2 entry daha
  • cennet projesi'ndeki bir numaralı entiriden buraya gelmenizi öneririm bütünlük açısından. bakarsınız triology'e üçüncü de buluruz.

    insan aklının tanrılaştırılması, düşünceme daha uygun bir şekilde dile getirmem gerekirse, tanrılaştırılmış gibi durması; insanın bizzat kendisinin karanlığın içine atılmış gibi bir hali olmasından kaynaklanmaktadır. james hollis'in cennet projesinden hareketle zihnimde açılan bu kapıdan girerek insan aklının hangi boşluğu doldurmaya çalıştığı üzerinde duracağım. bu tanrılaşma meselesinin aydınlanabileceğini ummasam da, en azından bu yolla başka bir şeyleri düşündürebileceğimi düşünüyorum.

    ilkin ksenophon'da sokrates'in "insanın bu akla nasıl sahip olduğuna dair" soru sorduğunu okuyoruz. cicero bundan de natura deorum 2.6.18'de bahsediyor. nasıl? insanın akıl yetisinden hareketle evrende bir akıl olduğu aynı yerde geçiyor. maksat belli; stoa felsefesinin mens universi düsturu ısrarla vurgulanacak ya, maksat belli. peki, bu akıl ne işe yarıyor? pesimistlerin yaşamaya salt acı çekme minvalinde anlam yüklemesi boşuna değil; idrak yeteneğini yitirmemiş her insan acı çeker. acı insana insan olduğunu hatırlatan bir uyarıcı gibidir. sokrates'in sorusu cevaplanabilir, ama nasıl? verilebilecek cevaba göre insanda akıl olmasaydı, sigara dumanı gözlerimizi yakmıyor olurdu. ne alakası var şimdi? şöyle, insan refleksif/akseden bir yaradılışa sahipse, ki öyle; duyduğu acının farkına varamıyor olsaydı, çürümenin de farkına varamazdı. çünkü yaşamadaki her an daha fazla çürüme gerçekleşir; en nihayetinde ölüm de çürümenin doruğudur. acı da bir bozulmanın işaretidir; yaralandığımız zaman "olması gereken ne ise o" o olmaktan çıkar; yeni bir duruma geçer; bu durum onun bozulmuş olduğunu gösterir. o halde acı bozulmayı gösteriyorsa; biz aklımızla acının farkına vardığımızda ona karşı bilinçlenmiş oluruz.

    bu öylesine kusursuz işleyen bir yapıdır ki, ani gerçekleşen (insanın idrak edemediği) bozulmalar daha etkin olur. belki de bu yüzden john r. w. stott isa'nın çarmıhından bahsederken (mesih'in çarmıhı, bütün dünya kitaplığı 2001) acının idrakinin önemini şöyle dile getirir: "hissettiğimiz fiziksel ya da duygusal acılar talihsizliğimizi daha da kötüleştirir. ancak merkezi sinir sisteminin duyargaları, kişinin hayatta kalabilmesi için acı duygusuyla uyarıda bulunur. örneğin hansen hastalığı, sinir uçlarını uyuşturduğundan, kişi ülser gibi rahatsızlıkları ve diğer enfeksiyonları hissedemez hale gelmektedir. dolayısıyla hastalıklarımızı fark edebilmemiz ve kendimizi koruyabilmemiz için sinirlerimizin uyarısıyla canımız yanmalıdır. bu çerçevede philip yancey şöyle yazmıştır: 'acıyı yaratan tanrı'ya şükürler olsun! bundan daha iyisini yapamazdı. acı iyidir.'" (sf.423) isa'nın çarmıhından bahseden bir ilahiyatçının neden böyle bir konuya girdiğini tahmin edersiniz. "tanrı madem kudretli, neden acılara engel olmuyor? acı çekmemizi mi istiyor? o halde tanrı kötüdür. yok eğer acı çekmemizi istemiyor da, bunu engelleyemiyorsa, o omnipotens değildir" çıkarımına yanıt aramaya çalışıyor.

    o halde insanın farkındalığı aklına muhtaçsa, bu farkındalık da onu hayatta tutan uyarı mekanizması olarak işliyorsa; stoacı evren tahayyülünün en önemli noktası olan "mens universi" yani evrenin bir zihninin olduğu düşüncesi de benzer bir farkındalığa dayanıyor olmalı. işte bu evrensel farkındalığı işleten doğanın kendisidir (bak sen! güzel açıkladım yalnız, bunu kaydedeyim). buradaki zorunluluk insanoğlunun bütün tasarımlarında olduğu üzere, insanın aynı zamanda güdüklüğünün belirtisidir; insan kendisini en tepeye koyduğu tasarımda bile yalnızlığına mahkum eder. mısır'da tanrı-kral kültü bile başlı başına bir mahkumiyet sistemine dayanır (tanrı-kral tipi, tümüyle insanlıktan çıkar); daha sonra julius caesar'ın dikkatini çeken bu kültün, onu bir batılı lider kimliğinden çıkarıp ucu -korkulan imge olarak- roma kralına dönüştürebileceği cumhuriyetçileri ürkütmüştü. bunun üzerine cumhuriyetçiler caesar'ı katlederek krallığın geri döneceğine dair korkularını bastırabileceklerini düşünmüşlerse de, özellikle de cahil avamın caesar'ın elde ettiği zaferlerle ve taşıdığı ganimetlerle gözü kamaştığından, caesar yandaşlığı dört-bir yanı sarmış; krallık geri gelmediyse de daha fenası olmuş, tarihin gördüğü en büyük tanrı-imparator devleti cumhuriyetin üstüne binmiştir.

