*

  • ada devleti olduğu için diğer ülkelerin saldırılarından pek etkilenmemiştir. ainu, kore ve güneydoğu asyadan gelenlerle birleşerek tek bir japon ulusu oluşturmuşlardır. böylece içlerinde ayrılıkçı faaliyetler olmamıştır. m.ö 7. yy'an itibaren şintoizme* inanıyorlar. dinin özelliğinden dolayı günlük hayatta dinin etkisi fazla değil.
    sürekli çinlilerle savaştıkları için 16.-19. yy kendi içlerine kapanıyorlar. bundan dolayı sacece iç ticaret yapıyorlar. 19. yy'da amerika japonlarla anlaşma yapmak ister fakat japonlar istemez. amerika daha sonra büyük bir donanmayla gelince kabul etmek zorunda kalırlar. daha sonra ingilizler gelir vs. vs..
    bilindiği gibi amerika misyonerlikte diğerlerine göre daha başarılıdır. burada da yaymak ister fakat japonlar misyonerleri dışlarlar. yerli odaklara gelince, amerikayla yapılan ticaretten dolayı kötü etkilenirler tabiiki. bir süre sonra batıya öğrenci ve temsilci gönderiyorlar. gidenler teknolojiyi benimlerler fakat bizimkiler gibi kültürünü benimsemezler.
    osmanlıdan diplomasi öğrenmek için istanbula gelmişlerdir bir ara. ayrıca osmanlı modernleşmeye çok erken girerken, japonya çok geç girmiştir.
  • feodal sermayenin devlet eliyle sanayi sermayesine evrilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. kapitalist olmayan yoldan kalkınma örneklerindendir.
  • kökenlerini unutacak düzeyde ilerlemekte olan modernleşmedir. umarım bu yoldan dönerler.

    konu ile ilgili güzel bir inceleme: http://www.aksiyon.com.tr/…-cekik-gozlu-modern.html

    "çekik gözlü modern

    20 mayıs 1995 / m. alı eren - yalçın çetınkaya
    japonya'nın hayatımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğunu japonya'ya gidince daha iyi anlıyor insan. sony'sinden tutun da toyota'sına kadar bütün japon markalarının gerçek boyutlarını japonya'da yakından görünce şöyle bir afallıyorsunuz. meğer türkiye'deki uzantıları kocaman bir aysbergin sadece görünen uç kısmı imiş. japonya'ya gidince birden "hayatınızı" farkediyorsunuz.
    hayatınızın ne olduğunu, kimlerin nerelerden kalkıp hayatınıza nasıl da karışıverdiğini. tahtakale'de "japon, japon" diye yırtınırcasına bağıran işportacı çocuğun sesi çınlıyor kulaklarınızda, tokyo'nun tam orta yerinde. birden özlüyorsunuz keratayı. o incecik ses, japonya'daki "yüksek teknolojik gürültü" arasında kaynayıp gidiyor. ışportacı çocuğu yine de takdir etmemek elde değil.

    japon eğitim sistemi kendi işini yapacak robot insan yetiştiriyor. bu insanlar işleri dışında hemen hiçbir şeyle meşgul olamıyorlar. modern japon insanı için en önemli şey iş. yeni nesil japonlar ise buna isyan ediyor, daha fazla ekonomik ve sosyal hürriyet istiyorlar

    kansai havaalanı'na ilk biz gittik, türk gazetecileri olarak. uçağın sağ yanından, deniz üzerine sonradan inşa edilmiş bu müthiş havaalanını görür görmez,"vay be!" diyorsunuz. şaşkınlığınızı yüzünüzden okuyan bir japon yol arkadaşınız, size esaslı bir gol atmanın rahatlığı içinde. japon'la göz göze gelmemeye çalışıyorsunuz.

    ıçinizdeki o "çekik gözlü dev" yavaş yavaş uyanıyor ve üstünüze üstünüze geliyor. hayret, üstünde kimonosu yok. bize ne kadar da benziyor. bizden tek farkı, gözlerinin çekik olması. modern ve oldukça şık bir dev bu. ama her dev gibi, çirkin. çirkinliği gözlerinin çekikliğinden değil, "dev" olmasından. peki biz nereye geldik o zaman? burası (bize göre) doğu'nun en ucu... hani o (cemil meriç'in deyimiyle) ışığın geldiği taraf değil mi yoksa?

    * * *

    yıllar önce izlediğimiz japonya belgeseli bir "modern japonya" tablosu çiziyordu daha çok. geleneklerini koruyarak modernleştiği söylenen japonlar, kendi tarihlerinde olmayan "rugby" gibi amerikan futbolunu oynuyor, "golf" adlı burjuva sporunu yapıyorlardı. bu dizide japonlar, kendilerine yabancılaşmış bir görüntü veriyorlardı. batılı gibi yaşamak, batılı gibi eğlenmek, giyinmek, sosyal ilişkiler kurmak, bugünkü japonya'da revaçta. bir japon, dizinin sonunda şunları söyledi: "yüzyıllar öncesinden yaşlı bir japon gelecek ve bize japon olduğumuzu hatırlatacak." bu dizide ortaya çıkan "modern japon" profilini batılılar'dan ayıran tek fark, japonlar'ın çekik gözleri idi.

    japonya gezimizi, önemli bulduğumuz bir konsept üzerine konumlandırdık: "gelenek". özellikle muhafazakar kesim tarafından sıkça söylenildiği gibi japonlar gerçekten geleneklerini koruyarak mı kalkınmışlardı? biz modern japonya'dan çok, sıkça sözü edilen bu "geleneksel japonya"yı arayacaktık. doğrusu modernlik karşısında bu denli direnen ve varlığını sürdürmeyi başaran japon geleneği, bizi bir hayli meraklandırmıştı.

    japon spektakülarızmı

    daha japonya'ya girer girmez spektaküler (görkemli) bir japon gösterisi ile karşılaşıyorsunuz. bir kere denizi doldurup havaalanı yapmak fikri, "japon spektakülarizmi"nin göstergesi. japonlar ilginç teknolojik buluşlarıyla zihinlerimizde geniş bir yer açmışlardı kendilerine. kansai havaalanı, zihinlerimizdeki "japon imajı"nı yukarılara çekiyor. muhteşem, modern ve tertemiz.

    osaka, havaalanından çıkar çıkmaz ilk uğradığınız şehir. japonya'nın da en büyük şehirlerinden biri. tam bir "out?door ve billboard cenneti". bunu sadece osaka'da değil kyoto, nagoya, kobe ve tokyo'da da görebiliyorsunuz. hele tokyo. olamaz böyle birşey! her şey çok görkemli. modern mimari, geleneksel mimariyi silmiş süpürmüş. binalar yüksek ve gösterişli. ama reklam panoları, binalardan daha gösterişli. japonya'daki hemen herşey gibi canlı ve albenili şeyler. grafik tasarımcılar renklerle özgürce oynamış. japonlar dikkat çekmenin yollarını iyi bulmuşlar. yani "gözünüze girmeyi" iyi beceriyorlar. zaten ilk etkilenme "göz" ile, "görüntü" ile başlıyor. hele geceleri, sadece rengarenk ışıklı ilanlar görüyorsunuz. şehirleri mimarlar kurmuş, tamam. ama reklamcılar süslemiş. hatta reklam japonya'da öylesine etkili ki, hayatın her anında sıkı bir reklam bombardımanı ile karşı karşıyasınız. japon reklamları, özel olarak ilgilendiğimiz bir alan oldu. japonlar reklamcılıkta batılılar'dan daha başarılı. çok kreativ işler yapıyorlar. ama, sokaktaki japon ile reklamlardaki japon birbirinden epey farklı. reklamlardaki "mutlu japon"u dışarıda görebilmek imkansız. yani japon reklamlarında sunulan hayat, gerçeği yansıtmıyor. galiba reklamlardaki japon, pek "japon" da değil.

    japonlar'ın reklamları, yaşadıklarının ötesinde. reklamlardaki hayat onların hayatı değil. yaşadıklarını oynamıyor, oynadıklarını da yaşamıyorlar. reklamlar, japonya'da da tıpkı türkiye gibi ülkelerdekine benzer bir işleve sahip. yalan "gırla"! japon reklamlarında da insanlara mutluluk vaadleri yapılıyor. reklamlardaki japon ile metrodaki, trendeki, hayatın içindeki "gerçek" japon, birbirini tutmuyor.

    "hayatta en hakıkı

    mürşıd, busıness"

    biz bu arada geleneksel japonya'yı ve modernlik karşısında varlığını sürdürmeyi başaran geleneği aramaya devam ediyoruz. acaba sokaktaki japon'un disiplinli görüntüsü, geleneğin bir uzantısı olabilir mi? japonlar, işlerine dört elle sarılmışlar. onlar, batı'yla müthiş bir rekabet içinde. (öyle ki, yaptıkları her işte batı'yı aşmak zorunda hissediyorlar kendilerini. tokyo kulesi bunun bir örneği. kule, paris'teki eyfel kulesi'nin ikizi. yalnız renkleri farklı. tokyo'daki turuncu. yüksekliği 333 metre. eyfel kulesi'nden birkaç metre daha yüksek. japonya'da yıllardır yaşayan türkler'den öğrendiğimiz kadarıyla japonlar, "eyfel kulesi'nden daha yüksek bir kule yaptık" diyebilmek için bu kuleyi yapmışlar. 150. metresine kadar çıkıp tokyo şehrini temâşâ ettik. tokyo ayaklarımızın altında!). japonlar başlarını bir dakika olsun işlerinden kaldırırlarsa, batı'nın gerisinde kalacaklarına inanıyor ve tatil günlerinde bile durmaksızın çalışıyorlar. hatta işinin başında kalpten ölen japonların sayısı da az değilmiş. evet, japonlar bir iş disiplinine sahip. ama bir japon için hayatta en hakiki mürşid, "business" (iş)! ("hayatta en hakiki mürşid business" sözü can kozanoğlu'nun).

    ayrıca japonya'da iş bulabilmek, artık eskisi gibi kolay değilmiş. herkes işine vaktinde gelmek ve çok çalışmak zorunda hissediyor kendisini. böyle de yapıyorlar. zaten şehirlerinin 4?5 kat altına metro hattı çekilen, şehiriçi ulaşımın böylesine kolaylaştırıldığı bir ülkede işe geç kalmak çok zor. mükemmel işleyen bir metro hattı var. (ama yukarıdaki trafik yine de sıkışık). bu sadece tokyo'da değil, gördüğümüz bütün şehirlerde böyle. trafik yüzünden işe geç kalmak bizim gibi ıstanbullular'a vergi. dolayısıyla, işine vaktinde gitmek bir japon için çok kolay. asıl, işinden vaktinde çıkabilmek zor. çünkü masasının başına oturduğu vakit dolunay görmüş kurtadam gibi, japon'un rekabetçi kişiliği ayağa kalkıyor ve new york'taki, paris veya londra'daki meslektaşlarıyla amansız bir yarışa başlıyor. kendisini ondan daha çok çalışmak zorunda hissettiği için de, mesai saatini şöyle birkaç saat aşıyor. sonra da soluğu meyhanede alıyor; birkaç tek atıp zilzurna evine dönüyor. gecenin geç saatlerinde metroya bindiğimizde, bond çantalı, şık fakat küfelik pekçok japon'a rastladık.

    ış dısıplını evet, ama...

    japonlar işlerinde disiplinli, evet. dışarıdan bakıldığında bir yanılsama olarak, bu disiplinin japon geleneğinden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorsunuz. oysa hayır. modern hayat tarzının disipline ettiği japon bu. modernlik, japon'un hayatını yeniden düzenlemiş, japon'u tabir caizse "modern standartlar"a uydurmuş. eğer gelenek bu denli etkili olsaydı ve bu disiplin geleneğin bir uzantısı olsaydı, akşam iş saatlerinden sonra meyhanelerin ve sokak aralarına kadar girmiş olan otomatik kumar makineli kumarhanelerin dolup taşmaması gerekirdi. gece, özel muhabbet tellalları telefon kulübelerine girip tokyo'daki fahişelerin fotoğraf ve telefonlarının yeraldığı yüzlerce renkli, kuşe kağıda baskılı albüm bırakıyor. bütün bu görüntüler, japonlar'ın geleneğe çoktan veda ettiklerini gösteriyor.

    osaka'dan, dünyanın en hızlı treni olan shinkansen ile çok kısa bir sürede nagoya'ya geçtik. otobüsle 3?3.5 saat çeken yol, shinkansen ile 45 dakika. geceyi nagoya'da geçirip, gündüz de nagoya'nın tarihi yerlerini gezdikten sonra, otobüs ile tokyo'ya doğru yola çıktık. otobanlar müthiş. bize hemen almanya'yı hatırlattı. zaten almanya ile japonya arasında otobanlar ve şehirleşme bakımından büyük benzerlikler var. yollar çok düzgün. nagoya ile tokyo karayolunun herhangi bir yerinde kazı çalışması yapılmıyor, geçiş tek şeritten veya servis yolundan verilmiyor, asfaltlama işi çoktan bitmiş. düşünün, otobüste notlar tutabiliyor ve onca yolu sarsılmadan tamamlayabiliyoruz.

    nehirler, göller tertemiz. yeşil, gerçek tonunda. her taraf ağaçlık. japonya'da en çok "japonica criptomeria" ağaçları var. bu ağaçlar ilkbaharda kırmızı çiçekler açıyor, yazın da yemyeşil oluyor. yaprakları dikenli. gövdesi kereste için ideal. japonlar, tabiatı pek incitmemişler denebilir. batı'daki japon denizi'ni göremedik. söylenenlere bakılırsa japon denizi, japonların teknolojik atıkları sayesinde iyice kirlenmiş.

    yolda köye rastlamadık. çünkü japonya'da köyler 2. dünya savaşı'ndan, özellikle 50'li ve 60'lı yıllardan sonra birleştirilmiş ve büyük merkezler oluşturulmuş. kasabalar birleştirilip il yapılmış. şu anda japonya'da 47 il, 800 ilçe ve 3 bin 200 kadar da kasaba var. eskiden 50?60 bin kadar köy varmış.

    tokyo'ya akşam 18.30 sularında giriyoruz. ıhtişamlı bir şehir. kat kat yollar, dev cüsseli binalar, rengarenk reklam panoları. modern şehirlerin görüntüsü daha bir başka oluyor. görkem, sizi daha girişte teslim alabilir, dikkat...

    tokyo station'a geliyoruz. burası bütün tokyo'nun iç ve dış ulaşım merkezi. tren, otobüs, uçak... bütün ulaşım vasıtalarının biletleri buradan temin edilebiliyor. tren ve otobüsler buradan kalkıyor. ana metro istasyonu da burası. böyle birşey olamaz. müthiş bir metro düzeneği var yerin altında. belki 4?5 kat. tokyo'nun en uç noktasına kadar subway ve rail sistemleri sayesinde, birçok değişik hattı kullanarak, rahatça ve "beklemeden" gidebilmek mümkün. metro, müthiş kalabalık. ınsanlar koşuşturuyor. etraf ışıklı ilan panolarıyla dolu. japon grafiğinden örnekler göremiyorsunuz desek yalan sayılmaz. reklam panolarındaki fotoğraflarda daha çok batılı tipler var nedense. yazılar kanji alfabesiyle yazılmış, o kadar. japonlar üç çeşit alfabe/yazı sistemi kullanıyor: hiragana, katagana ve kanji. esas alfabeleri hiragana. bir japon, üniversiteyi bitirene kadar alfabesini ve yazı sistemini ancak öğreniyor. hatta öğrenemiyor.

    japonya tam bir "metro medeniyeti". bu karmaşık yapıyı önce algılayamıyoruz. ama giderek alıştık ve tokyo'da rahatça metro yolculukları yaptık. biz, honancho'da kaldık. shinjuku üzerinden nakanosakaue'ye, oradan da aktarma yapıp honancho'ya gidebiliyorsunuz. bereket versin bizi doktorant metehan özcan karşıladı da, tokyo'ya iner inmez kaybolma problemi yaşamadık. dünyanın en kalabalık şehrinde kaybolduğunuzu bir düşünün. allah göstermesin.

    tokyo'da 5 gün kaldık ve bu 5 gün içinde tokyo'nun neredeyse gezmedik yerini bırakmadık. tarih ve gelenek mi? japonya'da bir dekor olarak öylece "duruyor"!

    japonya'da günlük hayat

    japonya'da ücretler fena değil. resmi dairelerde çalışanlar saat 15.00'ten sonra boş ve başka işlerde çalışabiliyorlar. benzin, 110 yen civarında. doların değer kaybetmesine tahammülleri yok, çünkü her şey dolara endeksli. amerika'ya karşı müthiş bir bağımlılık var. japonya'nın sadece savunma maksatlı bir ordusu var ve ülke güvenliği, abd'ye teslim edilmiş. doların yen karşısında geçtiğimiz günlerde değer kaybetmesi, japon ekonomisini altüst etmiş. mitsubishi patronu, bu krizden dolayı 7 bin kişilik bir fabrikasını kapatma noktasına gelmiş. çünkü japonya, ihracatını dolar üzerinden yapıyor. mitsubishi patronu deyince aklımıza geldi: japonya'da zengiler, geçmişi yüzyıllar öncesine kadar uzanan eskinin feodal japon aileleri. bugünkü kapitalist japonya'nın en zengin insanları da yine onlar.

    hizmetler şirketleşmiş. taksicilik de öyle. taksiler taksimetre ile çalışıyor. hepsi bir şirkete bağlı. açılış 500 yenden 650 yene çıkmış. taksi şoförleri çok şık. hepsi resmi görünüşlü kişiler. ellerinde beyaz eldivenler, başlarında şapkaları. ve hepsi son derece nazik.

    gündüz yol çalışması yapılmıyor büyük şehirlerde. yol çalışmalarına gece 23.00'ten sonra başlanıyor. sabah en geç saat 05.00'e kadar iş bitiyor ve hiç kimse orada bir yol çalışması yapıldığını hissetmiyor bile.

    mıntıka karakolları yok. küçük küçük "polis box"lar var. buralarda 3?5 polis görev yapıyor. motorize ekiplerin yanısıra, daha çok bisikletli polisler var ve mıntıkalarını bisiklet ile denetliyorlar. hoş, japonya'da zaten bisiklet çok önemli bir araç. yaşlısı, genci, her yaştan insan bisiklete biniyor, işine veya okuluna bisikleti ile gidiyor. (buna rağmen metro çok kalabalık.)

    ruhsuz japonya

    söylemiştik, tokyo müthiş bir şehir. her şeyi var. bir tek "yüreği" yok. sadece tokyo'nun değil, gezdiğimiz bütün japon şehirlerinin "yüreksiz, ruhsuz" birer şehir olduğunu gördük. biz de ziya paşa gibi diyâr?ı küfrü gezdik, köşkler, kâşâneler gördük. ama bunların yüreği yoktu. neden böyle diye düşündük. şu sonuca ulaştık: çünkü modern japon bireyin yüreği ve ruhu yok. modernlik, japon'un yüreğini ve ruhunu almış. galiba modernleşeyim derken ödenen en büyük bedel de bu. yürek ve ruh! yüreği, ruhu olmayan modern japonlar, kendileri gibi "yüreksiz ve ruhsuz" şehirler kurmuş.

    akihabara'ya gittik. tokyo'nun elektronik merkezi. akihabara'da dünya pazarlarına henüz sunulmamış yeni elektronik ürünler görebiliyorsunuz. televizyonlar, bilgisayarlar, teypler... o ünlü japon teknolojisi ve japon kalitesini yakından izliyorsunuz. akihabara'nın en işlek caddesi trafiğe kapatılıyor. oldukça geniş bir cadde burası. dükkanlardan birine girdik ve genç bir çalışanına caddenin adını sorduk. hayret! delikanlı, üzerinde bulunduğu caddenin adını bilmiyor. bir başka dükkanda çalışan bir genç japon'a daha sorduk caddenin adını. o da bilemedi. bir üçüncüsüne sorduk, o da bilemedi. cebinden haritasını çıkardı, baktı. üzerinde bulunduğumuz caddenin adı, "chuodori caddesi" idi.

    teröre merhaba

    "yüce gerçek" tarikatınca yokohama'daki metroda gerçekleştirilen sarin gazı faciası, japonya'nın gündeminde. kaldığımız süre içinde her gece, saatlerce tarikatın kendisini peygamber ilan eden önderi sohoko asahara televizyonlara çıkıyor, olay sıcak tutulmaya çalışılıyordu. haberlere göre tarikatın ve liderinin rusya ile yakın ilişkileri vardı. ılk aklımıza gelen, japonya ile ciddi siyasal sorunları olan rusya'nın japonya'da sosyal bir bunalım meydana getirmek için böyle bir tarikatı desteklemiş olabileceği idi. ıktidarın kontrolündeki japon medyası da, bu hareketi iyice marjinalleştirmek için her gece televizyon programlarında kötüledi ve japon halkını ikaz etti. bir başka düşüncemiz de şu: japon muhalefet partisi genel sekreteri ozawa'ya göre japonya, "anormal nation" idi. terör, hırsızlık, adam öldürme, ırza tecavüz gibi olayların oranı düşüktü. herkes başını kaldırmadan çalışıyordu. japonya'nın bir an önce "normal nation" olması gerekiyordu. "normal nation" ise; terör, hırsızlık, cinayet, ırza tecavüz gibi olayların oranını yükselterek gerçekleştirilebilirdi. acaba yüce gerçek tarikatının gerçekleştirdiği terör, ozawa'nın projesi doğrultusunda, muhalefetin de desteğiyle bilinçli olarak mı yükseltiliyordu? durum karışık. ancak bu tarikatın 2. adamı, özellikle gençlik tarafından çok seviliyor.

    tokyo'da dolu dolu bir 5 gün geçirdikten ve japonya'nın bu en önemli şehrinde insanları yakından izledikten sonra, iki?üç ay kadar önce büyük bir deprem felaketinin yaşandığı kobe'ye doğru yola çıktık. japonya'da otobüs yolculuğu da bir hayli keyifli. her şeyden önemlisi, uzun yol otobüslerinde sigara içmek yasak. sonra, şoför öyle istediği kaseti takıp, kendi istediği müzikleri "zorla" dinlettirerek yolculuğunuzu zehir etmiyor. koltuğunuzdaki müzik çıkışı sayesinde, kulaklığınızı takarak 10 kanaldan değişik müzikler dinleyebiliyorsunuz. müziği seçmek size kalmış. biz yol boyunca japon müzikleri dinledik. kitaro yoktu.

    söz hazır japon müziğinden açılmışken, ona da biraz değinelim. müzik, toplumsal seviyenin en önemli göstergesi. dinlediği müziklere bakarak bir toplumu çözebilmek mümkün. biz japonya'yı ve japonları analiz ederken, doğrusu revaçta olan japon müziklerinden çok yararlandık. japonlar, batılı tampere sistemi kullanıyorlar. uzak doğu'ya has o pentatonik (5 nota) sisteminin kullanıldığı, geleneksel japon sazlarının çalındığı müzikler, daha ziyade turistik bir kültürel malzemeye dönüşmüş. japonca sözlü pop müzik revaçta. pop müziğin japoncası icra ediliyor. japonlar modernliği tercih etmiş, bunu her yerde ve her şeyde görüyorsunuz. bu tercih, aslında her şeyi izah ediyor. geleneksel japon müziğinin tarihe karışması da bu tercih ile ilgili bir durum. ama bu tercih, çok sesliliği ve çok renkliliği de bir anlamda tarihe itmiş. (çok seslilik derken müzikteki çok sesliliği kastetmiyoruz). japonlar, modernizmin tek boyutluluğunu, tek sesliliğini ve tek renkliliğini yaşıyorlar. allah selâmet versin.

    kobe'ye yağmurlu bir sabah vaktinde girdik. hüzünlü bir şehir kobe. kolay değil, 5000 insanını kaybetmiş depremde. depremi türkiye'den izlediğimizde dehşete kapılmıştık. kocaman binalar, iki katlı otobanlar, depremden büyük hasar görmüşlerdi. bizim erzincan depremini de hatırlayarak, yıkık dökük bir kobe ile karşılaşacağımızı düşünüyorduk. yanılmışız. ışte adına "japon mucizesi" denen şeyi, kobe'de gördük. depremin hemen bütün kalıntıları temizlenmiş, bütün yaralar sarılmıştı. depremden daha ziyade eski binalar hasar görmüş. oturulamayacak olanlar boşaltılmış. sadece şehrin merkezinde birkaç katlı yıkık bir iş hanında hasar kaldırma çalışmaları sürüyordu. otobanların yıkılan bölümleri temizlenmiş, sağlam kalan bölümler, çelik konstrüksiyon ile takviye edilmişti. ve bütün bu işler, iki?üç ay gibi kısacık bir zamana, ?bir kuruş bile dış yardım almaksızın? sığdırılmıştı. kobe'de günlük hayat çoktan normale dönmüş. ama sokaktaki insanın yüzünde, depremin yaşattığı korkunun izlerini hâlâ görebilmek mümkün.

    japonya gezimizin en son durağı, eski başkent kyoto. kyoto bir tarih şehri. eski imparatorluk sarayı, budizm ve şintoizm'e ait yüzlerce tapınak, kyoto'nun görmeye değer yerleri. kyoto'da bir gün kaldık. bu bir gün içinde yüzlerce tapınağı tek tek dolaşmak mümkün değil. zaten buna gerek de yok. çünkü ilk birkaç tapınağı gördükten sonra, hepsinin birbirine benzediğini, donuklaştığını, işlevini yitirdiğini ve sadece tarihi bir dekor olarak muhafaza edildiğini anlıyorsunuz ve işin tadı kaçıyor. doğu mistisizminin kuvvetli bir kaynağı olan budizm, modernlik karşısında epey gerilemiş. budizm, modernliğe direnen erdemli insanlar yetiştirememiş japonya'da. "hedonist (hazcı)" bir toplum japonlar. burada budist rahiplere çok iş düşüyor aslında. ama zenginliğin zirvesine çıkmış japon bireye kalkıp "nirvana'ya ulaşmak istiyorsan, gel bu dünyalıklardan vazgeç" demenin bir anlamı yok. çünkü japon paranın tadını almış bir kere. para, japon için nirvana'dan daha tatlı. kimin için değil ki!

    zaten japonya'da belirgin bir din de yok. bir japon, shinto dini üzerine doğuyor, hıristiyan gibi yaşıyor, hıristiyan geleneklerine göre evleniyor. japonya'da yıllardır yaşayan müslümanlar, özellikle noel kutlamalarında japonlar'ın hıristiyan dünyayı bile kıskandırdığını söylüyor. doğrudur.

    japonların cenaze merasimleri ise, budist geleneğe uygun gerçekleştiriliyor. budist geleneğe göre japonlar ölünce, yakılıyorlar. japonlar, cesedi çabuk ve iyi yakmak konusunda da ilerleme kaydetmişler. geriye bir tas kül kalıyor.

    japon modernleşmesı

    japon modernleşmesi, bireyi oldukça değiştirmiş ve zihinleri altüst etmiş. özellikle japon pragmatizmi ve japon bireyciliği japon modernleşmesi içinde "yükselen değer". zaten pragmatizm ve bireycilik, modernliğin doğal sonucu. modern japon birey, sadece kendi alanından sorumlu. onun için başkası yok, kendisi var. kendi alanını genişletmek ve daha "yaşanabilir" hale getirmek için, sahip olduğu değerleri feda edebilir. modern japon da böyle yapmış ve ilk olarak geleneksel değerlerini terketmiş. gelenekten uzaklaşınca, hani neredeyse japon olmaktan da uzaklaşmış.

    geleneksel aile yapısı da, edindiğimiz bilgilere göre büyük bir çöküş içinde. bir japon genci, belli bir yaştan sonra ailesinden uzaklaşıp yalnız yaşamaya başlıyor ve ailesinin yüzünü yıllarca görmüyor. boşanma oranı oldukça yüksek ve gayrı meşru ilişkiler had safhada.

    biz de özellikle muhafazakâr sağın zannettiğinin aksine, japonlar kalkınıp modernleşirken, geleneği de korumayı başarabilmiş değiller. eğer gelenek deyince sumo güreşleri anlaşılıyorsa, o başka. sumo güreşleri, japonya'da hâlâ yapılıyor. ama turistik bir gösteri olarak. oysa, geleneksel dokunun en önemli motifi olan "dinsel motif", modern japonya'da yok. galiba kaynağı allah'a uzanmayan dinler, modernlik karşısında insanı koruyamıyor. budizm, şintoizm... hatta hıristiyanlık bile japonlar'ı modernliğin yıkımından koruyamamış. hıristiyanlar, ehl?i kitap. dinin kaynağı allah'a uzanıyor. o halde neden insanı modernliğe karşı koruyamıyor? ayrıca ıslâm dünyasında da modernizm oldukça etkili. demek ki, sağcılaşan ilahi dinler, modernlik karşısında kırılmaya uğruyor. batı'da hıristiyanlık modernlik karşısında geriledi ve hatta "modernleşti". çünkü hıristiyanlık kilisenin elinde yeniden tanımlanınca, insanların günahlarını yüklenen bir ısa profili ortaya çıktı. hıristiyan insanın işlediği günahlar, ısa'nın hesabına yazıldı. bu da, hıristiyan insanı özgürleştirdi ve sorumsuzlaştırdı. bize göre modernliğin altyapısı, kilisenin tanımladığı "sonradan hıristiyanlık" içinde zaten vardı. asıl ıslâm dünyasına ve müslümanlar'a bakmak gerek. türkiye'de de din sağcılaştıkça, modernliğe yanaştı ve "modernist müslümanlar" ortaya çıktı.

    "hem modernleşelim, hem geleneklerimizi koruyalım (tıpkı japonlar gibi) düşüncesi, gerçeği yansıtmıyor. modernlik ve gelenek, (her ikisi de) insana farklı farklı hayat tarzı öneriyor; her ikisi de dünyaya, evrene ve insana farklı anlamlar yüklüyor. ıkisini dengelemek ve birarada yaşatabilmek, bu bakımdan çok zor. japonlar modernliği tercih etmiş. ama modernlik, japon insanını tüketiyor. belki sadece bu bakımdan japonlar'ın geleceği pek parlak görünmüyor gözümüze. japon geleneği, hayatın çok uzağında. sahip oldukları dinler, japonlar'ı korumakta yetersiz. zaten din, kimsenin umurunda değil. japon'un dini imanı para! bize göre ıslâm alemi, özellikle de türkiye'deki muhafazakâr sağ, japonya örneğini bir yana bırakıp, kendine özgü bir "kalkınma modeli" geliştirmek zorunda. bu içinde, örneğin "adalet" gibi bir erdemin yaşayabileceği bir model olmalı.

    aklımıza gelmişken, modern japonya'dan bir fotoğraf daha aktaralım. kültürel yayınlar bir hayli fazla. okuyucuyla kitap, sık sık buluşabiliyor. japonlar fena okumuyorlar. gezdiğimiz kitapçılarda, bir standın başına dikilmiş, dakikalarca kitap okuyan insanlar gördük. meğer japonlar, beğendikleri bir kitabı satın almadan, kitabın satış noktasında ve kitapçının gözleri önünde pekala okuyabilirlermiş ve kitapçı sesini bile çıkarmazmış. kitapların kapak ve sayfa tasarımları da çok şık. kağıt kaliteli, baskı kaliteli. bunlar çok hoş. bu arada çizgi roman sektörünün de büyük bir gelişme içinde olduğunu söyleyelim. trende, otobüste, metroda her yaştan insanı çizgi roman okurken görebiliyorsunuz. ama bu çizgi romanların konuları "seks". bu tür çizgi romanların satışları inanılmaz rakamlara ulaşmış ve artık sokak ortalarındaki gazete bayileri bir yana, ciddi kitapçılarda bile bulabilmek mümkün. cinsellik, japonya'da da iyi para ediyor. kyota'da doktora yapan hakkı alma'dan öğrendiğimize göre, japonlar arasında gayrı meşru ilişkiler de bir hayli yaygın. japon eşcinselleri de unutmamak gerek. sayılarının bir hayli fazla olduğunu öğrendik. bir samuray mezarından kalkıp eşcinsel japonlardan birine rastlasa, kıyametler kopardı herhalde. neyse, bu da "geleneğini koruyarak modernleşen (!)" modern japonya'da ilgimizi çeken bir başka fotoğraf oldu.

    kyoto'dan kansai'ye, "haruka" adlı müthiş bir trenle geldik. haruka çok lüks ve dakik. saniye şaşmıyor. oturduğunuz koltuktan, karşınızda akıp geçen elektronik bant sayesinde günlük gazete haberlerinden seçmeler okuyabiliyorsunuz. hem japonca, hem ıngilizce. biz yanımıza oturan yaşlı hiroşimalı doktor ile sohbetimiz esnasında, aradabir göz ucuyla banttaki haberleri okuduk. haberler, "mainichi daily news" adlı bir gazeteden aktarılıyor. hiroşimalı doktor hiromu tamura, los angeles'a gidiyormuş. altmış üç yaşındaki bu doktor, ıkinci dünya savaşı'nı çok iyi hatırlıyor. atom bombasının atıldığı sırada tokyo'da bulunuyormuş. bay hiromu tamura, hıristiyanlığı seçmiş. zaten japon'dan çok, çekik gözlü bir amerikalı'yı andırıyordu bay tamura. japon geleneğini sorduk, bize japon yemeklerinden söz etti. "japon ahlâkı"nı sorduk, "bilmiyorum" dedi. hiç şaşırmadık.

    gezimizin en başında bizi osaka'dan shinkansen'e bindiren entelektüel görünümlü japon genciyle biraz sohbet edelim dedik. aklımıza ilk olarak ?halit refiğ'in deyimiyle japonlar'ın tarihleri boyunca yetiştirdikleri en önemli adam olan? dünyaca ünlü yönetmen akira kurosawa'yı sormak geldi. sorduk. entelektüel japon genci, kurosawa'yı bir türlü hatırlayamadı. hatırlatmaya çalıştık; ama nafile! kurosawa'yı bir türlü çıkaramadı. peki bu insanlar otobüslerde, metrolarda neler okuyor böyle? evet, japon insanı çok okuyor. ama hiçbir şey bilmiyor. kurosawa'yı bilmeyen bir japon'dan ne hayır gelir! kurosawa, japonya'nın medâr?ı iftiharı. yazımızın başlarında belirttiğimiz o modern japon gencinin "yüzyıllar öncesinden yaşlı bir japon çıkıp gelecek ve bize japon olduğumuzu hatırlatacak" diye bekleyip durduğu yaşlı japon'un ta kendisi.

    geleneği modernliğin çöplüğüne atan "modern japonya"ya "allahaısmarladık" deyip, "geleneğimizi koruyarak modernleşelim, kalkınalım. tıpkı japonlar gibi" diye düşünenlerin diyarı türkiye'ye doğru yola çıktık. japonya'yla birlikte, o muhteşem kansai havaalanı da gözümüzde iyice küçüldü. japonya'yı çözmek için bir hafta yetiyormuş. tabii nasıl ve nereden bakıldığı önemli.

    allah, japonlar'a hidayet nasib eylesin. onlar için kendilerini gelecekte bekleyen tehlikelerden kurtulmanın bir tek yolu var: allah'ın ipine sarılmak. bizim muhafazakâr sağ, japon kalkınma modelini taklit etmektense, sahip oldukları manevî değerleri japonya'ya ulaştırmanın bir yolunu bulmalılar."
  • osmanlıların modernleşmesi başarısız olurken, takriben 100 sene sonra başlayan ve muvaffakiyete eren bir modernleşme serüvenidir. bu neden böyledir, tarih âlimleri maddî ve manevî perspektiften bunun izahını yapmışlardır. maddî sebepleri: homojen bir nüfus, etnik veya dinî bir kavga yok, bir adalı kimliğine sahip oldukları için yüzyıllarca kendi içlerinde feodal sistemi devam ettirmiş ve müthiş miktarda tarımsal zenginlik biriktirmişler, asırlardır çin hakanına tâbi olarak dış çatışma olmaksızın yaşıyorlar, içerideki son çatışma 17. yüzyılda olmuş, samurai adında bürokrat/asker bir sınıf var ve iç barışı bunlar tak diye sağlıyor (zira avrupa'da asil/soylu/asker oranı nüfusun yüzde 2'si veya 3'ü iken japonya'da yüzde 10'u buluyor), çin'in afyon savaşında babayı aldığını görüp bu sebeple 1858'de ülke zorla dışa açılınca avrupa'ya karşı hemen hiç direnmeden teslim bayrağını çekiyorlar ve hasara uğramıyorlar, zaten avrupalılar da bunlara düşmanlık etmiyor, bilakis rusya'yı tazyik edebilmek için teknik danışmanlık yapıyorlar, fakat kapitülasyonları kabul ettiriyorlar. japonlar sinirlenip şogun'u deviriyor ve imparatora tüm gücünü iade ediyorlar ve meiji dönemi başlıyor.

    manevî sebepler: japonlar dandik bir kültüre sahip oldukları için hep dışarıdan kültür ithalatı yapmışlar, işte çin'den budizmi ve konfüçyonizmi falan almışlar ama hep adalı olduklarının, farklı olduklarının bilincindeler. bunu sağlayan da shinto dini. shinto dini ise ruhban sınıfı olmayan, topluma fazla sirayet etmeyen ruhânî bir din, dolayısıyla tarihsel olarak laikler. ayrıca avrupa'ya açılınca katolikliği yasaklayan yasalar da kaldırılıyor ve avrupa'ya gönderilen kimi öğrencilerin hıristiyan olmasına devlet izin veriyor (osmanlılarda cezası ölüm), bu sayede avrupa'nın japonya'ya sempatisi ve desteği artıyor. japonya'nın evrensel bir ''üstünlük'' psikolojisi olmadığı için çok radikal bir modernleşme yürütülüyor, öyle sandığınız gibi ''muhafazakâr bir modernleşme'' örneği değildir japon deneyimi, bir tanzimat değildir yani; direkt 1923-35 sert cumhuriyet batılılaşmasıdır. japonluk kimliği eve sıkıştırılır, evde japon dışarıda ''tamamen'' batılı olunur. osmanlı sefiriyle japon sefirinin bir pozu var, osmanlı sefiri kendisini fesiyle, istanbulin'iyle belli ediyor; onunki bir ''doğu batı sentezi'' taşıyor ama japon arkadaş tamamen batılı, gözleri çekik olmasa viyana prensi zannedersiniz.

    yani evet, japonların millî benliklerini koruyarak modernleştikleri bir hikâyedir, zaten bu da imkânsız. bunu deneyen osmanlılar başarısız oldu. japonya, eskiyle yeninin bir arada olmasına müsaade etmedi, eskiyi dönüşmeye zorladı, dönüşmediği yerde de kamusal alandan özel alana (eve) tıktı; budist rahiplerinin ilkokulda ders vermesini, kadınların geleneksel kıyafetlerle dışarı çıkmasını yasakladı, samurayların eskisi gibi saç kesimi yapmalarına izin verilmedi, prusya asker traşı ''aydınlanma'' için elzem görüldüğü için standart oldu, çin usulü doktorluk/astronomluk yapmak yasaklandı, alman medenî kanunu ve code napoleon iktibas edildi vesaire.. japonya hatta datsua diye bilinen bir sistem geliştiriyor; diyor ki dünyada üç çeşit millet vardır: medenî avrupa, gayrı medenî afrika ve yarı medenî asya. asyalı olmaktan çıkıp avrupalı olalım, hedefimiz budur.

    japonların alâmet-i farikası, çin kültürüyle birleşmiş konfüçyanist öğretiyi bertaraf etmeleri ve yüzyıllar önce çin'den aldıkları kültür ithalatını bu sefer batı'dan yapmalarıydı; bunu daha önce yaptıkları için öyle çok derin bir meşruiyet krizine düşmediler, zira tarihlerinde daha önce de birbiriyle çelişik iki kültürü aynı anda barındırabilmişlerdi. tüm nüfus tek bir amaçta birleşmiş: kapitülasyonları kaldırmak için batılılar kadar güçlü olmak, tüm motivasyon bu.

    peki osmanlılar böyle mi efendim, elbette ki değil. bir kere emperyal üstünlük vizyonu var, ''küffara karşı ehli islâm eğilir mi?'' diyor, zaten inançsal bir üstünlük paradigmasına sahip, avrupa'ya ''kâfir frenk'' diye bakıyor. üst üste mağlup olunca, afallıyor, yahu şimdi ben bunları örnek alacağım da, ya inancım ne olacak diyor. sürekli bir kriz, bir çatışma, bir meşruiyet arayışı. bu sebeple eskiyi dönüştürmeden yeniyi de koyuyor yanına, bunlar çatışıyor; medreseli askeriyeyle çatışıyor, bürokrasi sultan ile kavga ediyor falan. nüfus multi etnik ve çok dinli. eşitsiz bir sürü mahkeme var, her yer karmaşa. hukuk yeknesak değil. batılı adam birini öldürüyor, konsolosluğa kaçıp himaye alıyor, kurtuluyor. medenî kanunu bile kendi yapıyor mecelle'yle osmanlılar, öyle çok da benzemeyelim kâfirlere, başımızda fesimiz olsun diyor.

    yüzyıllarca savaşla dönen bir ekonomisi olduğu için 250 sene savaşmayıp artık biriktirmiş japonya gibi kaynağı yok, o atılımı yapamıyor. yatırım yaptığı, binlerce kilometre ray ve telgraf hattı döşediği balkanlardan atılıyor. batılıların gözü hep onun topraklarında; zira batı onun tarihî düşmanı, çünkü hıristiyan-islâm çekişmesi malûm. topraklarındaki nüfus son derece heterojen olduğu için hep bir kavga ortamı var, iç barış sağlanamamış. üçte biri kadar italya'yla aynı nüfusa sahip osmanlılar, 1897'de 30 küsür milyon nüfusun sadece 19 milyonu kadarını sayabiliyor. japonya'nın ise 47 milyon nüfusu var. rusya'nın 135 milyon, almanya'nın 56 milyon. sömürgeler hariç ha... askerî yatırımı yüksek olmasına karşın savaşacak asker bulmakta bile zorlanılıyor... japonya ise o sırada ingiltere'den borç para, çin'den savaş tazminatı alıp yawata'da demir çelik fabrikası kurmakla meşgul.

