başlamıştım.

    iki hafta önce sevgilim hediye etti, kitabı istediğimi biliyordu yazıya yerleştiğimi de. ikisinin bu kadar örtüştüğünü bilmiyor muhtemelen. yine de her şeyden habersiz "belki de kök salacağın bir yere ihtiyacın vardır artık" demişti. tüm bunları birlikte düşününce kitapla olması gerekenden daha fazla duygusal bağ kurdum. yetmedi son bölümde van gogh çıktı karşıma.

    kitapta çukur dizisi, nuri bilge ceylan, cemil meriç ve vincent van gogh'un gece kahvesi* aynı eleştirel bakış açısıyla üstelik aynı mesafeden ele alınmış. yazarın diğer eserleri edebiyat eleştirisi tadındayken bu çok daha kapsamlı bir şeye dönüşmüş. üstelik denemeleri öyle güzel sıralamış ki, ahmet hamdi tanpınar'ın ırkçı bakış açısından sonra cemil meriç'in evrensel arzusuna geçiyor. aslında buraya takıldım cemil meriç'i bilmeden okuyan biri sol görüşlü olduğunu bile düşünebilir, ideolojik yaklaşmadan yazsa tamam da bir tuhaflık var. yine de hafiften eleştirmiş denebilir -yine de bütünlüğü koruyor mu? evet-. öncesinde ayhan geçgin'i çözümleyip, sonrasında barış bıçakçı ile ironiye bile eleştirel yaklaşıyor hatta alt metin okumaları elestirinin eleştirisi denebilecek derinlikte. burada ne söylesem az diyerek saygıyla eğiliyorum. yazıya yerleşmenin güzelliğini gösterdiği içinse ne kadar teşekkür etsem az.

    ne güzel söylemiş;
    "siz dili insanı bir hücreye kapatmak için kullandınız, şimdi ben onu hücreden çıkartmak için kullanacağım."

    çıkartmayı başardı da.
  • değindiği tüm konuları askıda bırakan, yer yer tekrara düşen, barış bıçakçı kitaplarını hiç sevmediğim için daha da sıkıldığım kitap. nurdan gürbilek 'in en zayıf eseri olarak görüyorum.
  • bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil, karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer.
hesabın var mı? giriş yap