• bu filme gitmek konusunda kararsız kalmıştım imdb de 8.2 gibi yüksek bir puana sahip olmasına rağmen 3,5 saat sürmesi sıkıntılı olabilir diye düşündürüyordu ama neyse ki vakti bol olan biriyim ve filmi izledim.
    film nerdeyse gerçek zamanlı ilerliyor aslında bir kadının 3 gününü anlatıyor diye ultra yüzeyselleştirebilirim. bu yavaş anlatıma rağmen film, beklenenden daha az sıkıcı. normalde filmlerde sözlü anlatımlarla izleyici elinden tutulup anlatılmak istenen olayın içine çekilir ama bu filmde her şey önünüze seriliyor ve düşünecek vaktiniz oluyor (kitap okumak gibi biraz) ve anlatılmak istenilene kendiniz ulaşıyorsunuz ve dahası bir çok anlam çıkarıyorsunuz bir şekilde.
    1975 yılında çekilmiş olması aslında benim talihim filmin geçtiği ev çokçuluğumda gittiğimde içimi karartan eski eşyalı, düzenli, duvar kağıdı kaplamalı rutubetli evleri andırıyor. tabi böyle bir ortamda bir hareket beklenmiyor ve de film boyunca da insanı heyecanlandıran bir sahne yok. salondaki bir ablamızın deyimiyle,yaşadığımız projektör arızası filmin tek aksiyonu.
    bu aksiyon eksikliği sayesinde oluşabilecek sıkıntıyı engellemek için çeşitli gizemler ve ucundan da olsa cinsellik kullanışmış. fena da olmamış mesela hala merak ettiğim bazı şeyler var.
    buraya kadar spoilersız geldim ama bundan sonra biraz(çok az) olacak. bir kere sondaki cinayet biraz gereksiz olmuş bence evet biraz isyan göstergesi ama filmin genel yapısına aykırı gibi 3 saat boyunca seyircinin bekle herşeyi en sonunda anlatmak istediğini gözüne sok hafif bozuyor sanki filmin yapısını. (filmin ortasında sonunu söyleyen ablaya da buradan selamlar hafif piç ettin ya neyse). filmin kendine has yapısını sağlamak için çok az diyalog var ilginçtir bunlardan en uzunu; jeanne dielman’ın apartmandaki komşusuyla yaptığı anlamsız konuşma gerçi sadece komşu konuşuyor işte ilginç yanı da o komşu filmin yönetmeni ve yazarı chantal akerman.(çok ta ilginç değilmiş)
    evet sonuçta farklı bir film, onu kendi kulvarında değerlendirmeliyiz, o açıdan bakınca gayet başarılı. bir şekilde izleyin.
  • chantal akerman isimli kadın yönetmenin yazıp yönettiği, bir kadının üç gününü anlatan 1975 yapımı kadın filmi. kadın demiş miydim daha önce? evet, filmde 40'lı yaşlarında oğluyla yaşayan dul bir kadını izliyoruz. izlemek derken neredeyse uyuduğu ve tuvalete gittiği zamanlar hariç her yaptığını birebir takip ediyoruz. sanki evin bir köşesinde oturuyor gibiyiz. neredeyse hiç değişmeyen kamera açılarıyla, 200 dakikalık filmi izlerken cinnet geçirme evresine doğru ilerliyoruz. biz izleyici olarak bunalım geçirirken, kadın karakterin de düzeni bozulmaya başlıyor ve o da sonunda cinnet aşamasına geliyor.
  • zor bir frankofon ada sahip, tek yabancı dili yarım yamalak ingilizce olan türklere göre olmayan film. biz kendi aramızda jeanne dielman diyelim. chantal akerman'ın bu kendi halinde, kat kaloriferi tarzındaki dul seks emekçisinin yaşamına 3 saat 20 dakika katlanmak bu kadar zor olurdu. yavaş filmin temel ilkesi tekdüze gündelik yaşam hareketlerini ayrıntısıyla verme konusunda bize hiç acımayınca. sanki çaktırmadan gündüz güzeli'ne feminist ve gerçekçi bir yanıt olarak başlayan film sonra sonra renkli bir alternatif torino atı gibi ilerleyecek görünürken der siebente kontinent veya 71 fragmente einer chronologie des zufalls veya onların erken atası warum lauft herr r. amok'a bağlıyor.

    filmde oğlanın annenin gizli yaşamına dair sanki bir önsezisi şekillenecek gibi görünüyor, ve fakat o bütün şairaneliğine, entelektüel duyarlığına karşın erkek odun anlayışsızlığında takılı kalıyor. en derin ve açılımlı sohbetlerinin akşamları uykuya ayrılmalarından kısa süre öncesine denk gelmesi ilginç. kişisel aşırı yorumum mu, bu erkek çocuğuyla yaşam bir kocayla yaşamdan öyle ahım şahım farklı değil. bu kadın aynı emekçiliği önemli fark ortaya çıkmaksızın evliyken de sürdürebilirdi, her türden yan sebep desteğiyle. ve gene cinnetine doğru ilerleyebilirdi. yabancılaşma işte, biz anlamayız, batılı abilerimiz, ablalarımız bilir. yoksa buralarda kadın kardeşleri bile evin var, düzenin var, belli bir gelirin var, ne gül gibi hayatını karartıyon derler kadına.

    delphine seyrig de tam bir emekçilik sergilemiş. 3 saat 20 dakika aralıksız oynuyor. doğal, oynamaz gibi bir oyunculuğu bayağı sağlam kotarıyor. yüzünün ufak mimik farklarıyla, kaslarının ufak kasılma nüanslarıyla gidiyor film. helaldir aldığı.

    sessiz film değil bereket, ama film müziği yok denecek kadar minimal(ist). radyo müziği formunda. biri beethoven, biri yvonne printemps'in le pot-pourri d'alain gerbault'u.. tabii bu az konuşma ve sessizlik ortamında cadde araba gürültüleriyle sokaktan gelen kuş sesleri de film müziği sayılır.

    (bkz: les rendez-vous d'anna), d'est
  • eşzamanlılık. uzun plan-sekanslar. moonlight sonata'yı dinleyen bir kadın. el işi kazak da örüyor aynı kadın. yan odamızda çekilmiş gibi doğal, samimi bir akış içinde yansıtılan ev yaşamı ve o evde yaşayan iki yalnız, sessiz, içe kapanık insan.

    uzun zamandır böyle garip bir film izlememiştim.
  • bence sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi feminist filmi.

    filmin akışı ve genel yapısı ne yazık ki filmi çok sıkıcı ve boğuk bir hale getiriyor. saatlerce süren bir bulaşık yıkamayı hep aynı sabit kameradan izlemekten kimse zevk almayacaktır muhtemelen. fakat filmin sonunda yer alan gerçekten çok önemli sahne tum bi sikiciliga anlam katiyor. diger bir deyisle özellikle filmin rahatsız edici yavaşlığına nihayetinde anlam katmakta. bu tarz bir filmin sonunu önceden bilmek skıntı olacaktır. o yüzden ben spoiler ibaresi ile mümkün olsa dahi yazmayacağım.

    izleyin izletin yani.
  • bir nevi a la recherche du temps perdu fragmanı. yemek sahneleri, tekrarlanan sekanslar. zaten yönetmeni de*, 2000 yılında la captive'yi sinemaya uyarlayarak, ne kadar marcel proust hayranı olduğunu göstermiş.
  • chantal akerman'ın tarzının en tipik örneği olan 1975 yapımı deneysel bir sanat filmi. filmde bir kadının sıradan yaşamına üç gün konuk oluyoruz. filmi izlerken kadının yaşadığı yalnızlığı, çaresizliği ve varoluşsal bunalımı empati yeteneği var olan her insan iliklerine kadar hissedebilir.
  • malum mecralarda görünce aklımın bir köşesine koymuştum şunu bir izlesem mi acaba diye, kısmet geçen cumayaymış, sonuçta insan ürkmüyo değil, toplam 201 dakikalık bir film(3 saat 21 dakka), öyle eskisi gibi genç de değiliz, bir günde arka arkaya 5 godard izlediğimiz günler geride kaldı

    neyse efendim gene de giriştik, aa o da ne film yağ gibi akıyor deermişim, yok tabi öyle değil, jeanne dielman'ın 3 gününü nerdeyse sabahtan geceye kadar veriyor,

    hani şu yeni nesilin tabiri ile "mutfağa gidip bir çay koymalık" filmlerden, hatta "mutfağa gidip çay koyup yanına da buzdolabındaki pastadan bir dilim kesip tabağa koyup yerine dönmelik" de denebilir, nbc filmleri bunun yanında guy ritchie movieleri gibi kalır:)

    neyse ya konuyu bildiğimden midir nedir, film beni baymadı, ayrıca yönetmen çok akıllı, eğer birinci gününü bitirebilirseniz ikinci gün ile birlikte jeanne'nin alışkanlıklarındaki değişimleri gözlemleyebiliyorsunuz, yani öyle aynı şeylerin tekrarı gibi bir şey yok, yönetmen farkedebileceğiniz şekilde jeanne'nin gündelik işlerinin arasına değişiklikleri serpiştiriyor, yavaş yavaş usul usul,
    tabi yönetmen hem cinema-verite hem de yeni roman anlayışlarından etkilenmiş bu çok belli oluyor, zaten kendisi de röportajlarda bunu belirtiyor,

    asıl vurgulamak istediğim şu; bu tarz filmlerin en güzel özelliği biçimleri yüzünden izleyiciye geniş bir izlediği üzerine düşünme fırsatı vermesi , bir çeşit izleyici ile interaktif bir ilişikye geçmesi, diyeceksiniz ki diğer filmlerde izleyici düşünemiyor mu sümme haşa, tabi ki öyle değil, ancak daha mainstream(ana akım) işlerde gerek filmin konusu gerekse de biçimi yüzünden seyircinin filmde izlediği üzerine düşüneceği zaman azdır(sözüm her sahneyi analkiz eden hangi sahnede nereye gönderme yapıldığını, hangi kamera açısının neyi anlatmak istediğini şakkadanak anlayan genious sinefillerden dışarı:)

    oysa bu filmde ana karakterimiz jeanne'nin gündelik hayatta yaptıkları, oğluyla kasapla bakkal çakkalla, "müşterileri" ile olan konuşmaları üzerine, yatağı toplaması, yemeği hazırlaması, banyo yapması temizlik yapması vs. vs. üzerine uzun boylu düşünme imkanı buluyoruz, "ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" der ya gülten akın, hah işte burada durup o ince şeyleri görmeye bolca vakit buluyorsunuz...

    ne mi düşündürüyor insana?, bir sürü şey, 1975 yılının brükseli çok da matah bi şey değilmiş(metro ve yürüyen merdiven var ama) orta sınıf bi ev jennae'lerinki, fazla lüks bi şey yok, tv bile yok, bak orda türkiye gibi 1975lerde çok evde tv yoktu, yemekleri balkonda tutuyor jeannecik, demek ki buzdolabi da yok

    bir kilo dana eti 300 frank

    bir ara jeanne şöyle bir şey der: "amerika avrupadan 5 yıl ileride" insan ister istemez kendi memleketi ile karşılaştırma yapıyor, eğer 1975 yılının belçikası abdden 5 yıl geride ise biz de belçika'dan temiz bi 10 yıl gerideyiz, 75de...

    ama bunlar çok öenmli değil, filmin asıl düşündürdükleri ev içi emeğin ne menem bir şey olduğu, hergün kalk temizlik, yemek, oğlana kazak ör, "müşterilerle" ilgilenve kısa süreliğine de olsa komşunun bebeğine bak, çarşıya çık alış veriş yap vs.vs.

    kadınların bir çeşit bu görünmez oldukları alanlar evde işyaparken ki halleri,

    zaten yönetmen röportajlarından birinde kadınlar ev işi yaparken erkekler onları görmez diyor"

    bu arada filmde (bkz: delphine seyrig)'den de bahsetmek lazım, bu filme kadar daha çok yüksek burjuva sınıfından kadın karakterleri((bkz: burjuvazinin gizli çekiciliği), (bkz: geçen yıl marienbad'da), (bkz: çalınmış öpücükler), (bkz: kaza) vs) ile karşımıza çıkan seyrig bu defa daha alt orta sınıftan hayatını eve erkek kabul ederek kazanan bir ev kadınını başarıyla canlandırıyor, zaten yönetmen akerman da gene bir röportajında seyrig için; "senaryoyu yazarken aklımda o vardı, çünkü o bu zamana kadar hep "lady" görünümünde idi, ben onu bir anda görünür yaptım" der

    akerman ile kadın görüntü yönetmeni babette mangolte'ün çıkardıkları iş gerçekten hayranlık verici(çok az yakın çekime yer verip, kamerayı hiç hareket ettirmeden, sabit çekimlerle 201 dakikalık bir filmi seyretirebilmek gerçekten kolay değil)

    işin özü, sadece feminist sinemanın kanonik yapıtlarından değil, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri ile karşı karşıyasınız, etkisi insanda kolay kolay geçmiyor, jeanne ve onun ev hayatı, gündelik ritüelleri bir süre sizinle birlikte zihninizde geziniyor, gittiğiniz her yere taşıyorsunuz onu da ,

    e zaten gerçek sanat eseri diye buna demiyor muyuz zaten?
  • bir süredir aklımdan çıkmayan film. bütün o rutininin içinde bir kez orgazm olmasıyla bir anda bambaşka bir yöne evrilen bir hayatın filmi. hepimiz bir rutinin içinde yaşıyoruz.bu rutinin içinde beklenmeyen, bilinmedik bir şey olduğunda farklı tepkiler veriyoruz. her ne kadar filmde uç örnek verilse de bu rutini bozan ufak bir olayın gidişatı nasıl etkileyebileceğini gösteriyor. uzun bir film bu ama uzun olması dramatik yapısına katkıda bulunuyor.
hesabın var mı? giriş yap