    dönemin baskın nitelikli üç felsefe disiplininden özellikle de stoa'ya meyilli olan roma entelektüellerinden cicero'da (bana kalırsa ziyadesiyle eklektik) neden humanitas anlayışının bu denli ön plana çıktığını bu gelişmelerden anlayabiliriz. insan aklı aynı zamanda evrenin aklına eklemlenir; evrenin ne denli önemli olduğu ortada; o halde insan da bir o kadar önemli. hatta şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; evren insan merkezli olduğu için değil; insan evren merkezli olduğu için önemlidir. burada rasyonellik yani işleyen akıl; zeno ve benzerlerinin stoa düsturları kadar geç dönem / romalı stoacıların düsturlarıyla da sağlamlık kazanmış, sonraki yüzyılların insancı ve müşterekçi, birlikçi anlayışlarına temel oluşturur bir hale gelmiştir. insan aklıyla evren aklının bir'leşmesi; f. thilly gibi bir felsefe tarihçisinin de bildirdiği gibi hıristiyanlığın ebeveyni olarak yahudiliğin yanında stoa felsefesinin de düşünülmesini gerektirmiştir. çok hızlıca kıyaslıyorum: insan aklının evrensel akılla bütünleşmesi gibi; tanrı'nın isa'nın bedeninde kendi krallığını müjdelemesi de hıristiyanlığı geleceğe özgü bir tür "kurtuluş" dini kılmıştır. islamiyet'te de geleceğe dönüklük önem arz eder; ancak hıristiyanlıktaki kadar bir kurtarıcı arayışı yoktur. islamiyet'te insanlar allahlarıyla baş başa; belki de o da olmadan kimi zaman, yapayalnız bırakılmıştır. oysa hıristiyanlıkta tanrı'nın gölgesi papa'nın nezdinde insanlara ışığı gösterir; kilise tanrı'nın değil, insanların evidir. çünkü orada günahlarından arınırlar ya da vaftiz edilirler. bir sözle müslüman olmanız mümkünken; dinden çıkmanız muğlakta kalır. bir kişi en büyük günah olan "allah'a şirk koşma"dan bile kurtulabilir; çünkü islamiyet'te bütün günahkarlar cehennemden sonra, eninde sonunda cennete gelecektir. oysa hıristiyanlıkta dine girmek ne kadar zorsa, ondan çıkmak (dinden kapı-dışarı edilmek) o kadar kolaydır. çünkü hıristiyanlıkta tanrı, isa'nın bedenindeyken; islamiyet'te muhammed yapayalnızdır (ne garip; oysa isa'ya atfedilir "tanrım beni neden yalnız bıraktın" sözü). bu yüzden isa çilekeş, muhammed savaşçıdır. bu zorunluluktan kaynaklanır. isa kurtarıcı, muhammed ise (sonraki -günümüze kadar gelen- aşırılıkları saymazsak) tebliğcidir. isa anglosaxon dilinde bir 'lord'dur yani efendi-tanrı; muhammed ise alabildiğine insan.

    buradan -bu karşılaştırmalardan- bir tasım çıkarıyorum: hıristiyanlık üzerindeki "mens universi"yi öneren stoa etkisi; yahudiliğin etkinliğiyle birleşince stoa'daki bütün kavramlar ve anlamları -neredeyse- olduğu gibi hıristiyanlığa nüfuz etmiştir. örneğin kader/fatum algılayışı: olayların akışını tayin eden mutlak zorunluluk. tanrısal öngörü/providentia: her şeyi önceden belirleyen evrensel akıl. ne olacaksa olacak, ne olmayacaksa olmayacaktır. (bkz: tevekkül/@jimi the kewl) seneca "bilimin öğrettiği şey belirsiz ve yetersiz; doğanın/tanrı'nın sağladığı bilgi ise yetkindir" diyor (epistulae cxxi.23). benzer yaklaşımı, doğal olarak paulus'un mektuplarında da görürsünüz. örneğin efeslilere mektup 4.14: "böylece artık insanların kurnazlığıyla, aldatıcı düzenler kurmaktaki becerileriyle, her öğretinin rüzgarıyla çalkalanıp öteye beriye sürüklenen çocuklar olmayacağız." stoa düşüncesi de mutlak bir'liği tartışmasız sunar; insan aklı yetkin olan evrenin aklıyla kaynaşması noktasında mutlak bir birlik içine girmiş olur.

    r. m. lawson'da bunu okuyoruz: "stoacılık determinizm üzerine kurulu bir felsefi disiplindir. insanın yapabileceği en iyi şey, evrenin yasalarından etkilenen logosun düşüncesini anlamaya çalışmaktır. insan böylece akli ve bilimsel düşünce yapısıyla evrenin temellendiği doğa yasalarını anlayabilir." (r. m. lawson, science in the ancient world an encyclopedia, abc-clio press, 2004, p.230) doğa yasaları da -tanrı'nın uymak zorunda olduğu- kozmik birliğin bir unsuru olduğuna göre; insan aklı ancak ve ancak doğaya uyumlu davrandığı müddetçe evrensel akılla bütünleşebilir. en doğru tutum, en yetkin düşünce biçimi, doğaya uygun olandır. en büyük erdem, doğaya uygunluktur. tanrısal akıl bile ona uyar.

    şimdi en baştaki sokratesçi soruyu yeniden soralım:

    "insan bu akla nasıl sahip oldu?"

    soruya ancak soruyla karşılık verebiliriz galiba. anasının karnından (cennet bahçesi), karanlığa (dünya) düştüğü için olabilir mi?
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap