• thomas hobbesa göre daimi hareket ve sınırsız isteklerden* dolayı rasyonel egoistler olmaktan öteye gidemeyecek bir olgu.
    john lockea göre ise mekanik hayvanlar olmanın ötesinde, nedensellik mekanizmasına sahip olan; fakat duygusallıkları nedeniyle bu mekanizmayı ve objektif düşünme yetisini pek çok zaman kullanmayı becerememekten ibarettir. tecrübe ve deneysel dünyanın öğretileriyle gelişen birer boş levha* olarak doğmaları da bunda bir etkendir tabii..
    karl marxa göre de siyasi ve komünal olmalarının yanı sıra, liberallerin sivil toplum kavramı içinde boğulan kendine öz* yetileri gömülmüş varlıklardır.
  • bir de björkcüğümüzün bu konuya ilişkin olan human behaviour şarkısı vardır.
  • dogvillede derinlemesine incelenen sey. izleyiniz.
  • tanim geregi insanin tum yetilerine isaret eden kavram.

    insanoglu tum fiziksel, zihinsel kapasitesi ve potansiyelleriyle kisacasi eyleme gucuyle ve elbette emegi ve onu bir hayvandan ayiran en onemli yani olan bilinci yardimiyla hem maddi hem de manevi urunler veren ve bu sayede kendi yasamini kuran bir turdur. bu urunler fiziksel olabilecegi gibi kultur gibi sosyal urunler de olabilir. bu surec insanin, ozunu dis dunyaya tasiyarak hem ozunu gerceklestirebilecegi kulturel cevreye olanak vermesi hem de yasamini kurabilmesine imkan tanimasi acisindan onemlidir.

    bu gercek, yuzyillar boyunca kokeni, tarihi, dini, dili, irki ne olursa olsun tum insanlik icin, her insan icin aynidir. bu acidan insanin degismez bir dogasi oldugu sonucuna ulasilabilir, bu doga (ya da oz) da insanin kendini gerceklestirmek amaciyla, bilincli olarak, emegini (ozunu) dis dunyaya yonelterek maddi ve manevi urunler vermesidir.

    ancak, burada bahsi gecen uretim surecini kapitalist uretim sureciyle karistirmamakta fayda vardir. kapitalizmde, birey kendini gerceklestirmek icin degil fiziksel varolusunu surdurebilmek, kisacasi ac kalmamak ve olmemek icin "bilincsizce" emegini satmaktadir. bu baglamda, bir sairin, sirketteki sekreterin, haldeki hamalin, kapidaki pazarlamacinin, sehirlerarasi otobus soforunun, bir muzisyenin ya da bir gross marketteki kasiyerin kendi potansiyelini dis dunyaya cevirmesi (emegini satip piyasaya mal ve hizmet sunmasi) bilincli bir varolusu degil, bilincsiz bir yabancilasmanin altini cizer. cunku ozunu bir metaya donusturen insanoglu, bunu sosyal urunler (kultur vb.) uretmek icin degil fiziki varligini surdurmek icin istemeye istemeye hatta bilincsizce yapmaktadir. kisacasi bilinci icin ozunu feda etmektedir.

    buraya kadar insan dogasinin (ozunun) evrensel karakterinden ve insanin kapitalist sistemde kendine yabancilasmasindan bahsettim. ancak cok onemli bir olguyu aciklamazsam analizin eksik kalacagi apaciktir. cunku insan kapitalizmde fiziksel varligini surdurebilmek icin emegini (ozunu) bilincsizce satmaya zorlanmistir. ancak gene de sistem insana "is yasami" disinda da kendi varolusunu gerceklestirebilecegi alanlar birakmistir. hatta insan, para karsiligi calisirken kimi alt-kulturel urunlerin (jargonlar, normlar, degerler) olusumuna bilincsizce de olsa neden olur, katkida bulunur. ancak kapitalizmin insan dogasina yaptigi en buyuk kotuluk, insanin kendi ozune yabancilasarak urettigi mallara (metalara) tapmasina neden olmasidir (commodity fetishism). gecmis caglarda da insan barinmak icin ev, isinmak icin elbise, karnini doyurmak icin yiyecek, yasamini kolaylastirmak icin aletler (bunlarin bir ornegi de paradir), uretmis ama kapitalizm disinda hicbir cagda (bu noktada belirtmekte fayda var, bu yabancilasma kapitalizmle birlikte tum topluma yayilmis olmakla beraber, temelde yabancilasma kavramini ortaya cikaran ana neden ozel mulkiyet olgusudur) bunlari taparcasina sevmemis, elde etmek icin her turlu yabancilasmaya ve ahlaki cozuluse goz yummamistir.

    kisacasi, insan dogasi geregi sever, yasar, dusunur ve uretir. ama kendi varolusuna bir anlam kazandirabilmek ve sosyal ve kulturel cevresini zenginlestirebilmek icin; karsiliginda kendi ozunun yabancilasmis formlari olan para ve mal elde etmek icin degil. iste kapitalizm insani insanligindan boyle cikarir.
  • yemek, sevismek ve tuvaletten baska hiç bir gerçek ihtiyaci olmayan canli, su anki gereksinimler insanligin sonradan ürettigi soyut seylerdir. hayvanlarda da bu böyledir, insanin tek farki akli olmasindan dolayi kendisine bi ton ugras çikarmistir.
  • şizofrenidir (sanırım). ikilikler ve dahi çokluklar arasında parlak, berrak, pürüzsüz bir teklik bulma ihtiyacı; göçmek ve kalmak arasındaki çelişki ve duygusal dalgalanmalar; gerekliliğin ötesinde öldürmek ve hayatı da bir o kadar bırakamamak saplantısı; olanca küçüklüğüne ve kırılganlığına rağmen büyüklenmesi, geçmişini ve geleceğini serap denizinde tuzlu su yutmuş gibi bulanık bir umutla ve övgüyle hatırlaması/hayal etmesi; kendini dünyanın merkezi sanmak aptallığına düşmesi ve bu yalanı gerçek kılması; tanrılar yaratması ve kendi görüntüsünün algısından çok şey kapmış olan bu tanrılara tapması, kendini tutkuyla sevmesi... tüm bu, zamandan eski görünen olgulara bakınca şizofreniden başka neyle açıklanabilir insan doğası? bir başka deyişle, şizofreni, insanın doğal halidir.

    şöyle bir etrafa bakalım: hayvanların bizim gibi olmadık duaya amin dedikleri, kendilerine hayali dostlar ve kimlikler yarattıkları görülmüş müdür genellenebilir bir özellik olarak? sanmıyorum. belki de, bizi biz yapan dediğimiz, bu kadar büyüklenmemize, şaşırmamıza, kendimizi dev aynasında görmemize neden olan ayrıntılar, bir başka deyişle genetik kodlarımız, -isterseniz karmaşık, soyut düşünme yeteneği filan diyelim- hiç gerçekleşmese ne kadar iyi olacak bir hata, birer mutasyon olmuş olamaz mı? tıpkı bugün şizofreniyi ve diğer birsürü akıl ve ruh hastalığını sınıfladığımız gibi, yanlış, çarpık, sapkın... bir anlık değişme ve geri döndürülmesi zor bir yanlış-işleyiş! dogmalar tarafından sunulan pür-i pak olması gerekli insan doğasına ne kadar ters düşerdi bu açıklama öyle değil mi? bugün bizim becerebildiğimiz karmaşık düşünme sürecini takip edebilmeye başladıkları için, hayvanların da aslında ne kadar zeki yaratıklar olduğunu filan sayıklayıp duruyoruz. fakat aynı zamanda, onlar da zarar vermeyi öğreniyorlar; sıradanlık ve sevimlilikten başka bir şey beklemediğimiz hayvanlar, zeki ve düşünceli gözlerle bakıyorlar, ne düşündüklerinin şu an farkında olmasalar bile... düşünceyi düşünmeyi şimdilik biz becerebiliyoruz en iyi... (bkz: meta)

    insanın hayvani doğasından kaçtığı, insan olmayı öğrendiği kabul edilir... medeni yaratıklar olmayı, çatalı, bıçağı, inancı, bağlılığı, duyguyu öğrenmiş olduğu ve hatırlamak / yeniden üretmek üzere belleğinde sakladığı kabul edilebilir...işin uzmanı olmamakla birlikte, bu hayvani doğadan ne kadar kaçarsak ona o kadar yakalandığımızın ayırdına varmak, genetik olarak değiştirilmiş bir ürün olan insana tuhaf şeyler hissettiriyor ve düşündürüyor. sanki, kaçtığın geçmişin değil de geleceğinmiş gibi. bunu kim söylemişti, şimdi hatırlamıyorum... ama tüm bunlar, insan doğasının iyi değil, kötü değil (dinlerin vesairenin onaylamadığı veya önkabul ettiği bir kötülük hali içinde bile değil), ancak ayrıntılarda gizlenmiş bir ufak oynamanın, bir kaydırma hatasının mahkumu olduğunu, sadece ve sadece sapmak için yol aldığını düşündürüyor.

    en düzgünlerimiz, en yolunu şaşırmamışlarımız bile acayip bir medeniyet, zeka, büyüklük, zerafet, güzellik, uçluk saplantısındalar. daha doğrusu, bu özelliklerin allah (ya da patron ya da efendi) tarafından insana bahşedilmiş yetenekler olduğu sanrısındalar ve bu yönlerde gelişmenin boynumuzun borcu olduğu saplantısında dönüp duruyorlar. kendisini özel sanmak tabir edilen gereksiz büyüklenmeleri eleştirmek bile silemiyor gerçekten özel olduğumuza duyduğumuz güveni. iş öyle bir noktaya geliyor ki, sanrı,gerçeğin ta kendisi çıkıyor; yani normal bir şey aslında insanın dünya üzerinde ve evrende bir misyonu olduğunu sanmak ve savunmak. dışına tam olarak çıkamayacağımız bir önerme. şizofrenler gibi, mutluyuz sanrılarımızla. daha da ileri götürelim hatta; korkmayı hiç gerektirmeyecek korkularımızla da mutsuzuz aynı zamanda. ikilik bu: madem mutlu olmayı gerektirecek bir şey yok, neden bulutlarda uçuyorum? veya bir amaca körükörüne bağlanıp her şeyi, her şeyi unutabiliyorum, feda edebiliyorum? çünkü aslında o sırada en mutlu halimi yaşıyorum: bir şeyin gerçekliğine, sağlamlığına, kırılmazlığına, yok olmazlığına sonuna kadar inanıyorum. yaşam ve ölümün birbirini sürekli yalanladığı dünyada, anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı sorusuna cevap arıyormuş gibi, heykeller cevabını buluyorum bir türlü sindiremediğim ikiliğe; çünkü onlar, yıkılmaz. zaten annemle babam arasında da bir tercih yapmam gerekse, sevgisini en doyurucu (?) yollardan hissedebildiğim hangisiyse, onu seçiyorum. doyurucu olan araba, para, yemek değil de, sevgi, gülümseme ya da sesi olsun isterse; ben ona maddi bir anlam, bir güvence etiketi yapıştırdıktan sonra, o maddidir, benim dokunma hakkım olandır, giriş hakkım olandır.

    ama, heykellere, yazılara, hatta hiç silinmeyecek, hep bir iz bırakacak kadar güvenli hipertext ortamına rağmen, ikilik devam ediyor: bu kez de, korkularım var, kayıplar var, dengemin tehlikeye girdiği durumlar var. bu tehditlerin kendilerinin değil, sadece fikrinin olduğu durumlarda bile öyle çok korkuyorum ki, aşamıyorum bu seti kolay kolay. kendime sınırlar koruyorum, güvenli, koruyucu sınırlar. sevdiklerime de sınırlar koyuyorum, onları kaybetme olasılığımı en aza indirmek için. kendimden kaçmaya başlıyorum tam da bu anda. gerçeklerle arama sağlam bir set çekiyorum. yapabileceklerim, sonuçlarından korunmak için bir bir azalıyor. hayvani doğamdan kaçıyorum. pürüzsüzlüğümü tam da yeni kazanmışken, kaybetmemek, olduğu gibi korumak uğruna. selülit kremleri kullanıyor, anti-aging kürleri uyguluyorum, devamlı genç kalmak için. ama koşmuyorum deliler gibi, düşerim çünkü, bir yerim kırılır, bütünlüğüm zedelenir. bir süs eşyası gibi köşeye çekilip sevilmeyi bekliyordum eskiden de, çağlar öncesinden beri. böylece, en zarif, en göz kamaştırıcı olan, hep o duyguyu verebilsin istiyordum, maddi olarak veremeyecek hale gelince bile. istiyordu erkek de; her ne kadar bütünlüğünü baştan tehlikeye atmış olsa da o. şizofrenik hallerini en iyi saklamanın yolu, onu görmezden gelmektir belki de.

    oysaki, insan doğasının şizofrenik niteliğinin ayırdına varmaya başlamış olanları hep şizofren olmakla da suçladı insan. özenle koruduğu bir şeyin deşifre edilmesine dayanamadığından mıdır, nedir? aklından zoru olanlar, yanlış işlerle uğraştı hep, pürüzsüzlüğümüze zarar verdi. aklının yetmeyeceği şeyleri düşünmemesi zaten söylenmişti insana; ama bunu da hemen art niyetli bir politika saymak kolay değil. belki de en insansever, aynı zamanda saf yaklaşımdı bu. acıyı en aza indirecek, hem de doğrudüzgün, işe yarar (!) bir yolda gitmek isteyenleri, o yolun sapkın olduğu gerçeğinden koruyacaktı. korusundu ki, o yola giren birileri olsundu korkusuzca, cengaverce. asker olsunlardı, kendilerini feda etsinlerdi. feda etmedikleri zaman sorunlar büyüyordu, tekliğe duyulan güven sarsılıyordu, insanlar bölünüyordu (her şekilde) (bkz: bölünmek). hayallerimizdeki bütünlük doğrultusunda yol almamızı sağladı, bölünmüş kendimizi, bölünmemiş halimizin kötü bir kopyası sanmak. insan doğası gereği, doğamızın gereğini yaptığımızı düşündük.
  • tüm kişilik kuramlarının çıkış noktasıdır. insanın yalnızca dıştan gelen uyaranlar sonucu koşullanan bir örüntü olduğunu iddia eden davranışçı yaklaşımdan başlayarak, insanın seçim yapma, karar verme, çevreden etkilenirken çevreyi de etkileyebilme potansiyeline sahip bir varlık olduğunu savunan varoluşçu-insancıl yaklaşımlara kadar uzanır. kimi kuramcılar insan doğasını öğrenmeye dayalı şematize ederek açıklamaya çalışırlar. insan doğası konusundaki düşünceleri dünyayı en uzun süre etkilemiş olan bilim adamı freud'dur denilebilir. temelini katolik inancının insana bakış açısından alan bu görüşte insan doğuştan kötüye ve şiddete eğilimlidir. çünkü insna bilinçdışı süreçlerin etkisinde edilgen bir varlıktır. freud insanların fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmadığı, yoksunluk içinde yaşadıkları bir ortamda herkesin içindeki hayvanın ortaya çıkacağını ve herkesin yaşamını sürdürmek için öldürmekten, suç işlemekten kaçınmayacağını iddia eder *. bu koşullar altında insan doğasının kötülüğünün gerçek anlamda ortaya çıkabileceğini savunur. tıp, psikanaliz ve felsefe eğitimi almış ve toplama kamplarından kurtulduktan sonra varoluşçu perspektife eğilerek logoterapi'yi geliştirmiş olan victor e frankl ise freud'un bu düşüncesine katılmadığını söyler. tam da freud'un tarif ettiği gibi bir ortamda 4 yıl yaşadığını söyleyen frankl bu koşullar altında iyinin daha iyi, kötünün ise daha kötü olduğunu, bireysel farklılıklar ve seçimlerin netleştiğinden dem vurur özetle *
  • insan hayvanligi...
  • varoluşu varsayım olan. bu varsayımdır ki etrafındaki herhangi bir nesnenin doğası hakkında ahkam kesebilme yeteneğine sahip olduğunu, düşünme yetisinden yola çıkarak savunan insan oğlunun bu konuda sorduğu soruları kendine yöneltmesi şeklinde ortaya çıkar. "ben kimim?" ve "ben neyim?" sorlarının ayrımını ilk yapan augustine e göre ben neyim adlı soru insanı direkt teolojik çıkarımlara götürmektedir ki ben neyim dendiği an benim dışımda varlığımdan haberdar ve bu varlığa sebep olmuş bir tanrı kavramından bahsetmek gerekir. "ben kimim?" noktasından işi ele alan bir insan ise kendini tanıdığı konusunda çıkarımlar yaparken kendi sorduğu soruya yine kendi varsayımlarından oluşan cevaplar vermek zorunda kalacaktır. bu da sevgili hannah arendttarafından "jumping over our own shadows" diye adlandırılarak boş bir çaba olarak aktarılmıştır. bütün bunların yanında teolojik açıklamalardan sakınılan noktada "ben neyim?" yerine "ben kimim?" sorusunun sorulmasında büyük fayda vardır; fakat bilincinde olunması gereken bir şey de "ben kimim?"in bir cevabı olması gerektiğinin de bir varsayım olduğudur.
hesabın var mı? giriş yap