• (bkz: julie benz)
  • trois couleurs: bleu de, juliette binoche un oynadıgı karakterin adıydı
  • "julie vignon"

    hüznün maviliğinde müzikle kaybolan, sonunda kendini yine müzikle bulan karakter.

    "ne mal mülk, ne anı, ne aşk, ne de arkadaş istiyorum. bunların hepsi tuzak."

    (bkz: trois couleurs bleu)
  • 2004 tarihli jens lekman ep'si ve ep'ye adını veren "meet me by the vending machine, i'm gonna buy you a wedding ring" naifliğindeki şarkısı.

    oh julie, meet me by the vending machine
    oh julie, i'm gonna buy you a wedding ring

    eating french fries by the dock of the bay
    lots of ketchup and mayonnaise
    you said this town's too big for our hearts
    you can't tell where it ends or starts

    oh julie, the future could be so bright
    oh julie, the ticket inspector's out of sight

    what will you do when you graduate
    if you stay here you'll suffocate
    and all your friends are moving to london
    while the cherry trees are still in blossom

    oh julie
    oh hold me, hold me trough the sweet hereafter

    being with you can be very fatal
    somehow we forget to pray for the angels
    then the angels make sure that our hearts are devoured
    make us jump from the eiffel tower

    oh julie, you know that i ain't for hire
    but you can have me, you can trade me for your cigarette lighter

    take a step from the humdrum
    tearing down the colluseum
    they said we'd hit the bottom
    but the cherry trees are still in blossom

    julie, you know that i ain't for hire
    but you can have me, you can trade me for your cigarette lighter
    oh julie
  • güzel bir john carpenter parçası.

    şuradan dinlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=pspldlhrj50
  • august strindberg’in cinsiyet, sınıf ve güç temalarını ele alan klasik trajedisi julie, zamansız bir evde yeniden karşımıza çıkıyor.
    genç ve vahşi julie yılbaşı partisi veriyor. mutfakta, jean ve kristin kutlamanın pisliğini temizliyor. partinin ortasında julie, kristin ve jean’la güç oyunu başlatıyor. oyun vahşi bir hayatta kalma savaşına dönüşüyor. kontrolü kaybetme korkusu. ölmeden önce son bir darbe. manipülasyon. oyunda yerinizi alın.” – oyunun tanıtım bülteninden.

    oyun 110 dakika ve tek perde. 3 oyuncu var oyun boyunca; kristin (gizem soysaldı), jean (ahmet varlı) ve julie (nilay erdönmez). oyun boyunca kont (julie’nin babası), kontes (julie’nin annesi), fabrikatör (kontes’in sevgilisi) gibi başka isimlerin de bahsi geçiyor, fakat biz görmüyoruz.

    mimesis dergi’den cansu karagül, oyunu şöyle tanımlıyor: “oyun, dürtüleriyle hareket eden ve soyluluğunu reddetmeye çalışan kont kızı julie ile, bireysel başarıya inanan ve kendini “kumaşı iyi” olduğundan ötürü soyluluğa layık gören uşak jean arasında var olduğu sanılan bir duygunun, yaşadıkları cinsellik sonucu nasıl bir iktidar mücadelesine dönüştüğünü anlatma konusunda oldukça katmanlı bir yol izliyor. ilk etapta kadın-erkek arasında geçen sıradan bir aşk ilişkisine odaklanıyor gibi gözükse de kısa bir süre sonra aslında bunun böyle olmadığını, metnin esas ağırlığını toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve sınıf çelişkilerinin sorgulanmasının oluşturduğunu görüyoruz. matmazel julie, tüm bunların yanında bir yandan da insanın varoluş sorunlarıyla burjuva ahlakının ikiyüzlülüğünü tartışmaya açması bakımından oldukça önemli bir metin.”

    benim gördüğüm ise aşağı yukarı şöyle bir tabloydu: jean, feodal kölelikten sıyrılıp zengin bir kent soylusu olmaya çabalayan kont’un uşağıdır. planları arasında italya’da, portakal ağaçları arasında bir otel açmak, çok zengin olup romanya’dan kont ünvanı satın almak gibi şeyler vardır. kendini; rüyalarında, üzerinde zenginlik olan bir ağaca tırmanmaya çalışırken görür ve der ki, “bu ağaç öyle geniş gövdeli ve dalları öyle yüksekte başlayan bir ağaç ki... ah o ilk dala bir ulaşabilirsem...”. kendisinin ilk dalı olarak julie’yi belirlemiştir, bu yüzden türlü hikayeler anlatır, yalanlar söyler, manipüle eder...

    matmazel julie ise evin soylu kızından özgür bir kadına dönüşmeye çalışan bir kadındır. annesinin onu yetiştirme tarzına bağlı olarak erkeklerden nefret eder, ama bir yandan da babasından aldığı eğitim yüzünden hayatını tam tersi yönde yaşamıştır. iki farklı karakterin arasında kalmış, kendi vücudunda boğulmuş biridir julie. bu bataklıktan kurtulmak için jean çok iyi bir çıkış kapısı olarak görünür gözüne. yılbaşı gecesi verdiği partide jean ile birlikte olurlar ve asıl oyun buradan sonra başlar.

    kristin ise evin aşçısıdır. jean’a aşıktır. jean’ın çok zampara olduğunu bilir, julie’ye ilgisi olduğunu da bilir. kıskanır da, ama asla itiraf etmez. jean ile nişanlı olduklarını sanar ve evlenecekleri zamanı bekler, tanrı’ya inanır, her pazar kiliseye gider, saftır, oyundaki en saf karakterdir belki de...

    oyundaki 3 karakter de birbiri üzerine hakimiyet kurabilmek için türlü yollara başvurur, çok güzel oyunlar oynar. bütün bu ciddiyetin ve dramanın arasında ortaya çok güzel şakalar çıkmadı değil (“seni como gölü’ne götüreyim mi?” şakası gibi mesela. hatta bence oyunun en iyi şakasıydı).

    ***

    oyunculuklar genel olarak iyi, izleyiciyi doyuruyor. naturalist bir oyun olduğu için realist bir sahneleme var. oyun, konağın mutfağında geçiyor, karakterler gerçek, psikolojileri gerçek, düşünceleri gerçek, yaptıkları gerçek, kendileri bütünüyle gerçek. bunu güzel yansıtıyorlar. çok beğendim, gerçekten, fakat konuyla ilgili eleştirebileceğim ufak tefek şeyler yine de yok değil. öncelikle oyun kontların, düşeslerin, atlı arabaların olduğu bir dönemde geçiyor, feodal dönem yani. feodalizmin sanayi devrimiyle tamamen yıkıldığını kabul edersek bazı ufak hatalar var diyebilirim sahnede. öncelikle kostümler, dönemin şartlarını hiç yansıtmıyordu. 2016 paris’inde geçen bir balo denilse daha inandırıcı olurmuş bence.

    bir diğer nokta, oyuncular çok “günümüz dili” ile konuşuyordu, örneğin jean. ne bileyim, oyunun geçtiği zamanı düşününce yadırgadım, sindiremedim bir türlü. diksiyon açısından falan hiçbir sıkıntı yoktu yani, ama konuşma dili, olayların geçtiği dönemi kesinlikle yansıtmıyordu. sadece “matmazel”, “kont”, “soylu” gibi kelimeler ile feodal dönemin konuşmasını yansıtmayı beklemek biraz hayalperestlik gibi geliyor bana.