    yani hülâseten, japonya'nın başarılı bir modernleşme yürütmesi, tüm şekilleriyle avrupa'yı ithal etmesi sebebiyle olmuştur, zaten japon milliyetçiliği de buna cevap olarak ortaya çıkmış, japon millî eğitim bakanı da çıkıp ''hakikaten tüm gençler sosyalist, liberal falan oluyor, ülkede japon kalmadı, hepsi amerikalı sanki'' diye yakınıp, yeni bir millî eğitim müfredatı hazırlıyor. bu arkadaş da amerika'da okumuş ha, düşünün yani... bir ara ''ırkımızı güzelleştirmek için avrupa'dan erkek mi ithal etsek'' tartışması bile dönüyor beyefendinin konutunda.

    ama bu da ne demek, düşmanlarına benzedin demek... osmanlıların en çok kaçındığı şey. çin de böyle bir modernleşme programı yürütüp başarısız oldu, biz konfüçyanistiz, barbar batının tekniğinden bize ne kafasıyla girdikleri bu yolda, ''tekniğini alalım ama benliğimizi muhafaza edelim'' doktrini 1911'de çöküyor orada da. japonya becerebilen tek asya ülkesi.
  • kahvehane sohbetlerinde ve sağcıların kafa mıncıklayan zırvalarının başında gelen, meiji döneminde hayata geçirilen uygulamalarla batının sadece teknolojisini alarak dinlerini, kültürünü, örfünü-âdetini ve geleneklerini hiç değiştirmeyerek modernleştiği iddiası gerçeği yansıtmamaktadır.

    biraz okuduğunuzda bunun tamamen hayali ve üfürme olduğunu görüyoruz.

    o zaman neymiş şu japon modernleşmesi bir bakalım.
    modernleşme, amerika birleşik devletleri’nin 1853 müdahalesi ile harici dünyaya açılma süreciyle başlamıştır. öncelikli olarak feodal unsurların çabalarıyla daha ziyade bölgesel olarak öncelik askeri yapı olmak üzere modern usullerin uygulamaya koyulmaya çalışıldığını görürüz.

    meiji döneminde ise yenileşme hareketleri, merkezi yönetimin temel hedefi olacaktır. günlük hayat olmak üzere başta dine, mimariye, sanata, yemek kültüründen tutun da bilime kadar birçok çeşitli alanda oldukça kapsamlı bir değişime gidilecek, ülke son sürat batılılaşmaya başlayacaktır.

    japonların batının tekniğini ve teknolojisini aldığını, bunun dışında tamamen geleneksel, muhafazakâr yapısını koruyarak geliştiği efsanesini biraz açarsak görürüz ki, modernleşme sürecinde yabancı profesyonellerin ve dahi misyonerlerin devletin kritik noktalarına yerleştiğini görüyoruz.

    batı tarzında eğitim kurumları kurulduğunu hatta bu dönemde alfabede latin harflerin kullanılmasının teşvik edildiğini ayrıca yabancı dil öğrenmek ve öğretmenin “serbest” bırakıldığını öğreniyoruz. burası önemli japonya'ya 17'nci yüzyıldan itibaren yaklaşık 250 yıl boyunca bırakın yabancıların gelmesini, japonların bile yurt dışına çıkması yasaktı.

    bu dönemde başka neler değişmiş hızlıca bakarsak, samuray tarzı giyim kuşam saç tıraşları yasaklanırken, budist mabetlerin yakılıp yıkılıyor bir grup budist rahibin öldürülmesi, yani inancın hakimiyeti kanlı önlemlerle kontrol altına alınıyordu. meiji modernleşmesinin ilk hedefi, yerleşik din ve onun temsilcileri ve inananlarıydı. meiji meiji , budizm yerine "shinto" yu ikame etmiştir.

    mutfak değişmiştir yahu mutfak!
    bugün, örneğin japonların meşhur yemeklerinden olan "kare raisu", hindistan'dan japon mutfağına girmiş olan bildiğiniz "körili pilav"dır. japonya'ya ilk gelen batılılar arasında portekizliler vardır ve japon mutfağına hediye olarak tempurayı bırakmışlardır.

    geleneksel japon yemekleri olarak bilinen kobe bifteği de modernleşme üründür çünkü bin yıl boyunca sığır, koyun, keçi, domuz ve hatta köpek eti bile yemeleri yasaktır.

    birçok reform konusunda olduğu gibi, meiji yönetimi, kamusal davranış kuralları ve ulusal eğitim yoluyla halkın kamusal ahlâk ve adabını bir dizi emir ve kanunla düzenlemiştir. “çağdaş” medeniyete erişmek için de bunu elzem görmüştü. bu yeni meiji görgü kuralları, medeni davranış normu olarak batı kültüründen esinlenmişti. onlar gibi olmak istiyorlardı. meijilerin batılıların farklı adab-ı muaşeret kuralları yüzünden japonlarla alay etmelerini istemiyorlardı.

    misal vermek gerekirse, japon âdetlerine göre normal sayılan çorbayı sesli bir biçimde (höpürdetmek) içmek, batı âdetinde kabalık sayıldığı için bu şekilde içmek ayıplanmıştır..
    hatta o dönem yazılan kitaplarda batılı tarzda kıyafetlerin giyilmesi, batı tarzı yemek masası düzenlenmesi, çatal bıçak kullanılması, kadınlara özellikle kibar davranılması (pek başarılı olmamıştır takdir edersiniz ki), batılılarla el sıkışırken dik durmak gibi kurallar yazılı hale gelmiştir.
    japon modernleşmesi gördüğünüz gibi çok da liberal bir modernleşme değildi.
hesabın var mı? giriş yap