    oyunun tamamı mutfakta geçiyor, ama dekor biraz daha mutfağa benzetilebilirdi yine benim fikrimce. ortada bir masa var, tamam bu bir mutfak masası; ama masaya gelen şaraplar, biralar, bardaklar, yemekler vs. ne varsa hepsi yerde duruyor. oraya bir masa daha koyulup, tabak çanak o masanın üzerinde olsa keşke demedim değil... oyun boyunca kafamda -arka planda- neden ikinci bir masa koymadıklarını düşündüm; oyunun kalanından bir ipucu, bir neden yakalamaya çalıştım ama bulamadım. ayrıca sahnenin sol tarafında yemeklerin, sağ tarafında kont’un çizmelerinin olması da garip bir durum benim için. çizmelerin ne işi var mutfakta yani, değil mi ama?

    son bir şeye daha değinmezsem olmaz. nasıl ki jean’ın konuşması, oyunun geçtiği zamana göre çok “günümüz” kalıyor ve uymuyorsa; julie’nin çıldırıp psikopat gibi davrandığı sahneler de biraz fazla abartı ve çiğ duruyor. karakterin psikolojisini yansıtması gerektiğini biliyorum, evet, ama bunu yaptığı şekli sevmedim. sanat atak’tan zeynep aksoy diyor ki “nilay erdönmez; julie karakterinin ruh halindeki değişkenlikleri, histerikliğiyle naifliğini ve en çok da çaresizliğini çok iyi veriyor, değişken ruh halleri arasındaki geçişleri inanılmaz başarılı”; bence de çok başarılı oynuyor kabul ediyorum. tek derdim, bu geçişlerin kendisi... çok ani, çok keskin, 2 saniye önce avazı çıktığı kadar bağırırken hemen peşine delirmiş gibi sessiz kalabiliyor, ya da ağzının içinden konuşabiliyor. bir an önce öfkeden gözleri ve sümükleri akmış bir halde iken; bir an sonra soğuk kanlı bir katil gibi tane tane konuşabiliyor, bomboş bakıyor, absürd jestler yapabiliyor. bu, karakterin ruh halini yansıtmaktan ziyade bipolar biri gibi davranmak. aslında, teknik olarak bakınca bu yaptığım tanım, nilay erdönmez’in çok çok başarılı olduğunu tanımlıyor. sanırım ben objektif olamıyorum, bilmiyorum, bana bu da garip geldi. sanırım bu geçişleri sevemediğim için ortada yanlış bir şey var gibi geliyor.

    oyunun oynanışıyla ilgili de bir ufak notum var, 110 dakika tek perde biraz uzun olmamış mı; sevgili ba-tiyatro? keşke jean ile julie’nin sevişmek için merdivenlerden indiğinde perde arası olsaymış. hem tam da o sırada ışıklar kapandı, salon komple karanlığa gömüldü. tam da 2 perde oyunun perde arası olacak yerdi bence. tek parça olduğu için tuvalet ihtiyacı baş gösterdi sanırım izleyiciler arasında. solumda oturan hanımefendi bir ara bi’ dışarı gitti geldi. tuvalete gitmiş olsa gerek, yani umarım öyledir. umarım sigara için ya da telefona cevap vermek için çıkmamıştır dışarı. iyimser konuşuyorum ama- yok ben kendimi tutamayacağım. en çok eleştirmek istediğim noktaya geldim şu an, buna değinmesem olmazdı zaten.
    izleyici çok terbiyesiz. bahsettiğim gibi, oyunun ortasında en ön sıradan, paldır küldür, oyuncunun gözlerinin önünde salondan çıkıp giden bir hanımefendi vardı. 15 dakika sonra geri döndü, hiçbir şey olmamış gibi oturdu oyununu izledi. bu yapılan çok büyük saygısızlıktır benim gözümde.

    oyun başlayalı kaç dakika olmuş, hala fısır fısır konuşan izleyici var arka sıralarda. ara ara konuşmaya devam da ettiler. niye konuşuyorsun yahu? hepi topu 30 kişiyiz şurada, benim dikkatimi niye dağıtıyorsun. bana geliyorsa sesin, oyuncuya da gidiyordur değil mi? gitmese bile sana doğru bakıyor oyuncu, görüyor. oyuncuyu ya da diğer seyircileri rahatsız etmeye, dikkatlerini dağıtmaya hakkınız yok.

    hele hele telefonu çalan adam, sana hiçbir şey demiyorum. diyemiyorum. ne desem boş çünkü... oyun başlayalı saat geçmiş ama telefonun çalıyor. başka biri saate bakıyor. hasta hasta, burnunu fırk fırk çeke çeke gelip tiyatro izleyenler bile vardı. bilmiyorum, ya ben çok gestapoyum bu konuda ya da izleyici gerçekten terbiyesiz ve tiyatro izlemeyi bilmiyor. kültürü yok, saygıyı öğrenmemiş, “sinemanın canlısı” kafasıyla tiyatroya geliyor.

    ***

    şimdi yiğidi öldürüp hakkını verdiğim, ve yazılarımda en sevdiğim bölüme geldim. sahne çok güzel! oyuncuyla yarım metre mesafede oturup tiyatro izlemek harika bir duygu. theatron’un sahnesi gibi yerden 1 metre yukarıda değil, boyun felci geçirmiyorsunuz; bakırköy belediye tiyatrosu sahnesi gibi seyirciden aşağıda değil, çeneyi yumruğunuza dayayıp “düşünen adam” olmuyorsunuz. ne seyirci oyuncudan yukarıda, ne oyuncu seyirciden (oyunun konusuyla da bağdaştırınca “eşitlik” üzerine güzelleyebilirim bunu ama çok kişisel yoruma girmeye ne gerek var hehe). buna rağmen herkes gayet net görüyor, çünkü koltuklar basamak basamak, arka sıralara doğru yükseliyor (theatron’un sahnesinde bütün sandalyeler aynı hizada idi örneğin. gerçi theatron’un sahnesi yüksek, arka sıraların da görmeme gibi bir ihtimali yok.). kişisel alerjim olan “numarasız oturma düzeni vardır” olayı da olmasa tadından yenmeyecek bir sahne burası.

    oyunla ilgili değineceğim çok önemli bir nokta var, ki ben buna daha ilk incelememde dokundurmuştum, çok cesur bir oyun. sahnede hiç çekinmeden öpüşen iki karakter var, ve sizi temin ederim ki bu öyle masum bir buse değildi. günümüz şartlarında, oyunların valilik tarafından onaylandığı, sansürün diz boyu olduğu, sanatın özgür olmadığı şu günleri hesaba kattığınızda gerçekten çok cesurca bir hareket bu. ayakta alkışlıyorum ba-tiyatro ekibini ve entropi sahne’yi. “kadın-erkek arasındaki cinselliği ve aşkı anlatıyor” gibi başlayıp oyunun ortasında başkası üstünde hakimiyet kurma ve insanları manipüle etmeyi konu alan bir tabloya evrilen oyunda; sansürsüz, korkusuzca, psikolojiyi temiz ve başarılı bir şekilde yansıtan bu oyuna ve oyunculuğa tertemiz 9/10 derim ben. 1 puanı da bahsettiğim ufak detaylardan kırdım, onlar da olmasa 10 üzerinden 10 bir oyun. çıkıp çıkıp gidin, izleyin, izlettirin.
  • bu akşam ankara tatbikat sahnesinde “istanbul oyunları festivali” kapsamında oynanacak oyun.

    fazladan bir tane biletim var. yanıma arkadaş arıyorum. oyun 9’da başlıyor. gelmek isteyen yeşillendirebilir.

    izledikten sonra gelen edit: oyun çok yavaş akıyordu ama kurgusu ve konusu açıkçası sıkılmama pek izin vermedi. 1 saat 50 dakika sürmesine rağmen tek perde oynandı. içeriğinde ise kadın erkek ilişkileri, toplumsal tabakalaşmaya bakış açısı, köle efendi ilişkisi ve bunlarla birlikte gelen varoluşsal sıkıntılar işlenmiş. izlediğim en ilginç oyunlardan biriydi. başarılı buldum.
hesabın var mı? giriş yap